Nihat Demirkol

Canım Kirke

22 Haziran 2023
YAZARLAR, köşe yazılarının içine, zaman zaman alıntılar yerleştirirler. Iskalanmasın isterlerse tırnak içine alır, eğer mutlaka görülsün telaşı duyulursa, koyu renkte vitrinlerler bu alıntıyı...

 

Hem tırnak içine alınmış, hem koyu renkle vurgulanmış, hele bir de “selamlar gibi bir reveransla, hafif öne eğilerek” italik yazılmışsa alıntı; o zaman yazarın aklından geçenin, “bunu ben yazabilmiş olsaydım” keşkesi olduğunu anlamalısınız. En azından benim için böyle...
Serginin küratöründen bir “manifesto” geldi ki, hem iç geçirdim, hem de yukarıdaki paragrafta aklımdan geçeni, saklamadan, sakınmadan paylaşıvereyim okuyucuyla diye zevk ettim. Adı, “Kirke Paradoksu” diye üflenmiş sergi açıldı; ‘Galeri A’nın butik, büyülü, buğulu beyazında, 8 Temmuz’a kadar sanatseverlerin ziyaretine açık... ‘Şule Yiğit, Tülin Yiğit Akgül, Fatma İlgün ve Orçun Masatçı’nın tematik dokunuşları sergileniyor. Hem içerik, hem de sergi parkuru daha yeni çiziliyor; genleşiyor, genişliyor...

OKUYUNCA GİDECEKSİNİZ
‘Turpun büyüğü heybede!’ Bu sergiyi, başka salonlarda, bir daha bu haliyle göremeyeceksiniz. Başkaca bir şey yazmayacağım! Sizleri ‘İlkyaz Mumcu’nun satırlarıyla baş başa bırakacağım. Hanımlar, beyler; okuduktan sonra ayaklarınız sizi zaten sergiye götürecek.
“... Kadınların erkekler tarafından anlatıldığı bu dünyanın tuzağından fısıldıyor bizlere hikayesini. Homeros’un anlatımı ile arada kalmış sönük, Odysseus’un gücüne karşı koyamayan boyun eğen Kirke. Oysa bir kadın ozan anlatsaydı bizlere İlyada’yı ya da Odysseria’yı. Kadınları kadınlardan dinleme zamanı geldi artık!
Kirke, şımarık ve kötü kalpli bir cadı tanrıça değil, açgözlülüğü cezalandıran bütün tanrısal güçlerini bir kenara itip ‘ol’ deyince olduran kolaylığına kaçmayan bir kadın. İçinde yaşadığı doğa ile bütünleşen, efsunlarını toprakta yetişen bitkilerden elde eden, en yakınlarını insanoğlunun vahşi adını verdiği canlılardan seçen, sevgisini ve şefkatini dağıtan ama asla da zayıf olmayan bir kadın. Hem tanrıça hem cadı, yüce Zeus’u bile yenebilecek kudretteyken kendi olma sadeliğini seçen bir kadın. Büyü emek ister, irade ister, farkındalık ister, içgörü ister. Sonuç alana kadar defalarca denemektir büyü, pes etmemek, düşüp yeniden kalkmak. Söz de büyüdür biraz işledi mi içinize?

YOL HİKAYESİNİN KAHRAMANI

Yazının Devamını Oku

Sinopoulos’ta “İstanbul Kemençesi...”

19 Haziran 2023
Makam müziğinde, klâsik kemençe’nin uluslararası arenaya çıkabilmiş ve dünya durdukça hatırda kalacak virtüözleri, bu sazı kucağına alan pek çok kıymetli sanatkâra kıyasla uzak ara öndedir. (Zihin yorgunluğumun kusuru ve özrü bende kalmak kaydıyla...) Tanburî Cemîl, Fahire Fersan, Vasilâki, Nikolâki, İhsan Özgen, bu yolun kilometre taşlarıdır. Yaşayan Usta’lar arasında da Derya Türkan’ı buraya kaydetmek gerekir.


36. Festival’in müdavimleri, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV), evsahipliğinde, perşembe akşamı AASSM’de gerçekleştirilen “L’Acheron’un - Lachrimae Lyrae - Tears Of Exile – Sürgünün Göz Yaşları” konserini izlerken, benim de gözümün ve kulaklarımın önünden, işte bu isimler geçti birer birer...
Sokratis Sinopoulos’un (kemençe sanatçısı) yol göstericiliğinde, François Joubert-Caillet (grup lideri, viyola da gamba), Andreas Linos (tenor viyol), Marie-Suzanne de Loye (bas viyol), Nolwenn Le Guern (bas viyol), doğu ve batı müziğinin parlak renkleriyle örülmüş müzikal bir mozaik ile çıktılar dinleyicilerin karşısına. Barok ve makam müziğinin melezlenmesi, klâsikle geleneksel arasında üst üste binen mükemmel geçişler, beş müzisyenin tek bir yürekmiş gibi eşzamanlı yorumları, “ötekileştirme” adına, ortaya mazeret diye konulabilecek herşeyi sildi süpürdü.
Bütün yaylıların, uzun dem seslerdeki hakimiyeti, tiz perdelerdeki hissedilir heyecanı ve bir ara “viyolaları yere bırakıp, hepsinin kemençe’ye davranmaları”, hele kemençe ile pek nadir duyulan “pizzicato” lezzeti, anlatılır bir ahenkten çok ötesiydi. “Daha başka ?”, derseniz... Gerçi “yazı işleri”, benim bu koku tasvirlerimi pek sevmiyor ama, vallahi benim bir kabahatim yok; Sinopoulos tırnağını dokundurdukça kemençeye, “İstanbul” kokuyordu ortalık!
L’Acheron, dinleyicilerinin dinmeyen alkışlarına bizim “Kasap Havası” diye bildiğimiz “Karorseri Trava” adlı eserle teşekkür etti. Azcık da dedikodu: 1 saat 15 dakika aralıksız performans... Önüne geleni ayakta alkışlayan İzmir seyircisi, bu kadar üst düzey bir icra için koltuğundan kalkmadı ya, ona üzüldüm biraz.
Agora’daki İtalyanlardan sonra L’Acheron... Akdeniz, barok ve sentezler... Festival’in 11 Temmuz’daki kapanış konserini de sayarsanız, İKSEV’in, “İzmirli için günceli nasıl takip ettiği ve taze kalmaya ne kadar özen gösterdiği”nin de hakkı verelim. Dünyada yükselmekte olan nitelikli makam müziğini, bu sene dünya ile eşzamanlı yakalamış olmaları tesadüf değil gibi geliyor bana. Hem sanatçılara, hem de İKSEV’e vefâtında kemençevî İhsan Özgen için yazdığım “mersiye” ile teşekkür etmek isterim:

Yazının Devamını Oku

Akdeniz Kokusu

16 Haziran 2023
SIRADAN bir sözlükte bile, artık ayağa düşürerek, hemen her gün yerli-yersiz kullandığımız “kadim” kelimesi için, “başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan, çok, pek çok eskiye uzanan, hatta öncesiz...” karşılığını bulabilirsiniz. “Akdeniz’de gençlik ebedidir” söylencesini benimsemişler ise, “ezelden beri” fikrinde, işte bu “öncesiz”i de birlikte yaşarlar.


“La Cantiga de La Serena”, 36. Uluslararası İzmir Festivali’nde, İzmir Tarihi Agora’da, biraz da bu birlikteliği yaşattı misafirlerine... Fabrizio Piepoli (vokal, swing gitar, klasik gitar, çerçeve davul), Giorgia Santoro (flüt, bansuri, sajat, ziller) ve Adolfo La Volpe’den (ud, klasik gitar) oluşan grubun repertuvarı için, program kitapçığına şu “sıkıştırılmış not” düşülmüş: “...Puglia bölgesinin sofistike bir şekilde, yeniden düzenlenen geleneksel müziğinin, XV. yüzyılda İspanya ve Portekiz’de diaspora deneyimi yaşayan Sefarad Yahudilerine ait geleneğin bir ifadesi olan halk şarkılarının (cantiga) ve Sefarad romanslarının, hac ve adanmışlığı konu alan Ortaçağ ilahilerinin ve Provence, Endülüs ve Portekiz’in müzik mirasından büyüleyici melodiler ve ilahilerin bir arada harmanlandığı rafine bir karışım...”
Bazen, “İtalya’nın topuğu” da denilen ‘Selanto’ çıkışlı sanatçılar, “çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü” bir müziğin, (kendi deyişleriyle…) “hipnotik” ritimlerini, vokalde sıklıkla kullandıkları makam müziği doğaçlamalarıyla sarmalayıp, Cebelitarık’tan Balkanlar’a uzanan, Flamenko’dan Fado’ya, Sirtaki’den Zeybek’e el veren çeşnilerle süslediler geceyi... Ve ben kendime sormadan edemedim; “bu müzik oralardan buraya geliyor dinleniyor da, neden buradan oralara gitmez, götürülmez?” Acaba, (her ikisi de nûrlarda uyusunlar...) Suna Kan’ın 1971’de Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinden Talât Halman’a yazdığı açık mektuptaki, “Cumhuriyet’in Kültür Bakanı Türkiye’yi Osmanlı artığı çehresiyle tanıtamaz...” iddiası yüzünden mi?
Açıkçası, bu yazının başlığı, burnumla seçtiğimin dışında, şunlardan biri de olabilirdi: “Müziğin kokusunda Akdeniz, Akdeniz kokusunda müzik” veya “Akdeniz müziğinin kokusu...” Hepsi aynı kapıya çıkar gibi görünüyor, değil mi? Dinlediklerim bende, renk ve sesten çok koku çağrıştırdı nedense? Yani benim açtığım pencereden, ağıt ve şenliklerinden çok, çiçeği ve böceği ile bir başka Akdeniz göründü... “Balıkçı”nın, “Aganta Burina Burinata”sındaki, “serenlerin üstündeki üst ve alt yelkenleri tut” gibi bir sesleniş kulağımda; elbette deniz, denizci, denizkızı ve yosun kokusu... Ama en çok, tarçın, kimyon, karanfil...
Kokular neden önemlidir bilir misiniz? Sanatı ve özellikle de müziği, kamplara ayırıp, ötekileştiren (kadim değil) “ilkel” yaklaşımın, hatta her türlü müzikal yobazlığın, karşısında yenik düşeceği bir kategoridir, kokular... Uluslarası arenadaki her seçkin kokuyu, 36 yıldır İzmir gecelerine taşıyan aydınlık yüzüyle İKSEV, bu tercihiyle, Ümit Yaşar’a ve onun “Tekerleme” şiirinde tariflediği “kokuların kreşendosu”na da, hak vermiş görünüyor:
“...Kasabın kokusu, kandan kemikten / Balıkçının kokusu, tuzdan balıktan / Hamamcının kokusu, sudan köpükten / Lağımcının kokusu, boktan sidikten / Senin kokun, pudra-sabun / Benim kokum, rakı-tütün / Ne ben yerineyim, ne sen yerin / Cümlemiz bir kokarız, öldüğümüz gün... ”

Yazının Devamını Oku

Üçüncü gezegende bir festival ki...

5 Haziran 2023
DÜNYA için, “Güneş Sistemi’nde Güneş’e en yakın üçüncü gezegen; şu an için üzerinde yaşam ve sıvı su barındırdığı kesin olarak bilinen tek astronomik cisimdir” denilmesi, hep pek soğuk gelmiştir bana...

 

Arapçadaki “daha aşağıda veya beride olan” karşılığı bile daha iyidir. Orhun Yazıtları’ndaki “yer”, Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinden geçen “yeryüzü” veya yerküre anlamına gelen “arz”, ya da Türkçe’de aynı anlamda kullanılan “yüre”, görece çok daha sıcaktır.
Ama bence asıl öldürücü vuruşu, Fransız gerçeküstücü yazar Paul Eluard, “La terre est blue comme une orange” betimlemesiyle yapmıştır. Doğrusu-yanlışı, eksik ya da fazlasıyla, çevirisi çığ gibi büyüyen edebi ve felsefi tartışmalara sebep olan bu tasvir, harikuladedir... İster, “Dünya mavi bir portakaldır” diye kabullenin, ister “dünya mavidir, tıpkı portakal gibi” lâfzı hoşunuza gitsin... İster, “dünya bir portakal maviliğinde” çevirisi işinize gelsin, ben Aragon’un açtığı kapıya itibar edip, içeriye girdiğimde de, olduğu yere çivilenenlerdenim; “...Meğer, hamken mavi olurmuş portakal.” Yani dünya, “daha olmamıştır” diyor, Şair!

SESSİZLİK DİYE BİR ŞEY YOK
“Prömiyer, gala” ya da güzel Türkçemizdeki karşılığı ile “ilk temsil, ilk gösteri, ilk sahneleniş, ilk seslendirilme...” Bunlar da, sanat “lûgatçe”mizden esintiler. İki paragraftaki sözcükler birlikte kullanıldığında ortaya çıkan soru ise, “şu daha olmamış dünyada, olmamış ruhlarımızı, bir sanat eserini ilk kez izleyebilmek-dinleyebilmek ve biraz inceltmek, için bize katılmaya niyetiniz var mı?” Soru, dipnotlarında şunları da barındırır: “ilk gören olduğunuz gibi, bir daha aynen tekrarlanamayacak bu geceyi, son görenler olmaya da davetlisiniz...” Bu davet, bestecisi John Gace’in, “dört otuz üç” adını verdiği ünlü müzik yapıtının sansasyonel “ilk gösterimi” için söylediklerine de benzer: “...Bir noktayı kaçırdılar. Sessizlik diye bir şey yoktur. Sessizlik diye düşündükleri şey rastlantısal seslerle doluydu, ancak onlar dinlemeyi bilmiyorlardı. Birinci bölüm boyunca dışarıdaki rüzgarın kımıltılarını duyabilirdiniz. İkincide, yağmur taneleri damda pıtırtıya başladı. Üçüncüdeyse insanlar bu kez kendileri konuşmaya, dışarı çıkmaya ve bu sırada türlü, ilginç sesler çıkarmaya başladılar...”

Yazının Devamını Oku

Seçerken “kaçırdıklarımız”

30 Mayıs 2023
MEDENİ memleketlerde “seçim”, sıradan bir olaydır.

 

Bir şeyi seçmiş olmanız, başka şeyleri kaçırmış olmanız anlamına gelmez. Bizde maalesef öyle değildir! Ülke, seçim sürecinde gerilir. Sebeplerden ve sonuçlardan konuşulması, “gerilmiş don lastiğinin kısmete göre aldığı tavrın tartışılmasına yönelik” ve maç sonu programlarıyla da rekabet halinde olduğu için, her tercihin aslında bir vazgeçiş olduğu farkedilmez bile... Seçerken gözden kaçırdıklarımız, hatta elden kaçırdıklarımız,“seçtiklerimiz, kaçırdıklarımız, seçtiklerimiz, kaçırdıklarımız...” döngüsü içinde gündemde kendine yer bulamaz... Ankara ve İstanbul medyasının dayattığı gündem, hepimizin hayata dair kaygılarını (haklı olarak) alevlendirdiği için de İzmirli, kentin “marka değeri” olan ve üstelik kendisine ait resimleri ıskalar. İş bu yazı, alevli gündemin unutuvermeye çanak tutan tansiyonuna rağmen, İzmir’in kültür ve sanat hayatında eşsiz bir geleneği temsil eden “Uluslararası İzmir Festivali”nin 36. yılını, hele ki aziz Cumhuriyetin 100. yılında gözden kaçırmayalım diye yazılmıştır.

10 ETKİNLİKLE MERHABA
“Avrupa Festivaller Birliği”nin prestijli bir üyesi olan o Festival ki, her yıl İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) evsahipliğinde düzenlenir. Tarihi mekânları sanatla buluşturarak Efes Antik Tiyatrosu, Celsus Kütüphanesi, Efes Odeon’un yanı sıra Meryemana Evi, St. Policarp Kilisesi, Agora, Bayraklı Ören Yeri, “Ana Tanrıça’nın Kenti” Metropolis, Büyük İskender’in İzmir’i yeniden kurduğu Kadifekale’yi, çağlar boyunca müzikle tedavinin başkenti olmuş Bergama Asklepion’u, Çeşme Kalesi’ni ve Türkiye’nin ilk yavaş kenti Seferihisar’daki Sığacık Kalesi’ni, kent tarihinin önemli tanıkları olan Ayavukla Kilisesi ile tarihi İzmir Sigara Fabrikasını, Efes Ticaret Agorası’nı ve Kızlarağası Hanı’nı, “sanatın yorumlandığı” kültür mekânları arasına katma becerisi ile de, her yıl dünya vitrininde baş köşeye taşır... Bu hafta, 36. Yılında, programındaki 10 etkinlik ile sanatseverlere “merhaba” demeye hazırlanıyor.
Festival, 2 Haziran 2023, saat 21.00’de, AASSM Büyük Salon’da yapılacak anlamlı bir konserle başlayacak. İKSEV’in, “geleceğe bırakılan önemli bir kültür mirası” olarak gördüğü genç bestecilerimize yeni ufuklar açan 12. Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması, finale kalan “Keman Konçertoları”nın yarışacağı konserde, 2 dünya prömiyerini, Cumhuriyet’in 100. yılına ithâf etmiş olacak.
Bu yıl, AASSM, Efes Büyük Tiyatro, İzmir Tarihi Agora, Çeşme Kalesi ve Celsus Kütüphanesi’nde yapılacak etkinliklerin biletleri, AASSM ana gişe ve Biletix gişelerinde satışa çıkartıldı. Sanatseverler, ikinci konser için, 4 Haziran 2023 Pazar günü saat 21.00’de, “Efes Antik Tiyatro”da buluşacaklar. Tekfen Filarmoni, daimi şefleri Aziz Shokhakimov yönetiminde bu kez, genç kemancılarımız arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan Veriko Tchumburidze’ye eşlik edecek. Konserde Hasan Uçarsu’nun “Portreler” adlı orkestra süiti, Çaykovski’nin “Re Majör Keman Konçertosu” ve Zoltan Kodaly’nin “Galanta Dansları” seslendirilecek.

Yazının Devamını Oku

Afiş dediğin nedir ki?

18 Ocak 2023
GEÇEN sene mart ayında yazdığım bir “Festival” yazısına, yine; “...Hepimize Haldun Taner’den hatıra kalan -Fasulyeciyan’ın Tiradı-” ile başlamışım. Bu sene aynı tiradın başka bir bölümünü ışığa tutacağım.


Hatırlarsınız! “...Zaten aktör dediğin nedir ki?” diye başlayıp, “perde!” diye biten; soluksuz söylenen ve soluksuz dinlenen bu (adetâ) tekerlemenin orta yerinde “...Hıranuşla Virginia’nın eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmış olan dialogu... /... İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler...” dediği bir yakıştırmayla oradan oraya sürükler bizi Usta.
Gelen bültendeki, “İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) açtığı ‘20. Caz Afişi Yarışması’ sonuçlandı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarım son sınıf öğrencisi Ayşenur Dinler’in çalışması, 30. İzmir Avrupa Caz Festivali’nin afişi olarak seçildi...” cümlesini okuyunca, aklım yine bu tirada kaydı işte.

30 YIL 20 YARIŞMA
İzmir Avrupa Caz Festivali’nde 30 yıl ve bu zaman diliminde 20. Afiş yarışması... Bir koyduğunuzu, daha arkanızı döner dönmez koyduğunuz yerde bulamamanın hoyratlığı ile dellenmiş bir ülkede, sanatın ayrılmaz bir parçası, hattâ “mütemmim cüz’ü – tamamlayıcı parçası” olan “geleneğe kök salma” fikrini sürdürülebilir bir projeye dönüştürmek, İKSEV’in üstüne vazife olmasa gerek... Buna rağmen vazgeçmiyor. İKSEV, festivallerinin “önünü arkasını”, iki elini geçmişten geleceğe uzatmış bir sanat tarihçisi hassasiyetiyle, “ayrılık sevdâya dâhil” çıkarımıyla arşivlemeye devam ediyor.
Afiş tasarımları, bütün dünyada ayrı bir “alkış kategorisi”dir. Sahne sanatlarından, sinemaya... Konser, resital, sergi, bienal, kongre, olimpiyad, dünya kupası ve iz bırakmış etkinliklerin ruhunu, mesajını ve kitlelerle buluşturan, onlara anlatan, hatırlatan ve en önemlisi “unutturmayan” kilometre taşlarıdır. Görsel edebiyatın bu ayrıcalıklı rengine, hele İzmir gibi “detayı ıskalamakla meşhur ve malûl” bir kentte, 20 yıl boyunca fırsat vermek, bir teşekkürden fazlasını hak ediyor.

Yazının Devamını Oku

Bir kent nasıl yavaşlayabilir?

24 Eylül 2022
YAZIN son günlerinde, hatta güz esintileri de başlamışken, vesileyle, bir sonbahar yaprağı misali; aklımdan hiç çıkmayan bir şiir düştü ayaklarımın dibine. Bu yazı, o vesileyi anlatır... “İlkyaz”daki dizelerinde Gülten Akın, “Ah, kimselerin vakti yok / Durup ince şeyleri anlamaya...” der malum. Ve ince şeyler için durmadan önce, biraz yavaşlamak gerektiği çıkarımını da, okuyucunun idrakine bırakır...

 


İnce şeyleri görebilmek için, bir kent nasıl yavaşlayabilir? Bu sorunun, basit ama yadırganan bir yanıtı var. Çünkü, yavaşlayarak incelmesi, sıradanlıktan kurtulması, ayrıcalıklı ve gözde olması için; büyük olması yetmez, küçük olması yetmez... Güzel olması, “yüzüne bakılamayacak kadar çirkinleştiği halde, aman daha beter olmadan görelim” kaygısını yelpazelediği için görülmeye değer bulunması yetmez. Yüksekte olması yetmez; tabii alçakta olması da... Sıcak olması yetmez, soğuk olması da... Eski olması tek başına anlamlı değildir. Sadece yeni olduğu için de anlam kazanmaz. Sadece ucuz olması belirleyici değildir. Sadece pahalı olması da, insanları kaçırmaya yetmez. Kent sakinlerinin varlıklı ya da yoksul olması yetmez, tek başına... Özgün bir mutfağı olması da yetmez, açlıktan kırılıyor olması da. Sadece sanat üretilmesi yetmez orada; sanatın, sadece tüketilmesi de yetmez. (Bizde küçümser bir edayla kullanılsa da, ben hakkını vererek anlamlandırıyorum...) Sadece çalgıcıları olması yetmez, dinleyicileri olması yetmez sadece... Bunların hiçbiri tek başına yetmez! Bunların hepsini, bir arada, anlamlı, görünür, duyulur, iz bırakır, katma değere dönüştürür ve tarihe not düşürür hale getiren şey, o kentin herkesin göremediği “inceliklere verdiği değerdir”.
Bakınız, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’ndan gelen “ince bülten”de ne diyor? “...İKSEV, 2015 yılından bu yana sürdürdüğü Uluslararası Çalgı Yapımı Atölyelerini yeni bir aşamaya taşıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinden ustalarla çalgı yapım öğrencilerini buluşturan 5. Uluslararası Çalgı Yapım Atölyesi ve Sergisi’nin yanı sıra bu yıl Türk ve yabancı çalgı yapım ustalarını bir araya getiren, ustalık sınıfı niteliğindeki ‘İzmir Buluşmaları’ etkinliğini de düzenliyor. Bu buluşmaların ikincisi ve ‘Uluslararası Çalgı Yapım Atölyesi’, 26 - 30 Eylül 2022 tarihleri arasında İKSEV Karataş binasında gerçekleştirilecek. ‘İzmir’i uluslararası bir çalgı yapımı merkezi haline getirmeyi amaçlayan’ etkinliğin bu yıl ki konukları, her biri çalışmalarını Fransa’da sürdüren ve alanında çeşitli yarışmalardan ödülleri de bulunan Andrea Frandsen (Danimarka), Francois Dennis (Fransa), Gilles Duhaut (Fransa) ve Helene Beaury (Fransa) ile Öğr. Gör. Halide Karabiber (Anadolu Üniversitesi), Öğr. Gör. Dr. Murat Ufuk Güler (Dokuz Eylül Üniversitesi), Öğr. Gör. Sinan Uçar (Bülent Ecevit Üniversitesi) ve çalgı yapımcısı İsmail Kaya olacak. Dokuz Eylül Üniversitesi’nin de destek verdiği etkinlik kapsamında, 30 Eylül 2022 Cuma günü saat 14.00’de aynı zamanda ‘Traité de Lutherie’ isimli çalgı geometrisi kitabının yazarı olan Francois Dennis İKSEV’de bir de seminer verecek...”
“Sınırlı bir kitleyi ilgilendiriyor ve pazardaki limon fiyatlarına da bir etkisi olmaz (?!)” zannedilen bu haberi, gönül telimi titrettiği için paylaşmak istedim. Bazı okuyucunun, “her iş bitti de...” diye sitem edeceği bu yazıda, İncelik şuraya gizlenmiştir: “Dünyalığını çalarak yapanların baştacı edildiği ülkelerde, çalgılarını çalarak sanat yapanlar” çok da ciddiye alınmazlar. Kuşkusuz, bu bir tercihtir... Bu tercihin sonuçlarını kader zannetmek ise, incelikten hayli uzağa düşer. Onun adı başka bir şey; buraya yazamıyorum.

Yazının Devamını Oku

Kentsel Dönüşümde, İzmir Modeli: “Halk Konut”

13 Eylül 2022
İZDEDA (İzmir Depremzedeleri Dayanışma Derneği) Başkanı Haydar ÖZKAN Ve Genel Sekreteri Aytekin KESKİN ile yapılan röportaj. Çıkartılan envanter, bize neler söylüyor ?


30 Ekim 2022 tarihinde, ilimizde meydana gelen deprem sonucunda,117 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 3550 adet ağır hasarlı bağımsız bölüm,8380 orta hasarlı bağımsız bölüm, 66311 adet bağımsız bölüm az hasarlı olarak tespit edilmiştir.

Kamusal ölçekte, hareket plânı ne idi ?
Çevre şehircilik ve iklim bakanlığı tarafından, ağır hasarlı bağımsız bölümler için proje alanları ilan edilmiş olup, hasar gören binalar teslim edilmiştir. Yine ağır hasarlı olan bağımsız bölümler için, şehir hastanesinin yukarısında rezerv alanı olarak ilan edilen bölümde konutların yapılmasına devam edilmektedir. Depremde hasar alan orta ve az hasarlılar için vatandaşlarımız müteahhitlerle görüşmeye devam ederken diğer taraftan TOKİ’nin açmış olduğu ofise de müracaat etmektedirler.

Plânlanan ile gerçekleştirilen arasındaki fark itibariyle, neredeyiz ?
Depremin üzerinden yaklaşık 22 ay geçmiş olmasına rağmen elde edilen sonuçlar tatmin edici değildir.

Bu yetersiz sonuçların, sebepleri ana hatlarıyla nedir ? Gelişmeler...

Yazının Devamını Oku