Doğulu ülkelerin en batıda olanı Türkiye’den, (Gökçeada İnceburun’u saymazsanız), Türkiye’nin de hemen en batısından, Çeşme Kalesi’nden bakıp da, İber Yarımadası’nın ve Avrupa’nın en batısındaki Portekiz’in kadim müziği için bir konser yazısı yazmak zor; belki işin ruhuna aykırı ama, deneyeceğiz... Ortak noktamız, (birebir çevirisi mümkün değilse de, Fado’nun kelime anlamı itibariyle...) “kadere veya alın yazısı”na yakın duruşumuz olabilir.
TESADÜF OLMAYANI GETİRDİ
Denizci bir milletin müziğidir Fado! Balıkçı, seyyah, kâşif ya da az biraz korsan... Hiç fark etmez! Cevat Şakir’in “Aganta Burina Burinata”sında, “Balıkçılar... Kara bahtlı balıkçılar” diye ünlediği satırları bir düşünün. Değil mi ki, sevgililer, eşler denize uğurlanır ve umutla onların geri dönmesi beklenir... Ve değil mi ki, beklenenler artık geri dönmeyecektir... İşte, Portekiz kadınlarının; derin acılar, hüzün, bitmeyen özlem, boğazda düğümlenen mutluluklar ve bunların aşk lisanıyla ifade edildiği, üstelik denize karşı yaktığı ağıtlardan, 19. yüzyılda türediği söylenir, Fado’nun... Yani, yaygın iki Fado geleneğinin, adını Lizbon ve Coimbra şehirlerinden alması da tesadüf değildir. İşte İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV), bu “tesadüf olmayan”ı getirdi sanatseverlerin ayağına...
BİZ DE ORADAYDIK DEMEK
35. Uluslararası İzmir Festivali, öyle bir konserle veda etti ki bu sene, haziranın başından beri Çeşme’deki evlerinden çıkmaya üşenen İzmir destesinin “as, papaz, dam ve vale”leri bile (-biz de oradaydık- demek için de olsa...) Çeşme kalesinin hırpalayan merdivenlerini tırmanmak zorunda kaldılar...
Dediğim gibi, bir Fado yazısı yazmak zor; hoşgörünüze sığınarak, kendi çıkarımlarımı paylaşacağım... Titreyerek parlayan sesi ve tutkusunu esirgemeyen söyleyişi ile dinleyicileri avucunun içine alan Tânia Oleiro’ya, Portekiz gitarında Bruno Chaveiro, klasik gitarda ise Joao Domingos eşlik etti. Sanatçının, “sözcükleri anlamasanız da, hissedeceksiniz” demesine, dakikalar ilerledikçe, ben bir de şu anlamı yükledim: “Evet... Kendisinin de söylediği gibi, -belki büyük bir aşk değil- ama, büyük bir kayboluş var ortada. Sert, keskin; buna karşılık nahif, kırılgan, buğulu... Öyle ki, Portekizce bilmeden, Fado’nun başka bir dilde söylenemeyeceğine bile iman ediyor insan...
ÇALANIN ELİNDE BAMBAŞKA
KOVİD’LE ANLAŞILDI
Bütün dünyayı hırpalayan “Kovid haşeresi”nin, göreli kazançlarından biri, her otomobilin bagajına demirbaş olarak yerleşen katlanır 1 masa ve birkaç sandalye alışkanlığıdır sanıyorum. Ve bu alışkanlığın, bazı hallerde farkındalık filizi halinde uç vermesi ise, daha da sevindiricidir. Çünkü bu farkındalık, giderek yeşile, maviye ve doğaya yakın bir dizi başka renge dönüşme eğilimi gösterir... Bu haliyle (kampçılığın hası olan) çadır, uyku tulumu ve “milyarlarca yıldız altında uyuma” geni tetiklenebilir çünkü... Ve bu huzur ve estetik, yeterince demlenebilirse, açıkhavanın tek keyfi olduğu zannedilen “mangal geni” de, belki bir miktar güç kaybeder...
KARAVAN MERAKLILARI
Ülkemiz kampçılığı açısından ikinci önemli sonucu ise, “karavan meraklıları”nın sayısındaki artıştır. Kazançtır; çünkü üreticisinden son kullanıcıya, ithalatçısından kamping işletmelerine (?!) kadar, birbirini besleyen bir zincirin, ilk halkasını oluşturur bu talep... Ama biz son 1-2 yıldır, sadece kayıpları konuşmak zorunda kalan bir ülke haline geldik. Çünkü, her şeye olduğu gibi, bu işe de tersinden yanaştık. Ünlü arama motorlarındaki “satılık karavan ve motorkaravan” sayısı, ben bu yazıyı yazarken toplam 2.556’ya ulaşmıştı... Bu sayıya ithal karavanlar ve ilana düşmeden el değiştirenler dahil değil. Evinin önünde kendi imal ederek kendini bu dalgalar bırakanlar ayrı yazı konusu olur. “Önce bir kiralayıp deneyelim, sonra bakarız”cılar, en makul telden çalanlar. “Hayatımın hayali” diye gün geçirenler ki, sadece maliyet artışlarına odaklanıyorlar. “Ben kampinglere para vermem, istediğim her yerde kamp yaparım” bedavacıları ise, meseleyi hiç anlamamış olan gruptur. Oysa karavancılık, ne yazık ki “karavan sahibi olmak” demek değildir! Bu sadece bir ayrıntıdır.
Sadece siyah-beyaz giyinmeleri, seslerindeki envai renge ve buhura güvendikleri içinmiş meğer... Güler yüzlü ve barışıktılar... Madrigal bir ayinin tütsülenmiş tınısını, sanki çok önceden içlerine çekmişler gibi; basit, gösterişsiz, fakat insanın içine işleyen bir nefesle gökyüzüne salıverdiler... Bu üfleyiş öylesine etkiliydi ki dinleyenler, serbest kalan bu nefesin büyüsü bozulmasın diye, bir müddet nefesini tutmak zorunda kalacaktı... “İçlerindeki çocuksu ruhu kaybetmemiş” altı kadın sanatçıdan, Viola Blache (Soprano), Helene Erben (Alto), Franziska Eberhardt (Soprano), Luisa Klose (Alto), Marie Charlotte Seidel (Mezzo soprano) ve Marie Fenske’den (Soprano) oluşuyordu “Ensemble Sjaella...” Ve “One Charming Night - Büyüleyici Bir Gece” adını verdikleri repertuvarlarını, medeniyetin, bilinen en eski enstrümanı ile; sadece “insan sesi” ile seslendirerek, “A Capella” yelpazesinin hemen her kıvrımında, olağanüstü bir ciddiyet ve disiplinle dolaşarak örneklediler. İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV), düzenlediği 35. Uluslararası İzmir Festivali’nde tarihi Agora; görünen-görünmeyen yüzü ve derinliği ile yine hazırdı evsahipliğine... Bir açıkhava konserinin olası tuhaflıkları ise, 35 yıldır olduğu gibi, yine pusuda bekliyordu ve başına buyruk halleri ile, onlar da gösteriye hazırdı... Birer birer sahne aldılar... “Uçaklar, köpekler, megafonlu seyyar satıcılar, taksi kornaları, motosiklet varyeteleri ve nihayet birkaç el de silah sesi...” Ama dedik ya, “barışık”tılar... “Patates - soğan satıcısı”- na, mikrofondan “okey, okey...” tebessümüyle karşılık verecek kadar... Bu sakinlik ve teslim oluşun, başka bir önemli sebebinin de, mutlaka altı çizilmeli! Bizim için İKSEV, her festivalde, her sene vitrine çıkartmasa, “İkiçeşmelik”in orta yerindeki, bildik Agora idi orası sadece... Ama, “geceyi büyülemeye gelip de, geldikleri yerde büyülenen büyücüler” için, (konser sırasında sık sık tekrarladıkları gibi...) “benzersiz bir mekânda şarkı söyleme şansı bulmaktan duydukları mutluluğun adresi” oldu... Konsere “Northern Lights” adlı şarkıyla başladılar. En eskisi 1485’e kadar uzanan, en yenisi 1985’e tarihlenen, o kadar zengin ve çok uçarı bir iksirle doldurdular ki “büyü kazanını”; gece boyunca, “Ola Gjeilo’dan Fredrik Sixten’e, Martin Luter King’den Shakespeare’e, Henry Purcell’den Francesca Turina Bufalini”ye kadar pek çok isimle göz göze geldik, diz dize oturduk... Kuş sesi ve konrabas taklitlerinden, Norveç, Danimarka ve Finlandiya halk ezgilerine, İngilizce, Fransızca, İtalyanca şarkılara kadar, duyduğumuz duymadığımız pek çok nota ile düzen aldı kulaklarımız. Bir “koltuk davulu”nun abartısız ritminden, farklı boydaki 6 su dolu kadehin müzikal uğultusuna kadar, “büyü için” her malzemeyi kullandılar. A Capella olunca, şarkı aralarında akort yapmadılar mı sanıyorsunuz? Ceplerindeki diyapazonla, kimselere göstermeden zarifçe çekiştirdiler ses tellerini... Nihayet, “Gute nacht” vakti dediler ve dinmeyen alkışlara, eski bir Alman halk şarkısıyla teşekkür ederek bitirdiler. Keşke, “bir bilen” (o her kimse?), bis olarak Türkçe bir halk türküsünün finale çok yakışacağını da söyleyiverseydi... 35. Uluslararası İzmir Festivali, 20 Temmuz 2022 Çarşamba gecesi, Çeşme Kalesi’nde Portekiz Büyükelçiliği ve İzmir Fahri Konsolosluğu işbirliği ile yapılacak “Fado” konseriyle sona erecek.
İzmir bir “zıtlıklar şehri…”
Belki de, cazibesi buradan besleniyor.
Hiç beklenmedik bir davet alıyorsunuz;
Aziz Vukolos Kilisesi’ne giden sokakların karanlığı,
Arjantin tangolarının parlak ışığına çıkıyor.
Dilini anlamadığınız siyahîlerin sohbeti,
Carlos Gardel’in şarkılarında, “aşk’ın anlaşılır yüzü”ne dönüşüyor.
Evet onlar “çaldılar !” Enstrümanlarının geleneksel ifadesini aşan bir yorumla, “Osmanlı coğrafyasından, Çîn-ü Maçîn’e, Endülüs’ten Afrika’ya, Kadıköy’den Paris’e uzanan” farklı bir “ipek yolu”nu, bambaşka bir “ay”ın altında yürüdüler… “Şamanizm üfleyen pentatonik dizilerden, segâh’a, sabâ’ya uzanan” müzikal şiirler söylediler. “-Klâsik Doğu (makam) Müziği-ni, Flamenko’nun feryadıyla; dahası Endülüs cante jondo (derin şarkı) geleneğinden gelen lirik, masalsı ve arınmış bir virtüözite ile” sarmaladılar…
“La Luna De Seda” (İpek Ay) isimli son projesinde; yine, (asıl ün yaptığı) ve beş telli kontrbasında kullandığı özel enstrüman tekniği ve deneyselliğiyle kanatlanan Renaud Garcia - Fons, tartışmasız “elebaşıydı !” İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı'nın (İKSEV) düzenlediği 35. Uluslararası İzmir Festivali’nde, Institut Français İzmir işbirliği ile gerçekleşen konserde, “telliler”in bu inanılmaz buluşmasında; daha önce farklı projelerde birlikte olduğu, “İncesaz”ın buğulu sesi ve İhsan Özgen ekolünün seçkin arşesi Derya Türkan (kemençe), çağdaş ve klâsik batı müziğinden ladino, rembetiko ve daha fazlasına uzanan ufkuyla Serkan Halili (kanun) ve Flamenko’nun yanık notalarında, herzaman aranan bir yorumcu olan Kiko Ruiz (Flamenko gitar) ile birlikte sahne aldılar. Demem odur ki, “orada ol(a)mayanlar”a tarife çalıştığım müzikaliteyi, “eşi menendi görülmemiş bir ritim algısıyla, ezgi ve zaman zaman da, doğaçlamayı beraber keşfetmeye yönelik bu derin arzuyu – suçu” herkesin gözü önünde, “teşekkül halinde” işlediler…
Bu yılki festivalde, “…ben de oradaydım” diye hoş bir icat çıkarttı, İKSEV. Hem de “dejavu” tacirlerini kıskandıracak “anı cümlecikleri”, her seferinde, “…siz orada olun diye biz 35 yıldır buradayız” vurgusuyla bitiyor. Aynı döngünün rüzgârıyla, işte cumartesi akşamı Efes - Celsus Kütüphanesi’nde olanlar da, bizim artık buralarda olmadığımız senelerde, etraftakilere nispet yapmak için, dinlediklerini ve sahnede gördüklerini anlatacaklar. Kulakları kadar, gözleri de tanık olduklarını saklayacak elbet. Ve sanıyorum şu satırları da ekleyecekler; “müzik yaparken, gözlerinin içi gülüyordu, olağan şüphelilerin… Sakin, dingin ve huzurluydular… Gül yüzlüydüler…”
Birden fazla olmasıyla kadının doğurganlığını, iç içe geçmesiyle de annenin korumacı yönünü betimliyordu. O yıldan sonra, dünyanın her ülkesinden talep görmeye başladı. Ahmet Adnan Saygun, Fuarın kapılarını kapatmasından 3 yıl sonra doğdu... İşin tuhafı, Musorgski’nin öldüğü yıl Selânikte doğan Mustafa Kemal’in, günümüzden 100 yıl önce İzmir’i kurtaracağını ve Belkahve’den şehre bakıp, “hitâmuhû misk – mis gibi bitti” diyeceğini de, bu yazıyı yazan, okuyan, hattâ yazıda adı geçen hiç kimse bilmiyordu… İşte, Uluslararası İzmir Festivali’nin, “35. Yıl Açılış Konseri”ni, “kurtuluşunun 100. yılını kutlayan İzmir’e armağan edişi”, resmin “coğrafya” bölümüydü.
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) evsahipliğindeki, 35. Uluslararası İzmir Festivali’nin, “Açılış Konseri”nde, Şef Gürer Aykal yönetimindeki İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, uzun geceye, Hasan Uçarsu’nun son satırlarına “Şu İzmir’den Çekirdeksiz Nar Gelir...” serpiştirilmiş “İzmir, Güzel İzmir” adlı eseriyle başladı. Ardından, “Türk Keman Okulu”nun uluslararası arenadaki itibarlı temsilcisi “Cihat Aşkın”ı ağırladı… Akademisyen yorumcu, Mozart’ın “5. Numaralı Keman Konçertosu / Türk-çe” adlı eserini seslendirdi ki, tarifi bu köşeye sığmaz !
Okuduğunuz yazıya, “matruşka yakıştıması” için ilhâm veren de, aslında konserin solistiydi. Çünkü aynı gün, sosyal medyada, paylaştığı satırlar, öykünün iç içe geçen kısmını tarifliyordu: “…Besteci Hasan Uçarsu, kuşkusuz günümüzde eserleri ülkemizde ve yurt dışında yorumlanan en önemli bestecilerimizden biri. Yazı dili, orkestrasyon ustalığı, farklı renkler ve tınıları kullanarak yeni soluklar getirmesi en çok dikkat çeken unsurlardan. Onun daha önce bir çok eserinin seslendirilmesinde bulundum. Eserlerinin felsefî ağırlığı, akıcılığı ve çeşitliliği karşısında, geniş bir kitlenin beğenisi ortada… Bugün onun ‘Güzel İzmir’ isimli eseri, açılış konserinde ilk defa seslendiriliyor…” Cihat Aşkın’ın, sonraki satırlarda özetlediği kompozisyondan, kendi matruşkamıza ilişkin, küçük bir ev ödevi çıkartmak gerekiyordu… Ben de öyle yaptım.
“…Maestro Gürer Aykal, Ankara Devlet Konservatuvarı kompozisyon bölümünden, Adnan Saygun’un sınıfından mezun; yani Saygun’un öğrencisi… Besteci Hasan Uçarsu ise, İstanbul Devlet Konservatuvarı kompozisyon bölümü, lisans programında Adnan Saygun'un öğrencisi olmuş. Açılış konserinin ilk bölümünde, Saygun’un bir öğrencisinin bestesini, bir başka öğrencisinin yönetimindeki orkestra seslendirdi. Konserin son bölümünde ise öğrencisi Gürer Aykal, hocasına ait ‘Opus 39, 3 numaralı Senfoni’nin, İzmir’de ilk kez seslendirilmesine imza attı. Saygun İzmirliydi ve bu açılış gecesi, bir müzik mâbedi olan Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde yaşandı…”
Gecenin ortasına rastlayan efsanevî “bis”ten bahsettiğimizde, büyük resim, bizi yazının en başına götürecek. Neden mi ? Çünkü, Cihat Aşkın’ın virtüöz kumaşından, dinleyiciler için bu akşamlık biçtiği armağan, gündemi de ıskalamayan asil bir gösteriydi. Sahnedeki “Sakin Güç”, Ukrayna Ulusal Dansı Gopak’ı (Hopak) , Musorgski’nin notalarıyla yorumladı.
Ve gelelim son soruya… Peki, bu seçkin eserlerin hepsi aynı gece mi çalınmalıydı ? Yani açılış dediğin, böyle matruşka gibi mi olmalıydı ? Onun yanıtını da, seyirciler versin artık. Benim kişisel çıkarımım, “Coğrafya kader” derlerdi ; “repertuvar” da öyleymiş !
Festival seyircisi, 9 Haziran 2022 Perşembe akşamı, saat 21.00’de, Efes- Celsus Kütüphanesi’nde , Şef Aziz Shokhakimov yönetimindeki TEKFEN FİLARMONİ ORKESTRASI’nın eşliğinde, genç kuşağın gelecek vaat eden piyanisti Can Çakmur’u alkışlamaya hazırlanıyor.
Nihayet, beklediğim cevabı bu yılın afişinde buldum. Neden mi?
İlk bakışta, ‘pokerdeki 4 benzemez’ misali, uzak düşmüş gibi olsalar da, dünyanın dört bir yanındaki ‘kalburüstü’ festivaller, zaman zaman, doğası gereği benzerlikler gösterir. Nasıl mı? Efendim, repertuvarları benzer bazen; bazen tematik seçimleriyle ‘pişti’ olabilirler. Özel bir topluluğu ağırlamakla öne çıkarken biri, diğeri eşi menendi olmayan bir virtüözü misafir eder; ertesi sezon bunun tam tersi yaşanır... Bir festivalde, bir yıldönümü sahnelenirken, bir başkasında bir anma konseri baş köşededir. Birinde ‘bir ilk’ vitrinlenir, diğerinde ‘bir son’ sahneye çıkar... Bu döngü kaçınılmazdır! Benzemeyen nedir biliyor musunuz? Ve hiç bir zaman da benzemeyecek olan? ‘Festivalin hangi coğrafyada yapıldığı ve hangi geometrik noktayı işaret ettiği...” Yani hangi ülke ve hangi şehrin festivali olduğu ayrıntısı. Bu ayrıntıyı bir ayrıcalığa dönüştürmek ise, evsahibinin işidir. Kentli bilinci, marka değerini, festival şehrinin kimliğine gizlemiştir. Bu giz, herşeyi açık eder işte...
‘35. Uluslararası İzmir Festivali’nin bu yılki afişi, (aynı zamanda İKSEV Yönetim ve İcra Kurulu Üyesi olan...) Mimar-Ressam Ayşe Perin Tatari’nin, ‘mürekkep ve guaj’ ile çalıştığı bir tablonun yansıması olarak hazırlanmış. Yazının başındaki heyecanımı kağıt üstünde görünce, yıllardır stilini hayranlıkla izlediğim Tatari’yi aradım; afişin öyküsü için yardım istedim, beni kırmadılar. Dahası, beni ‘bu kent kimliği vurgusunu ilk siz fark ettiniz’ nezaketiyle onurlandırarak... Sözü kendisine bırakıyorum:
35 YILLIK FESTİVAL
“...Afişi tasarlamak için kağıt ve kalemi elime aldığımda, gözlerimi kapayıp, önce yaşadığım kent İzmir’i hayal ettim. Bir yabancıya anlatsam nasıl anlatırdım? Kuşbakışı baktım, beğenmedim, üzüldüm. Şehircilik ihmal edilmiş ya da başka nedenlerden icra edilememişti. Kişilikli bir mimarisi ve kentin simge binası yoktu. Kent, geçmişinin değerli izlerini adeta yutmuştu... / ... Smirna Agora’sı, Yeşilova Höyüğü, Tepekule ve kazıları, devam etmekte olan tiyatro, eski İzmir’den günümüze kalabilenlerdi. İzmir’de yaşamak Körfez’e bakmaktı... İzmir gökyüzüydü, İzmir denizdi, İzmir günbatımıydı, İzmir maviydi... Karşıyaka sahilindeki çocukluğum; kıyıda ahşap sandalımız, günbatımında babam ile körfez gezilerimiz, deniz kaplumbağaları, yunuslar... Ve diğer tarafta, kentin 35 yıldır süren festivali... Kadifekale, Simirna Agorası, Tepekule, Efes Büyük Tiyatro, Celsus Kütüphanesi, Çeşme Kalesi, Metropolis... Bütün bu mekânlarda, dünyanın en iyilerine evsahipliği yapılmıştı...
Oda müziğini (önceliğim “geleneksel makam müziğimiz” olduğu için değil), başbaşa halinin büyüsü sebebiyle, oldum olası, ayrı bir yere koyarım. “Sınırlı sayıda dinleyici kabul edebiliyoruz” ayrıntısı, daveti, zaten yeterince cazip kılıyordu. Üstelik, 5’inci kattaki 5 numaralı oda hıncahınç doluydu. 25 sandalyesi olan bir yerde 25 dinleyici varsa, başka bir sıfat aramak yersizdi.
ÖLÜM NEDENİYLE İPTAL
Resital ve söyleşinin sonunda, arpist, besteci Şirin Pancaroğlu ile ayaküstü konuşma fırsatı bulduk. Kariyerinde, bir kırılma noktası olduğunu dile getirdiği, (ve kendisini, “uluslararası ölçekte büyük bir yetenek” olarak niteleyen) “Washington Post” makalesini kastederek, “hayatınızı değiştirecek bir yazı yazabileceğime söz veremem...” diye başladım. Söyleşinin bir yerinde; Ankara’daki bir resitalinin, bütün biletler satılmış ve Resim Heykel Müzesi Salonu’nun bütün koltukları doluyken, tam sahneye adımını atacağı sırada (Özal’ın ölümü sebebiyle) iptal edildiğini anlatmıştı. Daldan dala atladığımız için, “...devlet büyükleri öldüğünde, sanat etkinlikleri neden iptal edilir? Hâlâ anlamam” cümlesine, küçük bir nazire ile karşılık veremedim. Oysa, “...Piyanist Prof. Wilhelm Kempff’in, 23 Kasım 1963’te, (Başbakan İnönü’nün, tüm kabinesini götürdüğü Ankara konserinden ve) Başkan John F. Kennedy’nin öldürülmesinden bir gün sonra, İstanbul konserini Kennedy anısına verdiğini, konser başlamadan önce tek başına sahneye çıktığını ve Başkan’ın anısına Beethoven’ın Sonat op. 26’sının 3. bölümü ‘Marcia Funebre’yi seslendirdiğini, sadece seyircilerden, ‘alkışlamamaları’nı istediğini...” fısıldayıverecek ve memleket sanatının, dünü ve bugününe ilişkin küçük bir dedikodu paylaşacaktım.
Kısa bir sörf ile ulaşabileceğiniz satırları, burada fazla vermek istemiyorum. Meraklısı, Pancaroğlu’nun, “...Klasik müzik geleneğinden yetişen Türkiye’nin önde gelen arp sanatçısı olduğunu, aynı zamanda geleneksel Türk müziği, doğaçlama, tango ve avangart türlerindeki çalışmaları ve mizansen içeren performanslarıyla da tanındığını, farklı soluklardan yorumcu ve bestecilerle yaptığı işbirlikleriyle dikkat çektiğini, müzik tarzlarını birbirinden ayıran tanımları neredeyse ortadan kaldırdığını, yeni müzik tarzlarına kapı açan bir duruş sergilediğini, güçlü yorumu ve çok yönlü sanatçı kişiliğiyle öne çıktığını, 2010 yılından bu yana, rengârenk işbirlikleri içeren albüm, proje ve turnelere imza attığını...” zaten biliyor.
DOĞURGANLIK ÖNCELİĞİ