Nihat Demirkol

“Büyüklerimiz”in uzun gölgeleri hakkında…

28 Kasım 2016
Benim çocukluğumda vardı ve çok revaçtaydı. Şimdi de okulların yakın çevresindeki kitapçılarda satılıyordur herhalde. Çok çok eskileri saymazsanız, ilk zamanlarda, (Yedigün Neşriyatı’ndan çıkan) İbrahim Alâettin Gövsa’nın “50 Türk Büyüğü” adıyla basılmıştı.

Önsöz’ün ilk paragrafında şöyle deniyordu:

“…Büyük adamlar inziva içinde yaşadıkları zaman bile,

devirlerinin birer mümessili sayılırlar.

Bu bakımdan onların hayatları ve eserleri, tarihin hulâsası, özü demektir…

‘Elli Türk Büyüğü” engin Türk tarihinin,

elli meşâle altında umumî bir temâşası demek oluyor…”

 

Aynı “peşrev”de yazar, metodoloji hakkında bilgi veriyor,

Yazının Devamını Oku

“Gazete” kaybolurken düşünceler

25 Kasım 2016
BİR dostumdan aldığım e-posta’nın ilhamıyla, İzmir medyasının da yerel gazete, radyo ve TV sahipliği anlamında her gün yeni bir cephe kaybettiği hüzünlü gündemiyle yazıyorum bu satırları.

İletişim sektörü, ne kadar “yeni nesil biçemler”e terfi ederse etsin, “gazete” fikri, kültür tarihinin sayfalarında, yeri yadsınamaz bir icat olarak çoktan yerini almış durumda.

“Okumayanla, okuyamayan arasında, hiçbir fark olmadığı” şeklindeki vurucu tarifin, aslında ilk ve yerel basamağıdır; ellerimizi boyayan o mürekkep kokusu...
Giderek, farklı sebeplerle (İzmir’de de) boyalı elimizi çektik gazeteden; çok farklı sebeplerle. “Küskünler kırgınlar, kızgınlar, dargınlar...” derken, yerel gazetelerimiz, nerdeyse, “altılı ganyan için hazırlanan tahmin ve bültenler”e döndü.
“Sen ben bizim oğlan” haberlerinden, “birbirini ağırlayanlar” fasıllarına, “dayanışmanın kreşendoları”ndan, “yoz inşaat – emlâk vitrinleri”ne kadar, yeni ve zorlama bir içerik egemen oldu gazetelerin yayın tercihlerinde...

Meselâ, şu okuduğunuz satırlara, yazı türü olarak “fıkra” denilirdi eskiden.
Sözlükler hâlâ, “gazete ve dergilerde, gündelik konuları bir görüş veya düşünceye bağlayarak yorumlayan ciddi veya eğlendirici yazı türü” diye tanımlıyor.
Biliyor musunuz ki, son zamanlarda suni teneffüs ile yaşatılıyor?

Yazının Devamını Oku

Maestro ve yorum farkıyla…

21 Kasım 2016
“Sofistike harmoniye sahip ve dinleyicinin ruhunu istilâ eden bir aşk hikâyesi” denilen “Oblivion”, yıl bitmeden, yine İzmir’de tutsak aldı bizi…

Nisan başında, “…bir konser yazısına, hiç ‘son’dan başlamamıştım. Yani ‘bis’ üstüne gevezelik ederek… Ama olabiliyormuş !” demişim önce. Sadece birkaç hafta sonra da, tekrar dinlerken, sanatçıların arkasından, Astor PIAZZOLA geçiverdi gibi geldi bana…” diye eklemişim…

OLTEN Filarmoni’nin Kasım ayındaki konuğu , (program kitapçığındaki fısıltıya göre) “tango ve senfonik cazda olduğu kadar, klâsik alanda da klarnetin tonal olanaklarını genişletmiş olmakla ünlü” Andy MILES idi… Gösterişsiz bir özgüvenle üfleyen virtüöz sanatçı da, “Oblivion” ile bitirdi kendisine ayrılmış dakikaları… Dinleyici, kısa bir zaman diliminde, bir parçayla bu kadar yakın “ülfet” ettikten sonra, notaların ‘’zirvedeki hüzünü aşka, zirvedeki aşkı hüzüne” çeviren “dokunaklı sadeliği”nde, artık onun, “-unutma ve unutulma-dan fazla bir şey olan tercümesi”ni de ister istemez içselleştirmiş oluyor.

Kara KARAYEV’in “Üç Minyatür”ü ile açıldı konser… Yani Azerî ve Sovyet kırması bir tütsü ulaştı kulaklarımıza. Bizim 90 yılda hâlâ yakalayamadığımız bir sentez kadar yakındı “Biz”e… Ardından, PIAZZOLA’nın 1900’lerde başlayan ve “Genelev-Kafe-Gece Kulübü” sürecinde evrilen, ya da son istasyona devrimle tutunan “Tango Tarihi”ni resimledi MILES, klarnetiyle; adım adım, anbean… Son olarak, (dünyanın en tanınmış klarnet solosu olan) “Rhapsody in Blue” ile başlayan üçlemeyi seslendirdi sanatçı ; “It’s Fascinatin Rhythm…” Dediğim gibi, “ara”ya, “Oblivion”un yerden kestiği ayaklarla ulaştık…

İkinci bölüm, “Türk Beşleri”nden Hasan Ferit Alnar’ın, 1935’te Avusturya’da yazdığı “Prelüd ve İki Dans” ile başladı. Orta şark’a has müzik geleneğinin, doğaçlama, zeybek ve hattâ köçekçenin, (bestelendiği yıllara özgü karakteristik ve katolik bir dokunuşla şekillenmiş) hoş deformasyonu ile kulaklara yerleşmiş bir klâsikti çalınan… Bu parlak tınıyı, maestro İbrahim YAZICI’nın beden dilinde de okuduk… Finale, Usta işi bir seçimle, Zoltan Kodaly’den, 1933’e tarihlenen “Galanta Dansları” yerleştirilmişti. Gecenin sürprizi, solist sanatçı MILES’ın, (solo klarnet partisyonu için) bu kez büyük bir olgunlukla orkestra sandalyesine oturuvermesiydi. Bela Bartok’un, Macar halk ezgilerini içeren bu eser için “yüksek bir sanat abidesi” dediğini ve böylesine genç bir orkestranın, güçlük derecesi yüksek bu repertuvarı seslendirmedeki başarısını, bizzat MILES’ın da alkışladığını duyduk.

Hep dolu salonlara çalan OLTEN Filarmoni, kendi seyircisini de oluşturmuşa benziyor. İşin ilginç yanı, konserlerinde rastladığımız özellikle kombine bilet sahipleri, diğer konserlerin dinleyicisi ile aynı profilde değil. Bu neden önemli ? Çünkü, İzmir’de seçkin müzik buluşmalarına katılım, (abartılı bir genellemeyle bile olsa) “ben de oradaydım” iddiasından nasiplenmek ekseninde yoğunlaşır. Hele “dünya ölçeği”ndeki solist ve orkestralar ağırlanırken, konserin öncesinde ve sonrasındaki “kadehli ve atıştırmalı” resmin içinde olmak, en az etkinliğe katılmak kadar önemsenir. Zaten “geç kalmalar ile ara verildiğinde -e daha Çeşme’ye döneceğiz- sıvışmaları ve sponsorlara tahsis edilmiş koltukların ısrarla boş kalması” da bu eğilimi olumlar. OLTEN seyircisi ise “haklı olmak için değil, mutlu olmak için” orada bulunduğunu açıkça hissettirirken, ben “akıl, duygu ve zarafete tâlibim” diyor.

(Henüz…) işini yaparken, sadece çalıp söylemeyi yeterli bulan “müzik işçileri”ne dönüşmemiş genç topluluğun, ”dem aldıkça”, bu hallerini kaybetmemesini diliyoruz. Yukarıdaki paragrafla birleştirdiğimizde, OLTEN Filarmoni’nin, sanat gündeminin içinde, “büyüklenme ve burun farkı”yla değil, “repertuvar ve yorum farkıyla” yer alacağı anlaşılıyor. Bir şeyin daha altını çizelim: Topluluğun, seyircisiyle sakınmadan paylaştığı ve Çetin ALTAN’ın “poz ve caka” dediği “kasıntı”dan uzak duran, dahası gülümseyen bu enerjinin önemli bir bölümü, Şef İbrahim YAZICI’dan kaynaklanıyor. “Benim Gözlüğümden” bakınca, OLTEN’in, “bistro farkı”yla değil “maestro farkı”yla ses getirmeye devam edeceğini söylemek geliyor içimden…

Yazının Devamını Oku

Fukuoka ile İzmir arasında belediyecilik dayanışması

17 Kasım 2016
SOSYAL medyada izlemişsinizdir; önce “fotoshop” mu diye tartışıldı.

Video görüntüleri de çıkınca, fotoğrafın doğru olduğuna kanaat getirdik. Japonya ulusal televizyonu NHK’nın haberine göre, ülkenin güneybatısındaki ve en büyük şehirlerinden biri olan “Fukuoka”daki Hakata tren istasyonu yakınlarında, 2 küçük çökmeyle başlayan göçük, dakikalar içinde metrelerce genişliğe ulaştı. Şehir merkezinde oluşan göçük, 5 şeritli caddenin bir bölümünü yuttu. Ani göçmeye, istasyon yakınlarında devam eden yeraltı çalışmalarının sebep olduğunu tahmin eden yetkililer, bölgedeki gaz, su ve elektrik tesisatına zarar veren ve ulaşım hatlarını olumsuz etkileyen olayda, ölen ya da yaralanan olmadığını bildirdiler. 30 metre genişliğine ve 15 metre derinliğinde olan çukur, suya dayanıklı özel bir çimento formülü sayesinde 48 saatte dolduruldu ve yol, 1 hafta içinde onarılarak trafiğe açıldı. Yol onarım çalışmaları, NHK haber kanalının internet sitesinden bir hafta boyunca canlı yayınlandı. Yolun, artık eskisinden 30 kat daha sağlam olduğunu söyleyen Fukuoka Belediye Başkanı Soiçiro Takaşima, “Çok sayıda insana rahatsızlık veren bu olaydan ötürü özür dilerim” dedi. Belediye başkanı, Ulaştırma Bakanlığı müfettişlerini beklediklerini ve ardından bağımsız bir mühendislik kuruluşunun da yolu test edeceğini ekledi.

Ajanslar (olayın kamera arkasından) şu dedikoduları da geçtiler (?!) Meğer hemen o gece, sabaha karşı, Fukuoka Belediye Başkanı Soiçiro Takaşima, Aziz Kocaoğlu’nu aramış. “Aman Başkan” demiş; “Sizin, 15 yıllık, -Eşref Paşa’dan da uzun- bayındırlık deneyiminizden yararlanmak istiyoruz; bize danışmanlık hizmeti verir misiniz?” Başkan da, “ne demek? Dükkân sizin...” diye yanıtlamış; “Ertuğrul faciasından beri yakın dostluğumuz var Japonya ile lâfı mı olur?” Fukuoka ve İzmir’in belediyecileri, gece boyunca telekonferans aracılığı ile birlikte çalışmışlar. Adetâ, zamana karşı yarışılmış... Aslında Japonların istediği basitmiş; “Hani” demişler, “Siz Göztepe’deki metro inşaatını yıllarca uzatmak, ihaleye 2014’de çıkılmış ve yapılması için 36 aylık teslim süresi verilmiş, sahildeki 12,5 km’lik hattı, tramvay - hafif raylı sistem inşaatını bitirmemek ve Basmane’deki çukuru 18 yılda kapatmamak için neler yaptıysanız, onları anlatın bize; onları yapmasak işimiz görülür zaten...”

Büyükşehir bürokrat ve teknokratları da, (malûm serde sosyal demokratlık var. Allah’ın bildiğini Japon’dan saklayacak halleri yok ya...) bütün birikimlerini paylaşmışlar. Tabii, Japonlar da mühendislik, inşaat, şehircilik, plânlama, organizasyon, zaman yönetimi, yüksek ahlâk filan gibi konularda iyi sayılır, ama Fukuoka’daki çukur, meğer bizimkiler sayesinde 48 saatte kapatılıp, yol da 1 hafta içinde trafiğe açılmış.

Bu arada gazetelerin yazmadığı, madalyonun bir de öteki tarafı varmış:
Bu Japonlar zarif insanlar tabii... Aziz Bey’in yaptığı bu babalığın altında kalırlar mı? Başkan Soiçiro Takaşima, “daha daha ne var ne yok?” deyince; “Sorma” demiş ve İZBAN grevini anlatmış Kocaoğlu da... Japon Başkan hemen sözünü kesmiş; “Biz de İZBAN işinde size yardımcı olalım. Zaten Fukuoka metrosunda devletle ortağız... Bir gün başımıza böyle bir iş gelebilir sonra hemşehrimize rezil olmayalım diye önceden düşündük, taşındık ve kriz plânları hazırladık. İşçileri tek tek seçip aldık. Meselâ işçiyi hükümet yanlısı sendikaya kaptırmadık filân... Tecrübelerimizi paylaşmak isteriz. Daha fazla perişan olmasın İzmirliler...” Aziz Başkan, ne desin? “Vallahi sevinirim” diye iç geçirmiş. Hemen uçağa atlamış ve Ankara’daki toplantıya yetişmiş Japon heyeti. Zaten biliyorsunuz; ertesi günü “pat diye” çözüldü uyuşmazlık. Kocaoğlu, “işin içinde bilmediğiniz işler var” diyordu; demek haklıymış.

Bu arada Başkan Takaşima, telefonu kapatmadan, kendini Fukuoka’daki göçükten sorumlu tutan birkaç mühendisin de harakiri yapmasından endişe ettiklerini de eklemiş. Aziz Başkan’ın, bu son açıklamayı duymazdan geldiği söyleniyor...

Ben “Zaytung”u atlatıp bu satırları yazarken, “EVKA 3’te, 2 gün önce asfaltlanan yol, -marketler kavşağında- yeniden kazılıyordu...” Harakiri yapasım geldi!

Yazının Devamını Oku

“Zengin’in Başkanı” Züğürdü yorarken…

14 Kasım 2016
Trump Seçildi ya… Memleketi aldı mı bir dert ? TV’lerde uzmanlarımız (?!) “şimdi neler olacak” diye tartışırken, necip milletim de, sosyal medya üzerinden endişeleniyor.

Gerçi, kimse çıkıp “İzmir’e etkisi ne olur?” diye sormadı ama; olsun, depremde bile önce İstanbul için endişelenilir zaten; alıştık bunlara… En komiği de, Donald Trump’a, Donald Duck muamelesi yapılması olsa gerek. Oysa sandığın fıtratında var ! İçinden her şey çıkar; çıktı, çıkıyor, çıkacak… Gönül bu her şeye (hem de defalarca) konuyor işte. Yaşlı kıta Avrupa’da, son 20 yıldır sandıktan çıkanları hatırlayınız ! Bizdeki örnekler çok mu farklı ? Ajda Pekkan çıktı; Bülent Ersoy çıktıydı, 6. Cumhurbaşkanlığı seçiminin nâfile turlarında, meclisteki sandıktan… Dünyanın sonu mu geldiydi ? Alışırsınız…

Telâşlanan dostlar için, “soğuk savaş dönemi”nin, şu meşhur “antikomünist” fıkrasını hatırlatıverelim: Hani ormanda, hayvanlar dört bir yana kaçışıyormuş da… Maymun, önünden olabildiğince hızlı geçmeye çalışan kaplumbağa ailesinin reisine sormuş: “Hayrola kaplumbağa kardeş, neden kaçıyorsun ?” Kağlumbağa cevap vermiş: “Komünistler geliyormuş ! Ben kaçmayayım da kimler kaçsın ?” / “Eee sana ne komünistlerden ?” / “Sana ne olur mu ? Benim evim var, hanımın var, çocukların da maşallah birer tane… Bir ellerine düşersek; perişan ederler bizi…” (Anladım der gibi) başını sallamış maymun.

Ardından bakmış leylek ailesi de göçüyor; hem de mevsiminden evvel… Soru aynı, yanıt benzer; “Sana ne olur mu ? Ben her sene yurtdışına gider gelirim, hanım da, çocuklar da öyle… Ellerine düşersek ne olur halimiz ?” (Sen de haklısın der gibi) sallamış bu sefer başını maymun. Hafiften de telâşlanmaya başlamış… Bakmış leopar ailesi de, (hem de herkesten hızlı) kaçıyor. Soru aynı, yanıt benzer; “Sana ne olur mu ? Benim kürküm var, bey’in de öyle; çocukların bile var… Canımıza okurlar, bir ellerine düşersek…” Duyduklarından hayli gözü korkan ve iyiden iyiye panikleyen maymun da, kaçanların arasına karışmış ve başlamış hoplaya zıplaya terk etmeye ormanı.

Yolda, “efeliğe toz kondurmamaya çalışarak, çaktırmadan sıvışan” ormanlar kralı’na rastlamış. Bu kez Aslan sormuş maymuna: “Hayrola maymun kardeş, neden kaçıyorsun ?” Maymun cevap vermiş: “Herkes neden kaçıyorsa ondan kralım… Komünistler geliyormuş !” Ardından, kaplumbağa, leylek ve leopar ile yaptığı sohbeti anlatmış ayak üstü. Aslan bıyık altından gülmüş; “Onların kaçmak için haklı sebepleri var” demiş; “senin zaten her tarafın açıkta… Cep delik cepken delik. Komünistler sana ilişmez... Otur bir ağacın gölgesine keyfine bak…”

Gençliğimizde, kötü olan her şeyin Sovyetler’den geleceği pompalanırdı. Memlekete o yıllarda, kötü hava dalgası (bile) Balkanlar’dan gelirdi. (?!) O hesap; “kendi derdinin farkında olmayan bir millet”in, okyanusun ötesindeki seçim sonucuna endişelenmesi, son yıllardaki her kötü şeyi “okyanus ötesi” ile açıklamak hastalığımızdan kaynaklanıyor olabilir.

Oysa, Trump’un seçim kampanyası için yaptığı konuşmaları ya da benzerlerini ilk defa duymadı Türk seçmeni. Trump için (dünya çapındaki yayınlardan derlediğim) aşağıdaki eleştiriler, (ismi kapatıp) yerli siyasetçiler için yapılsa, yadırgar mıydınız acaba ?

“Bu, ülke değerlerine ve ulusal güvenlik çıkarlarına aykırıdır / … Kendimizi, hiçbir görüşe bugüne kadar bu derece uzak düşmüş hissetmedik / Ülke’nin yüz karası… / Politika önerileri ciddi değil / …Yorumları, bölücü, yanlış ve temelsiz /…Müslümanlara karşı kullandığı söylemlerden kaygı duyuyoruz / IŞİD’in en büyük zaferi kendisidir… / Aklî dengesi yerinde değil /Açıklamaları saçma ve küstahça” /Durumu trajik ve nefret dolu…”

Şimdi sakın, “Sen ‘şehir yazarı’ değil misin ? Niye bulaşıyorsun Amerikan seçimlerine ? İzmir’le ne alâkası var bu satırların ?” demeye kalkmayın. Daha ne yazmamı bekliyorsunuz ?

Yazının Devamını Oku

Şimdi Ankara’da olmak vardı

11 Kasım 2016
Şimdi dediysem, lâfın gelişi. Şaire ve şarkıya nâzire olsun diye dedim. Çocukluğumu kastediyorum; 60’lı yılları...

“O senelerde”, bugünkü gibi 11 Kasımdan önce, 9 Kasımdan sonraki gün değildi 10 Kasım. Hiç Kızılay’da denk gelmişliğiniz var mıdır sirenlere? “Hayat dururdu; kendiliğinden...” Bir terbiye, vefâ ve bilincin yansımasıydı o duruş. Türkiye’nin kalbinde nefes duyulmazdı. TV devrinin magazin icadıdır; memleketin dört bir yanından görüntüler, köprüde trafiğin durması filân...

Bu sade resim önemliydi! Çünkü, ‘Ankara veya İstanbul’dan birine, (Leningrad, Stalingrad gibi...) -Atatürk- adı verilmesi için kanun teklifi hazırlayanlara; “Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih zorlanmayı sevmeyen nazlı bir peridir. Fikirleri tercih eder...” cevabını veren Gazi’nin adını, hiç sakınmadan, her şehirde en az bir caddeye, binlerce okula, hastanelere, üniversitelere, kültür merkezlerine, havalimanlarına, stadyumlara verenler, sadece isminin değil, fikrinin de erozyona uğramasına vesile ve sebep oldular. Yeni resim ve “Yeni Türkiye” tablosunun çizilmesi, üç günlük iş değildir yani.
Aynı Ankara’dan hayal kırıklığı ile ayrıldığım yıllardı; 12 Eylül sonrası... Otobüs durağında bekleyen ilkokul öğrencileri, o günün ders programını tartışıyorlardı. Biri sevimsiz matematik saatlerinden söz edecek oldu. Diğeri, 10 Kasım olduğunu hatırlatıp, derslerin bitmek bilmeyen ve abartılı Atatürk gündemi ile kaynayacağı müjdesiyle rahatlattı onu; “Yok lan...” dedi, “mıstık var bugün, ders mers olmaz...” Kanımın donduğunu hatırlıyorum! Farkındayım, sizin de soluğunuz kesildi yazının burasında...
10. Yıl Nutku’nun (-Asla şüphem yoktur ki- diye başlayan) kararlılık dolu satırları arasında, Atatürk’ün (rica üzerine ve hüzünlü bir vedâ çağrıştırmasın diye...) üzerini çizerek metinden çıkarttığı bir cümle vardır: “...Bu söylediklerimin gerçek olduğu gün, senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur (der); beni hatırlayınız...” Kendisinden, o cümlenin çıkartılmasını istememiş olmak gerektiğini, ancak bugün anlıyoruz.
Artık, nerede olduğum da çok fark etmiyor. Onun için, “Şimdi İzmir’de olmak vardı...” diye atılmadı yazının başlığı. Yine de alıngan dostları da dikkate alarak, günceli paylaşarak bitireyim. Cuma günleri, Bornova’da, ismi lâzım değil bir okulun önüne park ediyorum. Bayrak töreni başlıyor. “Bir damlacık”lar, heyecanla söylüyor; (maç anlatan spikerlere, okunanın millî marş olmadığını anlatamadığımız) “İstiklâl Marşı”nı... Çocuklarını almaya gelen velilere bakıyorum bir deyoldan gelip geçenlere arkasından... İstiklâl Marşı için duranları da omuzlayıp devam ediyorlar.
Vesileyle, bunlar ve bunlar gibilere ve dokuzu beş geçe “edebiyle yerinde duramayanlar”a da tekrar ve sonsuza kadar kutlu olsun; birkaç sene önce, yine bu köşede ilân ettiğim, “onlara mahsus özel gün!” O eski yazıda şöyle demişim: “(Yazının başında andığım yıllarda) ...aklımız ermezdi işte; ‘ölüler’den korkardık yok yere... Yaşadıklarımız, bize ‘diriler’den korkmasını öğretti. ‘Allahtan’ korkardık, sevmek ve sığınmak yerine. ‘Kulundan’ korkulması gerektiğini, deneyim kazandıkça öğrendik... Biz çocukken, ‘karanlıktan’ korkardık; ‘aydınlıktan’ değil... Bazılarımıza ne yaptılar ve nasıl yaptılarsa, onları, ‘aydınlıktan korkmaya koşulladı’ birileri...”

Dün “10 Kasım”dı malûm...

Yazının Devamını Oku

Herkes kendi torununa hesap verecek!

7 Kasım 2016
GERİDE bıraktığımız hafta sonu, Ege TV’deki, “Ferah Kahvesi”nde, “çok kimlikli haller”inden sadece biriyle Ceyhan Olten’i misafir ettik.

Ben, kendisini ağırlayıncaya kadar, aklımca “estetik” diyordum “temel sıkıntımız...” Kendisi, “tüy gibi bir sözcük” kullandı bunun yerine. Öyle bir sözcük ki, sorgulayan ve mahcup eden ağırlığıyla gündeme oturuverdi. Eskilerin “zurefa’nın” diye başlayıp, “düşkün”üne “beyaz”lar giydirdiği, Cyrano’nun ünlü burun tiradında, bahis “zarifâne” olunca, “kuşları sevdiğiniz besbelli” diye uçuşan, Cenap’ın “...zekânın tellâlıdır” dediği bir kavramı, ağzını korkak alıştırmadan kullanıverdi. “Dünya ile karşılaştırınca hayatımızda, -İzmir’de bile- hep bir şeylerin eksik olduğunu düşünmüşümdür; anladım ki ‘zarafet’ eksik” dedi. “Bunun giderilmesi için en önemli kaynak ise sanat” vurgusu yapıldığında, artık izleyici, bu yolun “gusto”ya çıkacağını, “bütün meselemizin ‘iyi ile kötüyü, güzel ile çirkini ayırabilme yetisi’ne ulaşmak” olduğunu anlamıştı.

Hattâ konuğum, işi orada da bırakmadı; üçüncü bin yılın açmazını da “şöyle söylerler” diyerek vurguladı: “Aklın ve duyguların birlikteliğinden doğan zarafet, zamanla yerini aklın ve bilimin birlikteliğinden doğan teknolojiye bıraktı.” Sözünü sakınmadan devam etti: “Zarafet noksanı için toplumdan geri-bildirim alamıyoruz; birçok kişi farkında bile değil.” İşte bu noktadan sonra sohbetin “sıradan”lığı ve sadece Olten Filarmoni kronolojisinin konuşulacağı “dedim dedi”den ibaret bir “vasat olma” tehlikesi buharlaşıverdi. (ege.egetv.com.tr adresinde, “Programlar ve Ferah Kahvesi” sekmesinden izlenebilir.)

Çünkü sanatseverler, “üçüncü sezonun kutlandığı”nı zaten biliyordu. Zaten, www.oltensanat.com adresinde, “...Sanatçı gençlere istihdam sağlayıp onlara kendilerini ifade edebilecek bir platform oluşturabilmek, sanatın evrensel dili ve aydınlık yüzü ile tanışabilmenin olmaz ise olmaz tek koşulu. Sanat ile ilgilenmek ve onun evrensel dilini anlamaya çalışmak, nesne olmak ile kendimiz olmak arasında bir seçimi zorunlu kılar. Ve ancak; kendisi olmayı seçenler, düşünebilirler ve düşünebilenler sorgulayabilirler ve sorgulayabilenler farkına varabilirler ve farkına varabilenler kavrayabilirler ve kavrayabilenler kendi bireyselliğini evrendeki doğru yerine koyabilirler” mesajı çoktan verilmişti. Sıradan bir arama motorundan, sosyal medyadan, gerek kurumsal duruş, gerek okul ve akademi oluşumu, gerek kapıların “Kuartet” ile açılışı ve gerekse maestro Yazıcı yönetimindeki “Filarmoni”nin yükselen grafiği, sanatın en çok ihtiyaç duyduğu 2 “püf”ün buluşturulduğu ayrıntısı, yani akademi düzeni ve usta/çırak ilişkisinin bir arada bulunduğu müjdesi hakkında, çok şey öğrenilebilirdi. Biz de “malûmun ilânı” yerine, dümeni “az konuşulan sular”a kırdık.

“...Konservatuvar mezunları istihdam edilemiyorlar. Daha da vahimi, sanatçı renkleriyle kendilerini ifade edecek bir platform bulamıyorlar” gerçeğinin tekrar altını çizdik. Bir girişimcinin, “Sanata yapılacak yatırım, endüstriye yapılacak yatırımdan daha verimlidir” isyanına, “aynı zamanda bir iş koludur sanat” bilincine tanık olduk. Olten, bir başka “söylenemeyen”i de, (fincancı katırlarını ürkütmeyi göze alarak) dile getirdi: “Bütün bunları, İzmir, bir kültür ve sanat şehri olduğu için değil, (yeter artık ama...) ‘olmalı’ dediğim için yapıyorum.” Giderek, “İnsan bencil! Aslında her şeyi kendimiz için yapıyoruz. Torunlar, ‘toplum için bir şey yaptın mı?’ diye sorunca, yüzüm kızarsın istemiyorum” itirafının çıplaklığında, bu seçeneğin kabuğunu kırdığı farkındalık, keşke toplumda bir zincirleme reaksiyonu tetikleyebilse durağına ulaştık. “Fabrika kurmaktan daha zor bir şeye soyunduğumuz ortada iken ve mühendis gözüyle, bütün veriler ‘yapma’ derken, ‘bu yatırımın bana dönmesi diye bir derdim yok, torunuma dönsün yeter!’ diyebilme ayrıcalığına dokunduk. Nihayet, “sanatçının rızk beklentisi, ‘dolu salon’ aslında. Ustalar, ‘önümde kaç kişi, arkamda kaç kişi olacak ve ben nerede çalacağım?’ sorusuyla elimizi sıkıyor. İşin içinde, sanat izleyicisi yaratma sorumluluğu, kendi seyircinizi yaratma sorumluluğu da var” diye toparladı konuğum. Ne diyeyim? “Herkes kendi torununa hesap verecek...”

Yazının Devamını Oku

Humeyni’den miras kalan tebessüm ve hastalık

4 Kasım 2016
79 İran devrimini izleyen günlerdeydik...

İran İslam Devrimi’nin siyasi, hukuki ve ruhani önderi olan Ruhullah Musavi Humeyni (ki herkes onu Ayetullah Humeyni olarak tanıdı...) başta muhalifleri olmak üzere, önüne geleni “sorgusuz, sualsiz, yargılamasız” idam ediyordu...

Onun yok etme yöntemleri kuşkusuz çok çeşitliydi.
“Sallandırdı, astı, yine asmış” söylemleri sıradanlaşırken, Ankara’da, Anadolu zekâsı, hemen bir “uyduruk” saldıydı ortaya, “Humeyni hastaymış” diye.
İnsanlar tabii, merakla soruyordu arkasından, “neymiş hastalığı?”
“Astım olmuş...” diyen, kendini tutamayıp gevrek bir kahkaha patlatıyordu.
O günlerde, Orta Doğu’daki radikal İslam ve İslamî terör tehlikesi, çok uzak görünüyordu gözümüze ve bugünkü gibi “nefesi daralmıyordu” güzel ülkemin...

Bronşların daralmasından ileri gelen nefes darlığı olarak tanımlanan “astım”, keşke sadece anılarımızdaki haliyle ve sözcük oyunlarında kalsaydı, evrilmeseydi...

Yazının Devamını Oku