Arapçadaki “daha aşağıda veya beride olan” karşılığı bile daha iyidir. Orhun Yazıtları’ndaki “yer”, Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinden geçen “yeryüzü” veya yerküre anlamına gelen “arz”, ya da Türkçe’de aynı anlamda kullanılan “yüre”, görece çok daha sıcaktır.
Ama bence asıl öldürücü vuruşu, Fransız gerçeküstücü yazar Paul Eluard, “La terre est blue comme une orange” betimlemesiyle yapmıştır. Doğrusu-yanlışı, eksik ya da fazlasıyla, çevirisi çığ gibi büyüyen edebi ve felsefi tartışmalara sebep olan bu tasvir, harikuladedir... İster, “Dünya mavi bir portakaldır” diye kabullenin, ister “dünya mavidir, tıpkı portakal gibi” lâfzı hoşunuza gitsin... İster, “dünya bir portakal maviliğinde” çevirisi işinize gelsin, ben Aragon’un açtığı kapıya itibar edip, içeriye girdiğimde de, olduğu yere çivilenenlerdenim; “...Meğer, hamken mavi olurmuş portakal.” Yani dünya, “daha olmamıştır” diyor, Şair!
SESSİZLİK DİYE BİR ŞEY YOK
“Prömiyer, gala” ya da güzel Türkçemizdeki karşılığı ile “ilk temsil, ilk gösteri, ilk sahneleniş, ilk seslendirilme...” Bunlar da, sanat “lûgatçe”mizden esintiler. İki paragraftaki sözcükler birlikte kullanıldığında ortaya çıkan soru ise, “şu daha olmamış dünyada, olmamış ruhlarımızı, bir sanat eserini ilk kez izleyebilmek-dinleyebilmek ve biraz inceltmek, için bize katılmaya niyetiniz var mı?” Soru, dipnotlarında şunları da barındırır: “ilk gören olduğunuz gibi, bir daha aynen tekrarlanamayacak bu geceyi, son görenler olmaya da davetlisiniz...” Bu davet, bestecisi John Gace’in, “dört otuz üç” adını verdiği ünlü müzik yapıtının sansasyonel “ilk gösterimi” için söylediklerine de benzer: “...Bir noktayı kaçırdılar. Sessizlik diye bir şey yoktur. Sessizlik diye düşündükleri şey rastlantısal seslerle doluydu, ancak onlar dinlemeyi bilmiyorlardı. Birinci bölüm boyunca dışarıdaki rüzgarın kımıltılarını duyabilirdiniz. İkincide, yağmur taneleri damda pıtırtıya başladı. Üçüncüdeyse insanlar bu kez kendileri konuşmaya, dışarı çıkmaya ve bu sırada türlü, ilginç sesler çıkarmaya başladılar...”
Bir şeyi seçmiş olmanız, başka şeyleri kaçırmış olmanız anlamına gelmez. Bizde maalesef öyle değildir! Ülke, seçim sürecinde gerilir. Sebeplerden ve sonuçlardan konuşulması, “gerilmiş don lastiğinin kısmete göre aldığı tavrın tartışılmasına yönelik” ve maç sonu programlarıyla da rekabet halinde olduğu için, her tercihin aslında bir vazgeçiş olduğu farkedilmez bile... Seçerken gözden kaçırdıklarımız, hatta elden kaçırdıklarımız,“seçtiklerimiz, kaçırdıklarımız, seçtiklerimiz, kaçırdıklarımız...” döngüsü içinde gündemde kendine yer bulamaz... Ankara ve İstanbul medyasının dayattığı gündem, hepimizin hayata dair kaygılarını (haklı olarak) alevlendirdiği için de İzmirli, kentin “marka değeri” olan ve üstelik kendisine ait resimleri ıskalar. İş bu yazı, alevli gündemin unutuvermeye çanak tutan tansiyonuna rağmen, İzmir’in kültür ve sanat hayatında eşsiz bir geleneği temsil eden “Uluslararası İzmir Festivali”nin 36. yılını, hele ki aziz Cumhuriyetin 100. yılında gözden kaçırmayalım diye yazılmıştır.
10 ETKİNLİKLE MERHABA
“Avrupa Festivaller Birliği”nin prestijli bir üyesi olan o Festival ki, her yıl İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) evsahipliğinde düzenlenir. Tarihi mekânları sanatla buluşturarak Efes Antik Tiyatrosu, Celsus Kütüphanesi, Efes Odeon’un yanı sıra Meryemana Evi, St. Policarp Kilisesi, Agora, Bayraklı Ören Yeri, “Ana Tanrıça’nın Kenti” Metropolis, Büyük İskender’in İzmir’i yeniden kurduğu Kadifekale’yi, çağlar boyunca müzikle tedavinin başkenti olmuş Bergama Asklepion’u, Çeşme Kalesi’ni ve Türkiye’nin ilk yavaş kenti Seferihisar’daki Sığacık Kalesi’ni, kent tarihinin önemli tanıkları olan Ayavukla Kilisesi ile tarihi İzmir Sigara Fabrikasını, Efes Ticaret Agorası’nı ve Kızlarağası Hanı’nı, “sanatın yorumlandığı” kültür mekânları arasına katma becerisi ile de, her yıl dünya vitrininde baş köşeye taşır... Bu hafta, 36. Yılında, programındaki 10 etkinlik ile sanatseverlere “merhaba” demeye hazırlanıyor.
Festival, 2 Haziran 2023, saat 21.00’de, AASSM Büyük Salon’da yapılacak anlamlı bir konserle başlayacak. İKSEV’in, “geleceğe bırakılan önemli bir kültür mirası” olarak gördüğü genç bestecilerimize yeni ufuklar açan 12. Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması, finale kalan “Keman Konçertoları”nın yarışacağı konserde, 2 dünya prömiyerini, Cumhuriyet’in 100. yılına ithâf etmiş olacak.
Bu yıl, AASSM, Efes Büyük Tiyatro, İzmir Tarihi Agora, Çeşme Kalesi ve Celsus Kütüphanesi’nde yapılacak etkinliklerin biletleri, AASSM ana gişe ve Biletix gişelerinde satışa çıkartıldı. Sanatseverler, ikinci konser için, 4 Haziran 2023 Pazar günü saat 21.00’de, “Efes Antik Tiyatro”da buluşacaklar. Tekfen Filarmoni, daimi şefleri Aziz Shokhakimov yönetiminde bu kez, genç kemancılarımız arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan Veriko Tchumburidze’ye eşlik edecek. Konserde Hasan Uçarsu’nun “Portreler” adlı orkestra süiti, Çaykovski’nin “Re Majör Keman Konçertosu” ve Zoltan Kodaly’nin “Galanta Dansları” seslendirilecek.
Hatırlarsınız! “...Zaten aktör dediğin nedir ki?” diye başlayıp, “perde!” diye biten; soluksuz söylenen ve soluksuz dinlenen bu (adetâ) tekerlemenin orta yerinde “...Hıranuşla Virginia’nın eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmış olan dialogu... /... İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler...” dediği bir yakıştırmayla oradan oraya sürükler bizi Usta.
Gelen bültendeki, “İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) açtığı ‘20. Caz Afişi Yarışması’ sonuçlandı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarım son sınıf öğrencisi Ayşenur Dinler’in çalışması, 30. İzmir Avrupa Caz Festivali’nin afişi olarak seçildi...” cümlesini okuyunca, aklım yine bu tirada kaydı işte.
30 YIL 20 YARIŞMA
İzmir Avrupa Caz Festivali’nde 30 yıl ve bu zaman diliminde 20. Afiş yarışması... Bir koyduğunuzu, daha arkanızı döner dönmez koyduğunuz yerde bulamamanın hoyratlığı ile dellenmiş bir ülkede, sanatın ayrılmaz bir parçası, hattâ “mütemmim cüz’ü – tamamlayıcı parçası” olan “geleneğe kök salma” fikrini sürdürülebilir bir projeye dönüştürmek, İKSEV’in üstüne vazife olmasa gerek... Buna rağmen vazgeçmiyor. İKSEV, festivallerinin “önünü arkasını”, iki elini geçmişten geleceğe uzatmış bir sanat tarihçisi hassasiyetiyle, “ayrılık sevdâya dâhil” çıkarımıyla arşivlemeye devam ediyor.
Afiş tasarımları, bütün dünyada ayrı bir “alkış kategorisi”dir. Sahne sanatlarından, sinemaya... Konser, resital, sergi, bienal, kongre, olimpiyad, dünya kupası ve iz bırakmış etkinliklerin ruhunu, mesajını ve kitlelerle buluşturan, onlara anlatan, hatırlatan ve en önemlisi “unutturmayan” kilometre taşlarıdır. Görsel edebiyatın bu ayrıcalıklı rengine, hele İzmir gibi “detayı ıskalamakla meşhur ve malûl” bir kentte, 20 yıl boyunca fırsat vermek, bir teşekkürden fazlasını hak ediyor.
İnce şeyleri görebilmek için, bir kent nasıl yavaşlayabilir? Bu sorunun, basit ama yadırganan bir yanıtı var. Çünkü, yavaşlayarak incelmesi, sıradanlıktan kurtulması, ayrıcalıklı ve gözde olması için; büyük olması yetmez, küçük olması yetmez... Güzel olması, “yüzüne bakılamayacak kadar çirkinleştiği halde, aman daha beter olmadan görelim” kaygısını yelpazelediği için görülmeye değer bulunması yetmez. Yüksekte olması yetmez; tabii alçakta olması da... Sıcak olması yetmez, soğuk olması da... Eski olması tek başına anlamlı değildir. Sadece yeni olduğu için de anlam kazanmaz. Sadece ucuz olması belirleyici değildir. Sadece pahalı olması da, insanları kaçırmaya yetmez. Kent sakinlerinin varlıklı ya da yoksul olması yetmez, tek başına... Özgün bir mutfağı olması da yetmez, açlıktan kırılıyor olması da. Sadece sanat üretilmesi yetmez orada; sanatın, sadece tüketilmesi de yetmez. (Bizde küçümser bir edayla kullanılsa da, ben hakkını vererek anlamlandırıyorum...) Sadece çalgıcıları olması yetmez, dinleyicileri olması yetmez sadece... Bunların hiçbiri tek başına yetmez! Bunların hepsini, bir arada, anlamlı, görünür, duyulur, iz bırakır, katma değere dönüştürür ve tarihe not düşürür hale getiren şey, o kentin herkesin göremediği “inceliklere verdiği değerdir”.
Bakınız, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’ndan gelen “ince bülten”de ne diyor? “...İKSEV, 2015 yılından bu yana sürdürdüğü Uluslararası Çalgı Yapımı Atölyelerini yeni bir aşamaya taşıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinden ustalarla çalgı yapım öğrencilerini buluşturan 5. Uluslararası Çalgı Yapım Atölyesi ve Sergisi’nin yanı sıra bu yıl Türk ve yabancı çalgı yapım ustalarını bir araya getiren, ustalık sınıfı niteliğindeki ‘İzmir Buluşmaları’ etkinliğini de düzenliyor. Bu buluşmaların ikincisi ve ‘Uluslararası Çalgı Yapım Atölyesi’, 26 - 30 Eylül 2022 tarihleri arasında İKSEV Karataş binasında gerçekleştirilecek. ‘İzmir’i uluslararası bir çalgı yapımı merkezi haline getirmeyi amaçlayan’ etkinliğin bu yıl ki konukları, her biri çalışmalarını Fransa’da sürdüren ve alanında çeşitli yarışmalardan ödülleri de bulunan Andrea Frandsen (Danimarka), Francois Dennis (Fransa), Gilles Duhaut (Fransa) ve Helene Beaury (Fransa) ile Öğr. Gör. Halide Karabiber (Anadolu Üniversitesi), Öğr. Gör. Dr. Murat Ufuk Güler (Dokuz Eylül Üniversitesi), Öğr. Gör. Sinan Uçar (Bülent Ecevit Üniversitesi) ve çalgı yapımcısı İsmail Kaya olacak. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin de destek verdiği etkinlik kapsamında, 30 Eylül 2022 Cuma günü saat 14.00’de aynı zamanda ‘Traité de Lutherie’ isimli çalgı geometrisi kitabının yazarı olan Francois Dennis İKSEV’de bir de seminer verecek...”
“Sınırlı bir kitleyi ilgilendiriyor ve pazardaki limon fiyatlarına da bir etkisi olmaz (?!)” zannedilen bu haberi, gönül telimi titrettiği için paylaşmak istedim. Bazı okuyucunun, “her iş bitti de...” diye sitem edeceği bu yazıda, İncelik şuraya gizlenmiştir: “Dünyalığını çalarak yapanların baştacı edildiği ülkelerde, çalgılarını çalarak sanat yapanlar” çok da ciddiye alınmazlar. Kuşkusuz, bu bir tercihtir... Bu tercihin sonuçlarını kader zannetmek ise, incelikten hayli uzağa düşer. Onun adı başka bir şey; buraya yazamıyorum.
30 Ekim 2022 tarihinde, ilimizde meydana gelen deprem sonucunda,117 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 3550 adet ağır hasarlı bağımsız bölüm,8380 orta hasarlı bağımsız bölüm, 66311 adet bağımsız bölüm az hasarlı olarak tespit edilmiştir.
Kamusal ölçekte, hareket plânı ne idi ?
Çevre şehircilik ve iklim bakanlığı tarafından, ağır hasarlı bağımsız bölümler için proje alanları ilan edilmiş olup, hasar gören binalar teslim edilmiştir. Yine ağır hasarlı olan bağımsız bölümler için, şehir hastanesinin yukarısında rezerv alanı olarak ilan edilen bölümde konutların yapılmasına devam edilmektedir. Depremde hasar alan orta ve az hasarlılar için vatandaşlarımız müteahhitlerle görüşmeye devam ederken diğer taraftan TOKİ’nin açmış olduğu ofise de müracaat etmektedirler.
Plânlanan ile gerçekleştirilen arasındaki fark itibariyle, neredeyiz ?
Depremin üzerinden yaklaşık 22 ay geçmiş olmasına rağmen elde edilen sonuçlar tatmin edici değildir.
Bu yetersiz sonuçların, sebepleri ana hatlarıyla nedir ? Gelişmeler...
Doğulu ülkelerin en batıda olanı Türkiye’den, (Gökçeada İnceburun’u saymazsanız), Türkiye’nin de hemen en batısından, Çeşme Kalesi’nden bakıp da, İber Yarımadası’nın ve Avrupa’nın en batısındaki Portekiz’in kadim müziği için bir konser yazısı yazmak zor; belki işin ruhuna aykırı ama, deneyeceğiz... Ortak noktamız, (birebir çevirisi mümkün değilse de, Fado’nun kelime anlamı itibariyle...) “kadere veya alın yazısı”na yakın duruşumuz olabilir.
TESADÜF OLMAYANI GETİRDİ
Denizci bir milletin müziğidir Fado! Balıkçı, seyyah, kâşif ya da az biraz korsan... Hiç fark etmez! Cevat Şakir’in “Aganta Burina Burinata”sında, “Balıkçılar... Kara bahtlı balıkçılar” diye ünlediği satırları bir düşünün. Değil mi ki, sevgililer, eşler denize uğurlanır ve umutla onların geri dönmesi beklenir... Ve değil mi ki, beklenenler artık geri dönmeyecektir... İşte, Portekiz kadınlarının; derin acılar, hüzün, bitmeyen özlem, boğazda düğümlenen mutluluklar ve bunların aşk lisanıyla ifade edildiği, üstelik denize karşı yaktığı ağıtlardan, 19. yüzyılda türediği söylenir, Fado’nun... Yani, yaygın iki Fado geleneğinin, adını Lizbon ve Coimbra şehirlerinden alması da tesadüf değildir. İşte İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV), bu “tesadüf olmayan”ı getirdi sanatseverlerin ayağına...
BİZ DE ORADAYDIK DEMEK
35. Uluslararası İzmir Festivali, öyle bir konserle veda etti ki bu sene, haziranın başından beri Çeşme’deki evlerinden çıkmaya üşenen İzmir destesinin “as, papaz, dam ve vale”leri bile (-biz de oradaydık- demek için de olsa...) Çeşme kalesinin hırpalayan merdivenlerini tırmanmak zorunda kaldılar...
Dediğim gibi, bir Fado yazısı yazmak zor; hoşgörünüze sığınarak, kendi çıkarımlarımı paylaşacağım... Titreyerek parlayan sesi ve tutkusunu esirgemeyen söyleyişi ile dinleyicileri avucunun içine alan Tânia Oleiro’ya, Portekiz gitarında Bruno Chaveiro, klasik gitarda ise Joao Domingos eşlik etti. Sanatçının, “sözcükleri anlamasanız da, hissedeceksiniz” demesine, dakikalar ilerledikçe, ben bir de şu anlamı yükledim: “Evet... Kendisinin de söylediği gibi, -belki büyük bir aşk değil- ama, büyük bir kayboluş var ortada. Sert, keskin; buna karşılık nahif, kırılgan, buğulu... Öyle ki, Portekizce bilmeden, Fado’nun başka bir dilde söylenemeyeceğine bile iman ediyor insan...
ÇALANIN ELİNDE BAMBAŞKA
KOVİD’LE ANLAŞILDI
Bütün dünyayı hırpalayan “Kovid haşeresi”nin, göreli kazançlarından biri, her otomobilin bagajına demirbaş olarak yerleşen katlanır 1 masa ve birkaç sandalye alışkanlığıdır sanıyorum. Ve bu alışkanlığın, bazı hallerde farkındalık filizi halinde uç vermesi ise, daha da sevindiricidir. Çünkü bu farkındalık, giderek yeşile, maviye ve doğaya yakın bir dizi başka renge dönüşme eğilimi gösterir... Bu haliyle (kampçılığın hası olan) çadır, uyku tulumu ve “milyarlarca yıldız altında uyuma” geni tetiklenebilir çünkü... Ve bu huzur ve estetik, yeterince demlenebilirse, açıkhavanın tek keyfi olduğu zannedilen “mangal geni” de, belki bir miktar güç kaybeder...
KARAVAN MERAKLILARI
Ülkemiz kampçılığı açısından ikinci önemli sonucu ise, “karavan meraklıları”nın sayısındaki artıştır. Kazançtır; çünkü üreticisinden son kullanıcıya, ithalatçısından kamping işletmelerine (?!) kadar, birbirini besleyen bir zincirin, ilk halkasını oluşturur bu talep... Ama biz son 1-2 yıldır, sadece kayıpları konuşmak zorunda kalan bir ülke haline geldik. Çünkü, her şeye olduğu gibi, bu işe de tersinden yanaştık. Ünlü arama motorlarındaki “satılık karavan ve motorkaravan” sayısı, ben bu yazıyı yazarken toplam 2.556’ya ulaşmıştı... Bu sayıya ithal karavanlar ve ilana düşmeden el değiştirenler dahil değil. Evinin önünde kendi imal ederek kendini bu dalgalar bırakanlar ayrı yazı konusu olur. “Önce bir kiralayıp deneyelim, sonra bakarız”cılar, en makul telden çalanlar. “Hayatımın hayali” diye gün geçirenler ki, sadece maliyet artışlarına odaklanıyorlar. “Ben kampinglere para vermem, istediğim her yerde kamp yaparım” bedavacıları ise, meseleyi hiç anlamamış olan gruptur. Oysa karavancılık, ne yazık ki “karavan sahibi olmak” demek değildir! Bu sadece bir ayrıntıdır.
Sadece siyah-beyaz giyinmeleri, seslerindeki envai renge ve buhura güvendikleri içinmiş meğer... Güler yüzlü ve barışıktılar... Madrigal bir ayinin tütsülenmiş tınısını, sanki çok önceden içlerine çekmişler gibi; basit, gösterişsiz, fakat insanın içine işleyen bir nefesle gökyüzüne salıverdiler... Bu üfleyiş öylesine etkiliydi ki dinleyenler, serbest kalan bu nefesin büyüsü bozulmasın diye, bir müddet nefesini tutmak zorunda kalacaktı... “İçlerindeki çocuksu ruhu kaybetmemiş” altı kadın sanatçıdan, Viola Blache (Soprano), Helene Erben (Alto), Franziska Eberhardt (Soprano), Luisa Klose (Alto), Marie Charlotte Seidel (Mezzo soprano) ve Marie Fenske’den (Soprano) oluşuyordu “Ensemble Sjaella...” Ve “One Charming Night - Büyüleyici Bir Gece” adını verdikleri repertuvarlarını, medeniyetin, bilinen en eski enstrümanı ile; sadece “insan sesi” ile seslendirerek, “A Capella” yelpazesinin hemen her kıvrımında, olağanüstü bir ciddiyet ve disiplinle dolaşarak örneklediler. İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV), düzenlediği 35. Uluslararası İzmir Festivali’nde tarihi Agora; görünen-görünmeyen yüzü ve derinliği ile yine hazırdı evsahipliğine... Bir açıkhava konserinin olası tuhaflıkları ise, 35 yıldır olduğu gibi, yine pusuda bekliyordu ve başına buyruk halleri ile, onlar da gösteriye hazırdı... Birer birer sahne aldılar... “Uçaklar, köpekler, megafonlu seyyar satıcılar, taksi kornaları, motosiklet varyeteleri ve nihayet birkaç el de silah sesi...” Ama dedik ya, “barışık”tılar... “Patates - soğan satıcısı”- na, mikrofondan “okey, okey...” tebessümüyle karşılık verecek kadar... Bu sakinlik ve teslim oluşun, başka bir önemli sebebinin de, mutlaka altı çizilmeli! Bizim için İKSEV, her festivalde, her sene vitrine çıkartmasa, “İkiçeşmelik”in orta yerindeki, bildik Agora idi orası sadece... Ama, “geceyi büyülemeye gelip de, geldikleri yerde büyülenen büyücüler” için, (konser sırasında sık sık tekrarladıkları gibi...) “benzersiz bir mekânda şarkı söyleme şansı bulmaktan duydukları mutluluğun adresi” oldu... Konsere “Northern Lights” adlı şarkıyla başladılar. En eskisi 1485’e kadar uzanan, en yenisi 1985’e tarihlenen, o kadar zengin ve çok uçarı bir iksirle doldurdular ki “büyü kazanını”; gece boyunca, “Ola Gjeilo’dan Fredrik Sixten’e, Martin Luter King’den Shakespeare’e, Henry Purcell’den Francesca Turina Bufalini”ye kadar pek çok isimle göz göze geldik, diz dize oturduk... Kuş sesi ve konrabas taklitlerinden, Norveç, Danimarka ve Finlandiya halk ezgilerine, İngilizce, Fransızca, İtalyanca şarkılara kadar, duyduğumuz duymadığımız pek çok nota ile düzen aldı kulaklarımız. Bir “koltuk davulu”nun abartısız ritminden, farklı boydaki 6 su dolu kadehin müzikal uğultusuna kadar, “büyü için” her malzemeyi kullandılar. A Capella olunca, şarkı aralarında akort yapmadılar mı sanıyorsunuz? Ceplerindeki diyapazonla, kimselere göstermeden zarifçe çekiştirdiler ses tellerini... Nihayet, “Gute nacht” vakti dediler ve dinmeyen alkışlara, eski bir Alman halk şarkısıyla teşekkür ederek bitirdiler. Keşke, “bir bilen” (o her kimse?), bis olarak Türkçe bir halk türküsünün finale çok yakışacağını da söyleyiverseydi... 35. Uluslararası İzmir Festivali, 20 Temmuz 2022 Çarşamba gecesi, Çeşme Kalesi’nde Portekiz Büyükelçiliği ve İzmir Fahri Konsolosluğu işbirliği ile yapılacak “Fado” konseriyle sona erecek.