Annem, “Ben hayatının sadece 30 yılını biliyorum, yarısı bile değil” diyen torunu sayesinde herkesin (-çevresinde ondan bir şeyler öğrenmemiş tek kişi yoktur herhalde- dediği) “babaanne”si oldu. Ardından yazdığı satırların bir bölümünde şöyle diyor Sîmten:
“Hayattan zevk almak üzerine ihtisas yapmış gibiydi. / Hayatının Köyceğiz, Urla ve Narlıdere’deki kısımlarında pek çok seveni oldu. / Her gece mutlaka kitap okurdu, gözleri az gördüğünden beri büyüteçle okurdu. / Her oyunu titizlikle oynardı, kart sayardı, ben tavlayı yavaş oynadığım için bana kızardı. / Muazzam dikiş dikerdi. / Futbolu çok severdi, Fenerbahçeliydi. / Bloody Mary’yi de çok severdi, ancak onu herkes vişne-votka tarifi ile tanırdı. / Biz onunla, Vosvos’umuzla her yere giderdik. Maceradan maceraya koşan bir ikili gibiydik. / Her şeye bir çözüm bulurdu. Pratik ve inatçıydı. / Kim bilir benim bilmediğim neler yapardı? (Haklıydı, giyeceği ortaokul önlüğünü dikmekle başlayan ‘kendi ayakları üzerinde durma’ tercihinin bir yaşama biçimine dönüştüğü yıllara yetişebildi kızım.) / Ben bir insanın kendi işini kendisinin görmesinin, kendi sorumluluğunu taşımasının, dikkatli ve özenli olmasının ne denli önemli olduğunu ondan öğrendim. Ağzından ‘feminizm’ kelimesini hiç duymadım, fakat belki de o, etiket kullanmadan, kelimelere ihtiyaç duymadan, yaptıklarıyla sessizce örnek oldu. Ben insanın, kadın erkek fark etmeksizin kafasına koyduğu her şeyi yapabileceğini ondan öğrendim. / Babaannem Ürgün Demirkol dün aramızdan ayrıldı.”
Aziz dost Prof. Dr. Murat Tuncay ise Haziran 2012’de, “Şahsında, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası’nın hafta sonu konserlerini kaçırmayan, tüm görmüş geçirmiş hanımefendilere” ithafıyla yazdığı “Konserde Ölümsüzlüğe Dokunmak” İsimli dizelerinde şunları söylüyordu Ürgün Hanım için:
“-Burada oturun- demişler; orada oturmuş, hanım hanımcık!... / Her türlü yapmacıklıktan uzak / Bastonunu bacaklarının arasına sıkıştırarak, oturmuş / Bir antik büst gibi sade, soylu ve sessiz / Haftalık konserini dinliyor teyzemiz / Göçmen kuşlar uçuşuyor aklından / Kanatlarında eskilerden esintiler / Eski otomobil farları gibi parlayan, geniş çerçeveli gözlüklerin ardından / Uzaklara dalgın, yakınlara süzgün / Ama hep biraz üzgün bakıyor gözleri / Arzuladıklarıyla yaşadıkları arasında / Sıkışıp kalmış, yol yorgunu omuzları / Müziğin iyisi, iyi geliyor / Şifalı bitki çayları gibi taze, demleme / Ömür üstüne düşünmeye / İnce ince bütün gece yağan yağmurlar gibi tıpkı / Arınıyor insan, yükseliyor, yüceliyor / Yeniliyor hayatı anlamlı kılan insanlığını / Şöyle böyle geçiyor günler / Her gün bir adım daha yaklaşıyor, ayrılık, gece / Sonra düşünüyor ve gülümsüyor kendi kendine: ‘Ölmek bir şey değil canım’ diyor / ‘Hafta sonu konsere gelememek kabahat’ / Ölümsüzlüğe uzanmanın güzelliği değilse, nedir sanat?”
Annemiz Ürgün Hanım geçen perşembe, 85 yaşında Hakk’a yürüdü. Ama (ailemizi onurlandıran vasiyetiyle) Dokuz Eylül Üniversitesi Anatomi Anabilim Dalı’na bağışladığı bedeni daha yıllarca tıp öğrencilerine ışık olmaya devam edecek. Biz “devr-i daim olsun” dileklerine katılıyoruz. Zira, Büyük Yunus’un deyişiyle, “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” diye düşünmekteyiz.
Kucak dolusu para dökülür, en süslüsü ve en gösterişlisini yaptırmak için... Sonra ele alınır, bir kez bakılır, daha sonrası çöptür! Giden onca paraya mı, harcanan emeğe mi, yoksa hammadde için kullanılan kesilmiş ağaçlara mı yanarsınız? Siz karar verin artık...
Ben bir öğretmenim! Doğruları öğretmeye, öğrencilerinin hayatında yeni ufuklar açmaya çalışan; bütün öğretmenler gibi... Geçen yıl 4. sınıfı okuturken, ‘geri dönüşüm’ ile ilgili çalışmalar yapmaya başladık sınıfta. Küçük başladı her şey önce, ama sınıfın ilgisi, velilerin katkısı büyüdükçe, yaptığımız işler hem okul bahçesinde, hem de Çevre Günü’nde Gündoğdu Meydanı’nda sergi açabilecek kadar büyüdü birden. Emek çok büyüktü, ama farkındalık da bir o kadar büyük oldu... Serginin konusu ‘geri dönüşüm’ olunca, hazırlanacak davetiye de farklı olmalıydı ki, ‘geri dönüşüm’ün önemini tam olarak anlatabilelim. Kitap ayracı şeklinde tasarladık ilk davetiyemizi. Atılmayacak, kullanım amacı olacak, dahası kitap okuma alışkanlığını hatırlatacaktı çocuklarıma... Öyle de oldu.
Bu yıl 1. sınıf okutuyorum. ‘Yerli Malı Haftası’ geldi çattı bu sefer de. Yeni bir etkinlik, yeni bir davetiye demekti. Yine bir farklılık olmalı, farkındalık yaratmalıydı. Bu kez, özellikle ‘Türk Malı’ olduğunu gösteren rakamları vurgulamalıydık. ‘869’un farkına varmalıydı öğrencilerim, velilerim... ‘GELECEĞİN İÇİN, alırken barkoduna BAK’ dedik, slogan olarak. Çocuklarım, yeni yeni okuyorlar. Okudukları kitapların arasına ‘davetiye şeklindeki ayraçları’ koyuyorlar. Alışveriş yaparken, minicik yürekleriyle nereye bakacaklarını biliyorlar. Çünkü ne görmeleri, ne hissetmeleri, neyi aramaları gerektiği, her an gözlerinin önünde...”
Benim gibi, ‘Yerli malı Türk’ün malı / Her Türk onu kullanmalı’ sloganıyla büyümüş bir kuşağın temsilcisi için çok önemliydi bu ‘iddiasız ama büyük’ proje. Rica ettim; bu kitap ayracından 1 adet ulaştı elime... Üzerinde diyor ki, “...Barkodlardaki ilk 3 rakam, ülkeleri temsil etmektedir. Türkiye’nin rakamı 869’dur. Barkod’u 869 ile başlayan ürünler, Türk Malı anlamına gelir...” Siz bu ayrıntıyı biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum! Bornova – Çamdibi, Yıldırım Beyazıt İlkokulu 1-C sınıfının öğretmeni ve 27 öğrencisi sayesinde öğrendim. Tabii zamaneler benim gibi yazı çocuğu değil, Barkod çocuğu, QR KOD çocuğu... Onlara da böyle anlatmak lâzım!
“…Bizimki de dahil, birçok dildeki ‘kapris’ sözünün kökeninde, Lâtince'nin ‘capra’ sözcüğü yatar. ‘Capra’, yani keçi… O sevimli hayvanın yürüyüşü ve hali tavrı, düzensiz sıçramalarla, beklenmedik koşuşlarla dolu olduğu için, iyi düşünmeden ansızın alınan kararların, sürekli değişkenliğin, istikrarsız, düzensiz davranışların, geçici heveslerin adı da ‘kapris’tir. Nitekim, musikide alışılmamış ses düzenlemeleriyle dolu, çok canlı bestelere de ‘kapriçyo’ denir. Çaykovski'nin ‘İtalyan Kapriçyosu’ gibi…” Sözü buraya kadar getiren SOYSAL, tema gereği, yazısında “Paganini”nin ve “Ud’un Paganinisi” denilen “Şerif Muhittin Targan”ın kaprislerinden söz etme fırsatı bulamamış; onları da ben eklemiş olayım.
Cuma akşamı, (son günlerde, kapriçyovari sağlık sorunlarıyla yorulmuş annemi ziyaretten dönerken…) , beni bu satırlara, asıl önemlisi Ankara yıllarına götüren bir naklen yayına rastladım radyoda. TRT, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’ndan, “İtalyan Kapriçyosu”nu yayınlıyordu. O salona, beni yıllarca elimden tutup götüren annemle, bu çok sevdiği eseri ilk kez dinlediğimiz Cumartesi sabahı geçti gözlerimden, kulaklarımdan…
İtalyan Kapriçyosu, Pyotr İlyiç Çaykovski'nin 1880 yılında, Roma seyahati sırasında orkestra için bestelediği Op.45 numaralı bir fantezidir. (?!) Besteciye esin veren kıpırtı ise, denk geldiği karnavaldır. Kaldığı otelin karşısındaki süvari birliğinde çalınan kalk borusuyla başlayan şaheser, İtalyan halk müziği ve sokak şarkılarının coşkusunu taşır.
Aynı Çaykovski, günlüğünde, “…seyahat dönüşü İstanbul'a uğradığını, boğaz'ı görebilmek için öğleden sonra saat 14:00’e kadar sisin dağılmasını beklediğini; Hotel Luxembourg'da dinlendiğini, Türk postanesinden mektup yolladığını, Galata Kulesi'ni gördüğünü, Tünel’e bindiğini ve Kapalıçarşı'yı ziyaret ettiğini, akşam da gemiyle Rusya'ya geri döndüğünü…” yazar. (İzmir’i ziyaret ettiğine ilişkin bir not yoktur elimizde…) “Osmanlı Pâytahtı”nın, (Kuğu Gölü, Uyuyan Güzel, Fındıkkıran, 1812 Uvertürü ve Yevgeni Onegin gibi…) mütevazı bir tek bestesi olmayan, Romantik Dönemin bu ünlü Rus bestecisine, bir “kapriçyo” armağan edemediği anlaşılıyor. Nitekim, (alaturka bestelenmiş şaheserleri saymazsak) adına bir senfoni yazılması için, 2009’a kadar (iteleyip kakalarken yüzümüzün kızarmadığı) Fazıl SAY’ı bekledi İstanbul…
Aynı kalıbı, bazıları övmek, bazıları da yermek için kullanıyor. “Acaba” dedim içimden, “hangi kullanım kent için daha tehlikeli?” Hatta, “şantiye ısrarından vazgeçip, topyekun ‘şanti’ üzerine mi odaklansak?” Güzel İzmir için, huzur, lezzet ve mutluluk, hangi tarifte gizli?
“Şantiye” için, basitten karmaşık olana doğru bir yolculuk yaptım:
“Bir yapının hazırlandığı ve üzerinde kurulduğu alan” diye adeta geçiştiren bir tanım çıktı önce karşıma. (Moda olan ağızla...)
Bir tık sonra, “yapı gereçlerinin, gerektikçe işlenmek üzere, yığılıp korunduğu alan...” deniyordu.
Akademisyenler, sözcüğü daha kitabi detaylandırıyordu;
“Bir yapıyı, en düşük maliyetle ve ekonomik olarak oluşturmak üzere, o yapıya ait makine, malzeme ve insan gücü arasındaki optimum dengenin sağlanması amacıyla, proje ünitelerinin inşa edileceği yerlere denir.”
Bir kısım tanımlar ise yaşanmışlıklara daha yakın kaleme alınmıştı:
Tam, “tadındadır, burada bırakalım…” diye düşünmekteydim ki,
İzmir “Fransız Kültür Merkezi”nden gelen davette, şu satırlar ilişti gözüme:
“Yeni Yıl (Noel) Pazarı - Marché de Noël…
15 - 16 - 17 Aralık 2016, 13:00 – 20:00 saatleri arasında,
‘artık geleneksel hale gelen etkinlikte’;
birbirinden farklı ürünler sunulan 40 stantta farklı hediye seçenekleri bulabilir,
yeme-içme stantlarında değişik lezzetleri tadabilirsiniz.
Kasetlerle oyun programları yüklerdik.
“Commodore 64”ün kral olduğu günlerden bahsediyorum.
Bu “devrim” her şeyi devirmeden önce, “oyunun sınırları”nı kendimiz belirler, oyunumuzu kareli kâğıda kendimiz çizerdik...
Hızlı oynamak için 10x10, vaktimiz varsa, büyük, çok daha büyük alanlarda oynardık.
Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1 adet 4’lü (ki bu Amiral gemisiydi...) 2 adet 3’lü, 3 adet 2’li ve 4 tane de tekli işaretlenirdi.
“Zırhlı, muhrip, denizaltı” birbirine yapışık yerleştirilemezdi.
Kaliteli plastikten yapılmış “fiyakalı”sını, oyuncakçının vitrininde ilk gördüğümde, (o yıllar için bir ilk turfanda olan) “ışın kılıcı görmüş” gibi olduğumu hatırlarım.
Gavsi Ozansoy, Türk Edebiyatının ünlü kalemi (aynı zamanda hecenin 5 şairinden biri olan) Halid Fahri Ozansoy’un oğludur ve gazeteci kimliği zaman zaman daha öne çıkartılmış olsa da, kendisi de bir şair ve yazardır. Babasının yazı işleri müdürlüğü yaptığı “Servet-i Fünûn – Uyanış” dergisinde, 1940 yılında “Tasfiye Lâzım” adlı bir yazı yayınlayarak edebiyatımıza “Tasfiye Hareketi” adı ile geçen isyanın da öncüsü olur. Tasfiye hareketi, sebepleri itibariyle çok ses getirecek bir güce sahip bulunmasa da, sonuçları itibariyle edebiyatta yeni oluşumlara kapı aralamış, meselâ kendisinden sonra gelecek Garip akımının hazırlayıcısı olmuştur. İşin hoş ve çarpıcı tarafı, baba oğul, aynı gazetede, karşılıklı köşelerde yazmaktadırlar ve tasfiye edilecekler listesinde, (hareketi gelip geçici bir gürültüden ibaret olarak gören…) baba Ozansoy’un da adı vardır. Ayrıntıları, çeşitli akademik çalışmalara konu olmuş bu “kırılma noktası”ndan, burada uzun uzun bahsedecek değilim; ama tartışmasız şekilde önemli bir çıkıştır ! Çünkü Türk medyası, dümen suyu yayıncılığından, ortak manşet kültürüne doğru seviye kaybederken, basın tarihçilerine bırakılmış önemli ayak izleri içerir “Tasfiye Hareketi”. Peki yıllar sonra, “benim aklıma nereden düştü” dersiniz ?
Geçtiğimiz Cuma günü, sevgili Adnan Kaya’nın “Eleştirin Ama” başlığını taşıyan yazısında, (mealen)“…Oraya yağınca ‘doğal afet’, buraya yağınca ‘beceriksizler’ deniyor” feryadındaydı yazar. “…Tüm yurdu etkisi altına alan yağışlı hava Ege’yi de vurdu. Geçen pazartesi ve salı gök adeta delindi. Meteorolojinin resmi rakamlarına göre (sadece) İzmir’de metrekareye ortalama 85 kilogram yağmur düştü…” diye devam ediyor, ilçelerde ve Ege’nin farklı noktalarında metrekareye düşen yağmur miktarını paylaşıyordu; “99, 103, 122, 215…” Yazısındaki “tabii sonrasında bildik manzaralar” ifadesi zarif bir ironi içerse de, ağzını hiç korkak alıştırmadan, (insafsızca bulduğu) vatandaş tepkilerini örnekliyordu: “…yüzme bilmeyen sokağa çıkmasın, aşırı yağış İzmir’in sokaklarını kazlar ve ördekler için doğal yaşam alanına dönüştürdü…” gibi. “Haber kutsal, yorum hürdür bahsi”nde ise, fikri çok açıktı: “Peşinen söyleyeyim, hiçbirine en ufak bir itirazım yok. Benim takıldığım, tüm bunların sadece muhalif belediyelerin yönettiği yerler için yapılması. Diğerlerinin ya hiç görülmemesi ya da ‘yüzyılın doğal afeti’ nitelendirmesiyle, kimsenin yapabilecek bir şeyinin olmadığının vurgulanması. Kimseyi savunacak değilim. Zaten bu köşeyi okuyanlar, yerel yönetimleri nasıl eleştirdiğimi de hatırlayacaklardır. Ama… Konuşmak için her yağmurdan medet umanlara da ‘El insaf’ diyorum…”
Bendeniz ise, aynı gün, Hürriyet Ege’nin aynı nüshasındaki yazıma, “İzmir’in yazgısı ve ‘su’dan şeyler” başlığını atmıştım. Hepimizi geren bu konuya biraz daha gülmece gözlüğünden yaklaşmış ve “anakronik bir derleme”yle, yazıya hayalî karakterler sokuşturmuştum. Nihayet, “Ne olacak bu su işleri Başkan, hiç gülmeyecek mi yüzümüz ?” sorusuna, Sadettin Kaynak’ın muhayyer şarkısıyla yanıt vermiştim: “Su akar güldür güldür / mendilim dolu güldür / yeri göğü yaratan / bir gün bizi de güldür…” En sonunda konuyu, “Daha ne söyleyeyim ? ‘Ârif olan anlar” diye bağlamış ve “bu işin ‘suyu’ çıktı demekle yetiniyorum... Daha konuşturmayın beni !” diye bitirmiştim.
İki yazıda ortak olarak kullanılan sözcüğün “insaf” olması, okuyucunun dikkatini çekti mi veya Adnan Kaya, aşağıdaki satırlar için bana katılır mı bilmiyorum ama, yola bu “görünmeyen mutabakat” üzerinden devam etmenin katma değeri yüksek olabilir kanısındayım. Bana göre, “bütün ama bütün seçilmişler”, “yakınmak için değil, yakınmayı ortadan kaldırmak için” seçilmişlerdir… Eş zamanlı olarak, “bütün ama bütün suimisaller de misal olmaz / Kötü örnek, örnek değildir…” Ve bir Gaziantep Atasözü, gereksiz alınganlıkları şöyle hicveder: “Eğer 2 kişi başında fes yok diyorsa, elini başına götür de bir bak kardeşim ! “
Yine, “2009 yılının mart ayında 192 ülkeden 30 binin üzerinde katılımcıyı ağırlayan 5. Dünya Su Forumu’nun büyük başarısını, OECD Su Yönetişimi İlkelerinin yeni destekçiler aradığını, Dünya Su Konseyi 60. Guvernörler Kurulu Toplantısının 25-26 Kasım 2016’da, Marsilya – Fransa’da yapıldığını, Budapeşte Su Zirvesinin, 28-30 Kasım 2016’da Macaristan’da gerçekleştirildiğini, nihayet 4. İstanbul Uluslararası Su Forumu’nun ‘Su ve Barış’ ana temasıyla 10-11 Mayıs 2017’de düzenleneceğini...” de aynı adresten öğreniyoruz.
Bu kadar “sulu” haberin arasında ajanslar, (Zaytung bile) İzmir’deki “Su Zirvesi”ni ise (sanki sudan şeyler konuşulmuş, havanda su dövülmüş gibi bir muameleyle...) atlamış, en hafif tabiriyle önemsememiş görünüyor. Kentimizdeki toplantı, elbette su kaynakları üstüne değildi ama önemliydi! Bu toplantıda, “Gerek ulusal gerekse uluslararası ölçekte daha karmaşık duruma gelen su yönetimi denkleminin çözümünde Hidro-diplomasi’nin çok daha etkin bir rol oynayacağı” üzerinde durulmadı. Ülkemizde yasal ve kurumsal olarak yeniden şekillenen su yönetimi yapısının, katılımcı, hızlı karar verme yeteneğine ve karar destek sistemlerine sahip, gelişmelere hızla adapte olabilecek bir yapıda olması gereğinin izdüşümleri tartışılmadığı gibi, “geleceğin suyu ve su yönetimi” temasının, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için daha uzun dönem belirsizlikler taşımaya devam edeceği öngörüsü filân da konuşulmadı. Çok değerli konuklar vardı. Temanın etrafında dolaşılarak, tebliğler sunuldu.
Barok dönemin en büyüklerinden Handel, bestelediği “Su müziği”nin yüzyıllara meydan okuyuşu ve “onu hiçbir şeyin kirletememesi” üzerine sakin bir konuşma yaparken, bir dâvetsiz misafirin “suya sabuna dokunmamak” üstüne korsan bir konuşma yapmak istemesi, görevliler tarafından engellendi ve kısa süreli bir gerginlik yaşandı. Bunun üzerine bir başka katılımcı, “tatlı yiyip tatlı konuşalım” diyerek “su muhallebisi” tarifi verdi. Ardından, bir izleyicinin, “Ne olacak bu su işleri Başkan, hiç gülmeyecek mi yüzümüz?” sorusuna da Âşık Ömer’in “Su akar güldür güldür / mendilim dolu güldür / yeri göğü yaratan / bir gün bizi de güldür...” sözleriyle bilinen Muhayyer şarkısıyla yanıt verdi Sadettin Kaynak... Hemen anlamış olduğunuz gibi, aslında bu toplantıdaki temel soru, “Her yağmurda, taşkın ve sellere teslim olan İzmir’in, ne olacak bu halleri?” sorusuydu.
Onur konuğu olarak ayakta alkışlanan, Olympos’lu tanrılar arasında denizi simgeleyen ve denizlerin mutlak hakimi olan Poseidon, destanlarda kendisine verilen sıfata (Enosigaios) uygun bir tavırla yaptığı konuşmasında, yeri-göğü sarstı ve titretti. “Herşey tamam da” diye gürledi, “kıyıya 10 metre mesafedeki suyu, nasıl oluyor da denize ulaştıramıyorsunuz, işte buradaki mühendisliği anlamıyorum” dedi. Toplantıdan erken ayrılmam gerektiği için, Nuh Peygamber’in tebliğini kaçırdım ama, “kuşlar” son cümlesini yetiştirdi:
“İnsaf! Bizim zamanımızda bile, onca imkânsızlık içinde bile...” diye başladığı konuşmasının sonunu, “Daha ne söyleyeyim? ‘Ârif olan anlar” diye bağlamış ve noktayı koymuş, “bu işin ‘suyu’ çıktı demekle yetiniyorum... Daha konuşturmayın beni!”