Hasan Âli Yücel ise böyle gerçekleşmesi zor kehânetler için güftesi de kendisine ait sûzinâk-curcuna bestesinde şöyle sorar: “Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz?”
İşte, 38’inci Uluslararası İzmir Festivali’nde 17 Haziran Salı akşamı bu iki kehâneti çağrıştıran bir gösteri izledik. Orman yürüyünce trajedi bitiyor ya düşünün hele orkestra yürüyünce o akşam neler olmaz?
AASSM Büyük Salon’da izlediklerimizi öyle yazarak filân târif etmek pek mümkün görünmüyor. Önce, ‘Geneva Camerata’nın (GECA) web sitesine kulak verelim: “GECA, değişen dünyamızın çalkantılarından ilham alan performanslar sunmak için olağanüstü sanatçılarla iş birliği yapmaktan gurur duyuyor. Hayatlarımıza nüfuz eden bu baş dönmesi hissi sezon boyunca hem habercimiz hem de yol gösterici ışığımız olacak” diyen topluluk, genç nesilden 40 uluslararası müzisyenin oluşturduğu bir orkestra. Cenevre merkezli ve erken barok müzikten çağdaş müziğe, caz, rock, dünya müziği, elektronik müziğe kadar her dönemden ve tarzda müzik icra ediyor ve eşzamanlı olarak dans, tiyatro ve görsel sanatları içeren çeşitli disiplinler arası projeler yaratıyor. Geneva Camerata’nın müzik ve sanat yönetmeni şef ve piyanist David Greilsammer. 2013’te Céline Meyer ve David Greilsammer tarafından kurulan orkestra, 10 yılı devirmiş ve o zamandan beri grup Berliner Philharmonie, Paris'teki Théâtre du Châtelet, Londra'daki Kings Place, Montreux Caz Festivali, Mexico City'deki Centro Nacional de las Artes, İstanbul Uluslararası Müzik Festivali, Rheingau Müzik Festivali, Pekin’deki NCPA ve Şanghay’daki Oriental Art Center gibi festivallerde ve mekânlarda sahne almış. İşte bu ‘yürüyen orkestra’, İKSEV’in ev sahipliğinde İzmir’e, ayağımıza kadar geldi.
Her zaman en çılgın zorluklarla yüzleşmeye hazır olduklarını söyleyen bu çok ödüllü orkestra için New York Times, “Onlar klasik müzik dünyasında oyunu değiştirdi” diyor. İzlediğimiz ‘Revolta’ performansı için ise program kitapçığında şunlar yazıyor: “Geneva Camerata, Los Angeles banliyölerinde doğan bir hip hop dans stili olan krump dünyası ile müzik tarihinin en büyük şaheserlerinden biri olan Şostakoviç’in Beşinci Senfonisi arasında benzersiz bir karşılaşma sunuyor. Orkestranın müzisyenlerinin, Grichka, Dexter, Hendrickx ve Melissa'dan oluşan dört hip hop dansçısıyla birlikte aynı anda dans ederek ezbere çaldığı bu güçlü performans, hoşgörü, cesaret ve özgürlük gibi güncel toplumsal temaları ele alıyor.” Geneva Camerata hakkında sıradan bir arama motorunda daha pek çok şaşırtıcı ayrıntıya ulaşabilirsiniz. Onun için hiç o bahislere girerek yer ve zaman kaybetmeyeceğim, sadece gördüklerimi tercüme etmeye çalışarak yazıyı toparlayacağım.
Bir şaman ayîninin ortasına kaldık adetâ! Hafif bir ışık altında sahneye tek tek çıkıp gelişigüzel (?!) dolaşmaya başlayan siyahlar giymiş insanlar... Tam saatinde birbirleriyle konuşmaya, sohbet etmeye başladılar. İkili-üçlü-dörtlü gruplar halinde... Yaklaşık 40 kişi. Yaklaşık diyorum, çünkü, nasıl ki bir solo Art Tatum performansında kaç kişinin piyano çaldığını anlayamazsanız, öyle bir koreografi. Bazen çok çok kalabalıklar, bazen yapayalnız. Bazen bir sirk coşkusu ve heyecanı bazen mâtem ve ağıt havası. Bazen bir senfoni orkestrası tavrı bazen bir sokak çalgıcısı ve arkadaşları. Bazen flamenko bazen ritmik jimnastik, hayır hayır; hip hop ve krump... Bazen karizmatik bazen vasatın da altında... Ve fonda Shostakovich’in (Sovyet resmî ağzının saldırgan lisânıyla söylersek) kaba, biçimci ve nevrotik 5’inci Senfonisi... Bazen largo bazen allegro non troppo...
Kuşkusuz, bir ses ve ışık gösterisi. Yaylılar, nefesliler, vurmalılar... Sahnede 1.5 saat hemen hemen hiç durmadan dönen, hareket halinde bir orkestra. Öyle bir sahne düzeni ki Einstein’in ‘görelilik kuramı’nın ne olduğu sorusuna verdiği yanıta benzer bir tokat, “Bir şeyler hareket ediyordu” demiş hani... Ve sahnede ‘itelenip kakalanan (?!)’ bir Steinway... Birkaç kişi üstüne çıkmalar, tepesinde keman ve trompet çalmalar, sürüklemeler, hafif bir valse dâvet... Hepsi var ama kapağı açılmadan ve tek tuşuna basılmadan akşamı tamamlayan bir piyano düşünün. Arp ve marimba daha şanslıydı. Onları da epeyce gezdirdiler ama hiç değilse onlar seslerini duyurabildi salona. Yaylılar, ‘arşe’lerini ok eyleyip bize doğrulttular bir ara... Gerçi yayı bırakmadılar ama ‘vurulmadık’ diyemem!
Sahneye sığamayacakları belliydi. Bir ara aşağıya salona indi iki kişi, bir takip projektörü yanıverdi onları izlemek için. Işığın açısı öyle bir tesadüfle ayarlanmıştı ki bir anda benim koltuğum şavka büründü. Işığın doğrudan beni gösteren parmağı, “İşte bu dinleyici yarın gazetesinde konseri yazacak” der gibiydi. Benim de fırsat bu fırsat deyip, durumdan vazife çıkarttığım doğrudur. Festival sahnesinde bir ‘curcuna’ yaşandığı da doğrudur. Ama o kadar revnaklı bir usûldür ki curcuna, kaostan düzene nasıl evrildiğimize tanıklık etme pek keyifli ve ayrıcalıklıydı. Teşekkürler İKSEV.
Uzun yıllardır ilk defa bir gösterinin neden ayakla alkışlandığına hayret etmedim. Lady Machbeth, Shostakovich, Shakespeare, Hasan Âli Yücel, Art Tatum, Einstein... Hepsi ayaktaydı.
38 sayısını ‘çeyrek yüzyılı devirmiş, 40’a da 2 kalmış’ kabilinden basit bir matematik ifadeye indirgeyebilirsiniz. Ama... Festivalin doğum günü pastasındaki ilk mum üflenirken (1987) dünya CD ile tanışmıştı ama kaset ve plâklar hâlâ yaygın olarak kullanılıyordu. Spotify, YouTube gibi dijital yayın platformlarının bugün sunduğu anında küresel erişim fırsatı uzak bir hayaldi kuşkusuz...
Pek çok disiplin gibi sanat dünyası da henüz ‘yapay zekâ’ ile tanışmamıştı ve beste yapabilmek sadece bestecilerin ayrıcalıklı mahallesiydi. Bugün, vokal taklidinden profesyonel prodüksiyon desteğine kadar uzanabilen ince detaylar insan elinin ayrıcalığından uçup gitmiş gibi görünüyor. Sanatçıların sanatseverlere ulaşımı radyo, televizyon ve konserlerle sınırlıydı. Instagram, TikTok gibi ‘sosyal medya’ aparatlarıyla dinleyici-izleyiciye dokunmak, iletişim tanımı içinde yoktu bile.
İşte, geçip giden yıllara bir de bu farkındalıkla bakarsanız bir sanat etkinliğini ‘salonda izlemek kültürü’nün insanlığın giderek uzaklaştığı ve belki de unutulmaya ramak kalmış nostaljik bir inceliğe evrilmeye başlayıp başlamadığını, hayret hattâ dehşetle sorgulamak yazgısıyla yüzleşebilirsiniz. Son cümleyi okuyup bitirdiğinizde saçma veya abartılı da bulmuş olabilirsiniz. 38 yıl önce yukarıdaki paragraf da bir hayaldi. İşte, ‘klâsik’ler zaman ötesi olabilme halleriyle kıymetlidirler. 38.’inci yıla lütfen bir de bu gözlükle bakın.
Avrupa Festivaller Birliği (EFA) üyesi olan, İzmir’in gözbebeği haline gelmiş bu seçkin organizasyon 38 yıldır EFA’nın AB destekli EFFE (Avrupa için festivaller, festivaller için Avrupa) Projesi’nin Türkiye Festivaller Merkezi kimliğiyle İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) ev sahipliğinde düzenleniyor.
Festival’in açılış konseri ‘Barok’tan Romantizm’e’ seçkisiyle iki virtüözü AASSM’de ağırladı. Uluslararası başarıları ve ödülleriyle tanınan Tuncay Yılmaz (keman) ve Emre Elivar (piyano), J. S. Bach, R.Strauss ve F. Kreisler eserlerinden örülü repertuvarlarını seslendirdiler. Barok’un aristokrat matematiği romantizmin bulutsu heyecanıyla harmanlanmıştı.
Yılmaz’ın 1731-Venedig, Petrus Paulus Devitor-Red Diamond- kemanıyla, Elivar’ın parmaklarında konuşan (ve kemanın yanında haliyle yeni yetme diyebileceğimiz) Steinway’in buluşması estetik fikrinin doruklarına taşıdı bizi. Uzun zamandır bu kadar telâşsız bir yoruma denk gelmemiştim. Suyun, önüne çıkan hiçbir engelle inatlaşmaması gibi dingin, ama damlaların delici kararlılığı kadar delişmen... Sanatçılarımızın BİS olarak sunduğu Gardel Tango (Por Una Cabeza) ise dinleyicilere evlerine kadar eşlik etti zannederim. Teşekkürler İKSEV.
Yazıyı, Çetin Altan ustamızın yaşam kalitesinin ıskalanan sebep-sonuç döngüsü için aruzla düşürdüğü dizeleriyle bitirelim: “Kişinin dişleri sağlıklı olursa inanın / dokunur topluma her gün daha üstün yararı...” Bir kentin sokaklarında çöpler birikmişse eğer, meselenin parayla-pulla bir ilgisi yoktur aslında. Bütün pislik, kentli ‘festival’inin kıymetini bilemediği için ortada kalmıştır bence...
AASSM Büyük Salonda, İzmir İtalya Konsolosluğu işbirliği ile düzenlenen konserde, Paolo Damiani (kontrbas), Elena Paparusso (vokal) ve Antonio Jasevoli (gitar), “kendi tâbirleriyle”, “caz ve pop arasında dengelenmiş bir repertuardan oluşan yeni projeleri”ni sundular. Hep yazıyorum, ben müzik eleştirmeni değilim; Caz ise, zaten ayrı bir ihtisas konusu. Festival’in, en çok merak ettiğim (Ümit Tunçağ ve Sirel Ekşi’nin yönettiği...) “Write Stuff Atölyesi”ne de, yaşım tutmadığı için beni almadıklarından, “Caz yazarlığı” konusunda, maalesef bir gelişme de kaydedemiyorum. Bu sebeple okuyacaklarınız, yine “disiplinli bir sanatseverin gözlüğünden” görünenler olacak; mecburen katlanacaksınız.
Gelin, “konser kitapçığı ve bültende ne yazıyorsa, doğrusu odur” diyerek, bu “yeni proje”yi sanatçıların kendi cümleleriyle anlatalım; çıkarımları değerli okuyucu kendisi yapsın: “...Kâğıt üzerinde, pek de olası olmayan bir buluşmaymış... /...caz dili ve klâsik müzik bilgisi ve pratiği yoluyla özgün bir Avrupa dili icat edilmiş... / ...Caz estetiği, geleneksel olmayan bağlamlara taşıyan gitaristler, ayrıntılı olarak anlatılıyormuş... / ...hem şarkı söylemenin, hem de deneyselliğin sınırları içinde rahatça hareket edilebiliyormuş...”
“Çevirenin notları”na gelice... Bendeniz, müzikte, hâlâ (piyano dahil...) akustik enstrümanları elektronik olanlara tercih edenlerden olduğum için, sahnede “içi boşaltılmış” olanlarını görünce, biraz buruldum açıkçası. Çünkü bu görsel, içeriğe yansıyor gibi geliyor bana; etkileniyorum... Açılışta ve yer yer konser sırasında da yararlanılan, “uzun sesleri tekrarlayan teknoloji”, artık “vak’a-i âdiyye”den sayılıyor. Fakat belirgin bir hoşluk olarak, sanki “dünyanın her yerinden esintiler içeren düzenlemeler” dinledik izlenimi edindim. Öyle ki, “sahnede, nerede hata yapıldığını bile anlayamayacağımız, ezgiden arındırılmış-atonal kompozisyonlar” deşifre edildi. “Avrupa Cazı’nda genetik olarak kullanılan ve artık sıklıkla ısıtılarak önümüze getirilen Afrika temalarından daha çok (ve güzel olarak...) Güney Amerika’nın etnik tütsüleri ulaştı kulağıma... İnka, Aztek motiflerinin ses çağrışımları... Hâl böyle olunca, “Afrika’dan Amerika Kıtasına taşınan Caz, Avrupa’ya geri dönerken, orada neleri bırakmış ?” diye sorası geliyor insanın. Ve “bu benim gönderdiğim Caz değildi” diye söyleniyorsunuz, biraz. Algıda seçicilik diyebilirsiniz ama, konser biterken, bir şarkı da güzel ülkemin son günlerine armağan edilmiş gibi, vazife çıkarttım durumdan: En beğendiğim ve içimi ısıtan “Esperenza” ezgisi, İspanyolca bir çağrışımla, “umut” taşıyordu salona.
Paolo Damiani
Gazeteci-yazar dostumuz Nedim Atilla, Slow Food hareketinin Türkiye’deki kurucu liderlerinden biridir. Sivil toplum kariyerinde, Terra Madre Delegesi olması, Türkiye Mutfak Dostları Derneği’nde yıllarca Başkan Yardımcılığı yapması gibi, önemli kilometre taşlarına dokunmuşluğu vardır. Dahası, kitaplarının 11’i gastronomi kültürü üzerinedir. Yani, bir “sonradan gurme” değildir, kendisi...
Sohbete, “Cazı neden severiz ki ?” sorusuna, “Caz müziği, doğaçlama, ritmik karmaşıklık ve ifade özgürlüğü ile tanımlanabilir” diyen “Matisse” ile başladı. Bu Gastronomi’ye akıllı bir göndermeydi, bence... Katılımcıları, onların bildiklerini tekrar ederek bunaltmadan, Caz tarihinde şöyle bir dolaşıverdik. “Zaman, mekân, ustalar, kökler, ekoller, farklar ve benzerlikler” üstüne kısa bir ufuk turu yaptık. 19. yüzyıl “Louisiana”sından “New Orleans”a, Afro-Amerikan topluluklarındaki “Blues ve Ragtime”dan “Swing” ve “Poliritmler”e ve “Doğaçlama”lara; “Çingene Cazı”na, “Bebop”, hattâ “Caz-rock füzyonu” ile “Smooth Jazz”a kadar yelpazelendik. Elbette, “Caz’ın Gastronomisi”ni 1 saatte anlatmak mümkün değildi. Bütün bunları, bir köşe yazısında özetlemenin mümkün olamayacağı gibi. Buna rağmen...
“Tarih boyunca, bazı büyük bestecilerin gastronomik zevklere olan tutkuları belgelenmiş ve bu özellik, bazen eserlerine ya da yaşam tarzlarına da yansımıştır” diye bir pencere açtı önce, “Atilla”. İtalyan opera bestecisi “Rossini”nin “besteciliği 37 yaşında bıraktıktan sonra hayatını gurme lezzetlere adamış biri olduğundan, hattâ ‘Tournedos Rossini’ diye bilinen -sığır eti, kaz ciğeri ve trüf mantarıyla yapılan bir Fransız yemeği-nin onun adını taşıdığı”ndan girdi, Barok dönemin devlerinden ‘Handel’in oburluğundan, Romantik virtüöz ‘Liszt’in, şaraba olan düşkünlüğünden, Macar kökenli olması nedeniyle, baharatlı ve zengin tatlara olan ilgisinden, ‘Brahms’ın ise, tüm zamanların en iyi aşçılarından biri olduğu”ndan çıktı.
Geçtiğimiz Çarşamba akşamı, OLTEN Filarmoni Orkestrası’nın “icat ettiği” güzel işlere bir “prömiyer” daha eklendi. “Kemal ile Lâtife” adını taşıyan “Danslı Anlatım”, AASSM’de sahnelendi.
Program Kitapçığında, “...OLTEN’in birbirinden farklı dans türleriyle orkestrayı 2022’de aynı sahnede buluşturduğu ‘Sentez’ adlı projedeki bir bölümün, akıllarda çok yer ettiğinden, burada çok alkış alan farklı bakış açısının, eserin yaratıcısı Burcu Sürmeli Borovalı için, ‘Kemal ile Lâtife’ nin çıkış noktasına evrildiğinden ve kendi hikâyesini sahneye taşıma fikrini oluşturduğundan...” söz edildiği ile başlayalım. Ve o gecenin de tanıklarından biri olarak, anlatıcının “Sadece iki insandılar” dediği anda, onların 1922-1925 yılları arasında geçen evliliklerini, “sahneye taşımak nasıl oluyormuş ?” ; becerebilirsek, geceyi tarife çalışalım.
İçine, yer yer barut kokusu da serpiştirilmiş olmasına rağmen, “nahif” bir uvertür’den ”Hoş gelişler ola”ya, (özetle...) “İzmir kavakları”ndan Schubert “Serenad”ına, “Manastır türküsü”nden Chopin’in “Noktürn”üne ve nihayet, Kemanî Serkis Efendi’nin “Kimseye etmem şikâyet”ine kadar, esasa ve akışa bu kadar uyan; uymak ne kelime, ona hayat veren bir müzik düzenlemesine, yakın zamanda hiç rastlamamıştım.
Bu kadar “netâmeli bir gündem”i, bu kadar samimi, üstelik kibar anlatabilmek, bu denli sade, fakat vurucu bir “tematik koreografi” ile resmetmek, bütün salonu “dansın konuşabildiği”ne ikna etmek ve bunu sıradan bir şeyler oluyormuş gibi sahnelemek... Attilâ İlhan’ın “böyle bir sevmek görülmemiştir” dizesine nâzire olacak bir iştir; “görülmemiştir...”
Ya, aynı kostümlere, “hem yoksulluğu hem de görkemi” çizmek ve o çizgileri her tabloya yerli yerince paylaştırmak neyin nesidir? Biz nicedir hasretiz böyle “özenli dokunuşlar”a... “Zübeyde Hanım’ı, Fahrettin Altay’ı, Salih Bozok’u, İsmet İnönü’yü, Fevzi Çakmak’ı, Rauf Orbay ve -bana asıl sevdâsı olan memleketini çağrıştıran- Hayâl karakteri”ni, kararınca iliştirmek, sıradan sayılabilir mi ?
“Lâtife” dans ederken, aynı yüzde, “hayran, âşık, kızgın, üzgün, pişman ve perişân” olanı taşımak, nasıl unutulur? Aynı eldeki “dâvet ve reddiye”, aynı adımdaki “uçarı zarafet ve ayaklarını yere vuran hırçınlık” , dahası sahneye hiç örselemeden bırakılıveren “öteki Lâtife”nin, dans ederken kemanla yaptığı düet, nasıl gözden kaçar? Bir “dev” olan “Kemal”i, üstüne, gölge kadar rencide etmeden “dansla giyinmek” ; asker ve sivil Kemal”i “ayrı adımlamak”; rolünü, gözlerinde “hem gücü hem şefkati” taşıyacak kadar yaşamak, nasıl olur da iz bırakmaz?
Böyle yazıların, en büyük tehlikesi, heyecandan hep bir şeyleri unutmaktır. Ve yazarken unuttuklarınız, yıllar sonra, tekrar okuyunca düşer kucağınıza; mahcup olursunuz. Bu akşama dair de, mutlaka, isimler, renkler, kokular, söylenenler, söylenmeyenler arasından unuttuklarım çıkacaktır. Meraklısına tavsiyem, program kitapçığını didik didik etmeleridir. Orada, OLTEN Minikler ve Çocuk Korosu’na ve şefleri Süreyya Okşan Polat’a rastlayacaksınız; onları mutlaka kucaklayın... Şef Tolga Taviş, anlatıcı Hakan Gerçek, başkemancı Deniz Toygür çıkacak karşınıza. Düzenlemeleri, Kaya Reha Demircan’ın yaptığını, dekor tasarımının Çağda Çitkaya, kostüm tasarımının Sevda Aksakoğlu’na ait olduğunu göreceksiniz. İzmir Devlet Opera ve Balesi Sanatçılarını, OLTEN Filarmoni Orkestrası’nı, hepsini, hepsini bizim yaptığımız gibi dakikalarca ayakta alkışlayın.
Önceleri anlayamazdım ne demek istediğini...
Anlamaya başladığımda ise artık işime gelmeyen bir yaşa erişmiştim çoktan.
Onun içindir ki hâlâ anlamamak için yan çiziyor ve tekerlemeyi kendi aklımca şöyle düzeltiyorum:
“Yaşasam yaşasam, yaşadığım kadar daha yaşarım.”
Böyle iyimser gözle bakınca, Hürriyet EGE’nin 40’ıncı yılı için kalem oynatanlar arasında olmak daha bir anlam kazanıyor.
Etrafınıza alıcı gözüyle bakın lütfen...
“İzmir’de 40 yılın imbiğinden süzülmüş ‘ne kadar az satır’ kalmış olduğuna” hayret edeceksiniz.
Soruyu, geçen her yılla birlikte, babam gibi değil de benim gibi sorduğu için olabilir mi?
500 yıllık bir kaleye, etkinlik düzenleyerek, sadece vakıflar sahip çıkmaz. Konsere saygıyla ara vermişken, misafirler ezan okunurken çene çalmaz, metro 01.00’de kapandığı için, kimse emekli ispenç horozu gibi ortada kalmaz. İzmir’de de, “uygar kentler liginden düşülmesin, deyû” canını dişine takmışlar olduğu için, İKSEV’in ev sahipliğindeki 37. Uluslararası İzmir Festivali’nde, geçen çarşamba akşamı olduğu gibi, hamdolsun. Destansı müzikleriyle çok sayıda filme müzikal ilham veren ustalar anılır, sinema tarihinin büyük portresi “Ennio Morricone” büyülü tınılarıyla yaşar, 500’den fazla filmin, orkestra müziklerinin bestecisi, güle oynaya ağırlanır.
Orkestra şefi, trompet sanatçısı ve müzik düşünürü şapkaları havada uçuşur, görüntüleri konuşturan “efsane” için “Le Muse” durumdan vazife çıkartır, kadınlardan oluşan bir topluluğun özel kariyeri, böyle köpürtülür. Şef “Andrea Albertini” yönetiminde, sahneye bir “zaman makinesi” kurulur; Misafirler, iz bırakmış filmlerin yanına, “tekrar izlenecek” notu düşer ve işin farkında olanlar, “o piyano oraya -yine- nasıl taşındı?” diye söyleşir.
Solist soprano “Daniela Placci” nin, göz kamaştıran elbisesi, elbet konuşulur, “Usta’nın dünyadaki sesi” “Susanna Rigacci” ile “mihrabın yeri” işaretlenir, Topluluğa son anda katılan Türk Çellist “Pelin Odabaşı” , gururla alkışlanır. Ve duayenler, sinema perdesine, “özlenmiş bir Türkçe ve ses” ile hayat verirler.
37. Uluslararası İzmir Festivali, bu akşam yine 21.00’de Çeşme Kalesi’nde İstanbul Polonya Başkonsolosluğu ve İzmir Fahri Konsolosluğu işbirliği ile yapılacak, “Marcin Dylla” klasik gitar konseriyle devam edecek.
Festival kitapçığındaki, “mütevazı görünen en iddialı” başlıktaydı aklımız: “Klasik gitarın genç duayeni” olmak... Aslında “en kıdemli diplomat” anlamına gelen “duayen” sözcüğü; “u borularındaki suyun külliyen aşağılara düştüğü” güzel ülkemde, uzun süredir iskambil destesi gibi hoyratça dağıtılıyor olsa da, TDK’nın nadiren bulduğu güzel karşılıklardan biri olan “aksakallı” ile parlıyordu benim hayalhanemde. Üstelik, bu hayali“genç” gibi; tazelik, “delişmen bir toyluk çağrışımı” ve kafamızdaki Z kuşağının halleri ile koşullanmış bir avarelikten kopartıp, ellisine merdiven dayamış, üstelik akademik bir ustalık çeşnisi ile birlikte yorumlamamızı istiyorlardı.
Dakikalar ilerledikçe, barok zamanlardan günümüze, Silvius Leopold Weiss’ten Astor Piazzolla’ya uzanan seçilmiş bir gitar repertuvarı sarıp sarmaladı bizleri. “Marcin Dylla” hakkındaki, “klasik gitarın yakın tarihinde, eşine az rastlanır bir yetenek olduğu” kanaatinin hakkını vermeye ve tadını çıkartmaya çalıştık. Hemen hemen bütün repertuvarı gözleri kapalı çaldı. Aralardaki, zarif, kıvrak ve nüktedan açıklamaları, yeni tanıştığımız eserlere bile yakınlaşmamızı sağladı. Prestijli yarışmalardaki sayısız ödülü, uzun uluslararası turneleri, en çok satan albümler listesindeki yeri, seçkin yarışmalarda jüri üyesi olarak aranan kimliği, “ilk seslendirilen eserler” için tercih edilen parlak stili ve neredeyse tüm önemli gitar festivallerine davet edilme ayrıcalığı ile iz bırakmış bir sanatçı, sadece birkaç metre ötemizdeydi işte... “İyi müzik kutsalı”nı, “elimizin altında fırsatı”na taşıyan, İstanbul Polonya Başkonsolosluğu ve İzmir Polonya Fahri Konsolosluğu’na da birer çiçek gönderelim buradan. Bu işbirliği ile gerçekleştirilen konseri, “herhangi bir geceymiş” takviminden çıkartıp, 37. Uluslararası İzmir Festivali’nin “unutulmazlar”ı listesine eklemek lazım.
Açıkhava konserleri her zaman aksiliklere gebedir. Aynı saatlerde Türkiye, dakikalar sonra başlayacak Hollanda maçına hazırlanıyordu. Hem de ne hazırlanmak! Görmediğimiz, sadece duyduğumuz “hazırlık faslı”, konserin büyüsünü bozmakta gecikmedi. Önce sanatçının konsantrasyonu gölgelendi, sonra seyircinin mahcubiyeti katlandı... Sahneye çıkmamış olanlar, böyle hallerin sanatçılar için nasıl bir işkence olduğunu pek kolay anlayamayacaklardır, sanıyorum. Konserin sonuna (ki yanılmıyorsam, bir bölümü de çalmadan bitirdi...) soluk soluğa ulaşabildik. Organizasyon adına, “elden ne gelir?”den fazlası söylenemiyor. Sanatçıya, konserin “özel ve karmaşık bir akşama denk geldiği” mutlaka açıklanmıştır. Hatta, muziplik olsun diye, Efes’te Zamfir’in başına gelenler bile çıtlatılmış olabilir. Yine de, “dış ses” handikapına “yeterince hazırlamamıştı kendisini, gelecek sefer biraz daha sakin kalacaktır” deyip, toparlayalım. İkinci selama gitarsız geldi, Marcin Dylla. “Bis yapmayacağım, yapamayacağım” demek istediğini böylece anlamış olduk. Maça yetişmek için çoktan merdivenlere yönelmiş olan seyircilere bakınca, “çok da haksız olmadığını” mırıldandık, aramızda. Bizim alkışlarımız ise hâlâ devam ediyor; umarım duyuyordur... 37. Uluslararası İzmir Festivali, 11 Temmuz 2024 Perşembe akşamı 21.00 de İzmir Tarihi Agora’da “Camerata Balcanica Ensemble” konseriyle devam edecek.