“Dizlerini kırmış hafifçe. Çizgili pantolonunun fiyakasına rağmen, biraz da bilerek kamburunu çıkartmış sanki. Caz’ın sahnedeki ayrıcalığını imâ eden kafasındaki fötr’ün, kuşkusuz imrenilecek bir dokunulmazlığı var... Şişirilmiş yanaklarının gölgesinden, ‘ruhunu trompete üflemeye niyetli’ olduğu belli. Yoksa, afişte, kırmızı nefesiyle alevlenen caz, mavi yazıların davetkâr albenisine nasıl dönüşebilirdi ?”
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) açtığı ve Türkiye’nin hemen her yerinden 365 afişin katıldığı, seçici kurulun 28 afişi sergilenmeye değer bulduğu, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Tasarım Bölümü öğrencisi Berke Özaşık’a ait çalışmanın “31. İzmir Avrupa Caz Festivali”nin afişi olarak seçildiği, “21. Caz Afişi Yarışması”nın medyaya yansıyan yüzünde, bana görünen bu ! Gördüğümü, duyduklarımla birleştirmeye çalışıyorum sadece. Yani afişteki adamın yalancısıyım...
Festival, 07 Mart 2024 Perşembe günü saat 20.30’da, AASSM Büyük Salonda, “Ella Fitzgerald Gecesi” olarak isimlendirilen açılış konseriyle başlayacak. Yirminci yüzyılın en önemli Amerikalı caz vokalistlerinden biri olan Fitzgerald, entonasyonunun kusursuzluğu, yorumunun benzersizliği ve doğaçlamalarda bir trompet gibi kullanabildiği üç oktav aralığını aşan sesiyle anılır. 57 seneyi aşan kariyerinde, 13 Grammy Ödülünün yanında ABD başkanları tarafından verilmiş Ulusal Sanat ve Özgürlük Madalyalarının da sahibidir. Bu özel gecede, Fitzgerald’ın unutulmaz şarkılarını, günümüzün önemli caz vokalistlerinden Ayşegül Yeşilnil yorumlayacak. Düzenlemeleri Nezih Yeşilnil’in yaptığı konser, Ümit Tunçağ’ın pantone kataloğu ile anlatılacak. Sanatçıya, Piyanoda Zafer Çebi, basta Nezih Yeşilnil, saksafonda Erdoğan Turanlı ve davulda Ferruh Arıç eşlik edecek.
Bir sonraki açılışın “büyük harfle başlayacağını” hissettirmelidir. Gel gör ki, bazen açılışlar kapanış, kapanışlar da açılış gibi gerçekleşir. İşte bu pencereden bakınca, 30. İzmir Avrupa Caz Festivali’nin kapanışı, “kapanış” gibi oldu. Hani denir ya, “bazı konserler yazılamaz...” Yazarsanız, bazı romanların sinemaya aktarılmasında yaşanan hayal kırıklığına benzeyiverir; cam kırıklarının ortasında kalıverirsiniz sonra. İşte onlardan biriydi. Elbette, “yazılamaz mı, yazılmaz mı?” münakaşasını açmak da mümkün. Barselona ve Selânik’e benzettikleri “uyuyan güzel İzmir”in geleneğine göre, “yazılmaz!” Yerel medyanın, çok daha önemli işleri ve gündemi vardır çünkü. Çeyrek asırdan yarım asıra koşan bir Caz Festivali, “Bregenz kasabasında yaşayanlar” kadar umurunda değildir. Bir ben yazarım bu köşede. Bazen birkaç kişi daha ki, onların da adı-sanı bellidir; değişmez. Dolayısıyla, “yazılabilir ya da yazılamaz” olanı kaçıranların, konseri duyabilmek için çok fazla da seçeneği yoktur. Ne bulursa onu okur. Demem o ki, ben bir sanat eleştirmeni değilim sevgili okuyucu; “mecburen yine benimle idare edeceksiniz...”
MÜZİĞİN ÖTESİNDE BİR ŞEY
KORA JAZZ TRIO, Piyano’da Abdoulaye Diabate, Kora’da Cherif Soumano ve Perküsyon’da Adama Diarra’dan oluşuyor. Senegalli sanatçılar, “...biz müzik yapmıyoruz. Müziğin ötesinde bir şeyler arıyoruz, müzik -buna ve bana- ne katabilir onun peşindeyiz” diye soranlardan. Bu sorudan, şunu anlamak, ise, dinleyenin sorumluluğunda: “Griot olmayı seçemezsiniz, Griot olarak doğarsınız” Dahası, açık açık “...elbette müzikal temayı çalıyoruz ama bu sadece sohbet için bir bahane. Sahnede kalıcı olan diyalogtur. Bu bizim iplik eğirme şeklimiz. Grubu ileriye götüren şey doğaçlamadır. Herşeyden önce, sahnede 3 solistin buluşmasıdır” diye ısrar edenlerden.
Topluluğa adını veren ve sahneyi de asıl titreten “Kora” çalgısı, Batı Afrika müziğinin “alametifârikası” kabul ediliyor. Senegal, Mali, Gine Bissau ve Gine’de çalınan koranın, Gambiya’da ortaya çıktığına inanılıyor. Hayvan derisi kaplı yarım bir su kabağına sabitlenen uzun bir silindirde yer alan, 21 telden oluşuyor. “Gitar ve arp arasında bir sesi var” dersek, yalan olmaz.
Geleneğin bir parçası olan “Kora”, Batı Afrika’da hikâye anlatıcılığı yapan, sosyal kast sisteminin parçası olan ve bir nev’i halk ozanı sayılabilecek, “Afrika’nın hâfızası denilen Griotlar”, (Kouyate, -Diabate-, Konte, Cissoko gibi soy isimlerine sahip, belirli aileler...) tarafından çalınırmış. İşin ucu 13. Yüzyıla kadar uzanıyor. Kora ile söylenen şarkılar ve daha doğrusu kuşaktan kuşağa aktarılan hikâyeler, Afrika sözlü tarihinin ve kültürel hafızasının korunmasında vazgeçilmez olarak değerlendiriliyor. Bugün bile, düğün ve cenazelerde hikâye anlatıcılığı yapan Griotlar, uzlaşmacı, bilge ve şair yönleriyle öne çıkıyormuş. Ama, yabancı müzik tarzlarının da etkisiyle popülaritesini büyük ölçüde kaybetmiş durumda.
Cuma akşamı da benzer duygularla ürperdim. İsviçreli sanatçıları hemen “eh işte...” sayıda sanatsever ile ağırlayan İzmirli’yi düşündüm. Ülkemin en güzel müzik mabetlerinden birinin, 30 yılın heyecanını taşıyan bir festivalde dolmayışının sebebi, belki de Cenevre gölünü yaşayan bilinçte gizliydi.
Michael Arbenz (piyano), Thomas Lahns (bas), Florian Arbenz (davul) oluşan “VEIN TRIO”, The Guardian’dan John Fordham’ın, “son on yılın Avrupa’daki en heyecan verici topluluklarından biri” olarak nitelediği bir grup. Basel merkezli topluluğun caz dinleyicileri arasında üne kavuşması, “Avrupa klâsik oda müziğinin karmaşıklığını, caz doğaçlamasının heyecanı ve enerjisiyle en sofistike şekilde harmanlayarak hem stilistik çeşitliliği hem de teknik başarıyı yakalamış olmaları”na bağlanıyor. Ben ise, konseri izledikten sonra bu değerlendirmeyi, kendi gözlüğümden, “Klazz Brothers”ın, “ezgiyi daha çok feda edip, ritim ve atonal tınıya daha çok rağbet eden hali” diye yorumladım.
“Doğaçlama”nın, müziğin türü ne olursa olsun; her dem, “şamanik görkemin kadim gücüne dönüşü temsil ettiği”ne inananlardan olduğum için, “VEIN TRIO”nun beni etkilemesi kaçınılmazdı; öyle de oldu... Bach, Skryabin, Mozart, Çaykovski ve Beethoven gibi ustaların başyapıtlarını, onların bir “İsviçre çakısı” gibi kullanılabileceğini göstermek için doğaçlayanların sahnedeki başarısı dinlemeye değerdi. Bizim müzikte ıskaladığımız bir çeşni bu.
Sanatçıların, AASSM’deki en büyük piyangolarından biri de, “sesçiler”in Türkiye çapında greve gitmedikleri bir günde sahne almış olmalarıydı belki de... Kendi enstrümanlarındaki “özgün” stillerinin, bir araya geldiğinde merak uyandıran bir gösteriye dönüşmesinde, birbirlerini duyabiliyor olmalarını sağlayan “sound check” dakikalarının katkısı az olmasa gerek.
“İzmir’e ‘Yaz’dan önce Caz’ gelir...” başlığını attığımda ise, baharı yaza bağlayabilmeyi ve cazın keyfini uzatmayı düşlemiştim. Hep böyle oluyor. Her yıl, festival zamanı gelip de, “caz” üstüne yazmaya başlayınca, içimden mevsimler geçiyor önce. Bu sene de takvim, “İzmir’de kış olmaz...” söylencesini düşürdü aklıma. Elbet hepimizin nefesini kesen, bu uzun ve sıcak yaz bitecek. Ve bugün kavrulduğunu unutanlar, üç vakte kadar üşüme sohbetleri yapacak. İşte Ayşenur Dinler’in 30. İzmir Avrupa Caz Festivali’nin afişi olarak seçilen ve bana “caz sıcaktır” diye fısıldayan afişine baktıkça, “sanatın mevsimlerden arınmış iklimi”ne sığınalım istedim bu kerre... Yeri geldiğinde cehennemi sıcaklarda bizi yelpazeleyen sanat, zemheri geldiğinde de içimizi ısıtmıyor mu zaten? Yazının başlığını bu gözle okuyun lütfen. Cumhuriyetimizin 100. yılında, eylüle rastlayan festivalin coşku ve yankılanmasını aylarca sürdürmek bizim elimizde. Hani, “öyle uzun sürsün ki caz, bütün kış devam etsin” demeye getiriyorum.
AVRUPA CAZ FESTİVALİ
İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV) evsahipliğinde düzenlenen 30. İzmir Avrupa Caz Festivali, bu yıl 14 - 27 Eylül 2023 tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Festival, 14 Eylül 2023 Perşembe günü saat 20.30 da AASSM Büyük Salonda “Frank Sinatra Şarkıları – Ömür Göksel ve Zafer Çebi Orkestrası” konseriyle başlayacak.
Yıllardır konser, sergi, atölye, söyleşi ve zaman zaman da ustalık sınıflarıyla çeşnilenen festivalin bu yılki etkinliklerinden birkaçını özellikle ışıklandırmak isterim. Daha önceki senelerde de denenen, fakat “her şeyi çok bilenler”in ıskaladığı, benim de yaşım tutmadığı için iştirak edemediğim bir atölye var programda. İKSEV, 14 – 27 Eylül 2023 tarihleri arasında, gazetecilik öğrencileri için “Ustalar”ın elinden çıkma bir “Write Stuff” buluşması düzenleyecek. Ümit Tuncağ ve gazeteci Sirel Ekşi’nin yürüteceği atölyede, katılımcılardan, konserleri izledikten sonra haber ve eleştiri metinleri yazmaları istenecek. (Cesur ayı şurubu içmiş bir gencin, sevgili Tunçağ’a Türkçe bir atölye adı önermesini heyecanla bekleyeceğim…)
Ama tuşlara dokundukça, Aka Gündüz gibi bir ustanın, takip ışığının yanından bana göz kırptığını gördüm sanki... Omuzuma dokunan el, Münir bey’in eliydi. Başımı kaldırdığımda, Refik Fersan da, Cemile Hanım’ın arkasında, ayakta duruyordu. Diyelim ki, bana öyle geldi; ne çıkar? Böyle başladık işte. Seyirciler tam görememiş olabilir ama sonradan hissettiklerini söylüyorlar; dakikalar ilerledikçe, kalabalıklaştı sahne. Tanburî Cemil, Lem’î Atlı, Bîmen Şen, Reşit Bekirov, Guliev, Behbudov… Hattâ Çingiz Sadıkov bile geldi karanlığa oturdu bir ara... Madem ki, repertuvarın adı “Makam Müziğinde Çeşitlemeler”di, artık ne nihâvend sadece nihâvend’ti, ne de rast, mahûr, hicazkâr ve segâh çeşnileri, isimlerinden ibaret...
GÖNÜLLERİMİZİ BİRLEŞTİRDİK
Uzatmayalım, gönlümüzü birbirimize ilişmeden birleştirmeyi denedik. İkimiz de tavrını koruyacaktı; kimse bir diğerinin çaldığına karışmayacaktı. Göründüğünden zordu, bu kâğıt üzerindeki mutabakat. Alışkanlıklarımız, tercihlerimiz, duyuş ve hissedişimiz farklıydı. Bu farklılığı, “doğaçlamanın büyüsü” ile benzerliğe çevirdik. Birbirimizin ait olduğu müzikal geleneği hor görmemek, ötekileştirmemek, ona üstenci bir gözle bakmamak, anlamaya çalışmak ve saygı duymak yetecekti... Bir de baktık ki, sevdik biz bu beraberliği ve çaldıkça keyifleniyoruz.
Klasik batı müziğinde “4 el piyano” için bestelenmiş eserler, 18. yüzyıldan itibaren repertuvarlarda yer alıyordu ve oda müziği performansı adına, önemli bir literatüre sahipti. Esasen, geleneği itibariyle yine bir “oda müziği” heyecanı olan Türk muüziğinde ise durum, bundan çok farklıydı. Osmanlı’ya uzanan bir tarihleme ile Anadolu coğrafyasında, yaklaşık 200 yıllık bir geçmişi olmasına rağmen, “makam müziği perdelerinin (seslerinin) tamamına sahip olmayan piyano”; özellikle muhafazakar kesimin, koma detaylarında kaybolma inadı ile hep kuşku ve çekinceyle yaklaştığı, son tahlilde, varlığını gizli-açık reddettiği bir enstrümandı. İşte, “allaturca”ya 1 piyano dahi çok görülürken; farklı zeminlerde denenmiş “1 solist, 1 eşlikçi alışkanlığından”ndan kurtulup, biribirinden çok farklı 2 piyano tavrını, biribirini tamamlayan ve 2 ayrı klavyede, “2 solistin birlikteliği”ne dönüştüren ve önce yaptıklarından kendileri keyif alan bu takımın adını, onun için “duoallaturcaimpropiano” koyduk.
Hem tırnak içine alınmış, hem koyu renkle vurgulanmış, hele bir de “selamlar gibi bir reveransla, hafif öne eğilerek” italik yazılmışsa alıntı; o zaman yazarın aklından geçenin, “bunu ben yazabilmiş olsaydım” keşkesi olduğunu anlamalısınız. En azından benim için böyle...
Serginin küratöründen bir “manifesto” geldi ki, hem iç geçirdim, hem de yukarıdaki paragrafta aklımdan geçeni, saklamadan, sakınmadan paylaşıvereyim okuyucuyla diye zevk ettim. Adı, “Kirke Paradoksu” diye üflenmiş sergi açıldı; ‘Galeri A’nın butik, büyülü, buğulu beyazında, 8 Temmuz’a kadar sanatseverlerin ziyaretine açık... ‘Şule Yiğit, Tülin Yiğit Akgül, Fatma İlgün ve Orçun Masatçı’nın tematik dokunuşları sergileniyor. Hem içerik, hem de sergi parkuru daha yeni çiziliyor; genleşiyor, genişliyor...
OKUYUNCA GİDECEKSİNİZ
‘Turpun büyüğü heybede!’ Bu sergiyi, başka salonlarda, bir daha bu haliyle göremeyeceksiniz. Başkaca bir şey yazmayacağım! Sizleri ‘İlkyaz Mumcu’nun satırlarıyla baş başa bırakacağım. Hanımlar, beyler; okuduktan sonra ayaklarınız sizi zaten sergiye götürecek.
“... Kadınların erkekler tarafından anlatıldığı bu dünyanın tuzağından fısıldıyor bizlere hikayesini. Homeros’un anlatımı ile arada kalmış sönük, Odysseus’un gücüne karşı koyamayan boyun eğen Kirke. Oysa bir kadın ozan anlatsaydı bizlere İlyada’yı ya da Odysseria’yı. Kadınları kadınlardan dinleme zamanı geldi artık!
Kirke, şımarık ve kötü kalpli bir cadı tanrıça değil, açgözlülüğü cezalandıran bütün tanrısal güçlerini bir kenara itip ‘ol’ deyince olduran kolaylığına kaçmayan bir kadın. İçinde yaşadığı doğa ile bütünleşen, efsunlarını toprakta yetişen bitkilerden elde eden, en yakınlarını insanoğlunun vahşi adını verdiği canlılardan seçen, sevgisini ve şefkatini dağıtan ama asla da zayıf olmayan bir kadın. Hem tanrıça hem cadı, yüce Zeus’u bile yenebilecek kudretteyken kendi olma sadeliğini seçen bir kadın. Büyü emek ister, irade ister, farkındalık ister, içgörü ister. Sonuç alana kadar defalarca denemektir büyü, pes etmemek, düşüp yeniden kalkmak. Söz de büyüdür biraz işledi mi içinize?
YOL HİKAYESİNİN KAHRAMANI
36. Festival’in müdavimleri, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın (İKSEV), evsahipliğinde, perşembe akşamı AASSM’de gerçekleştirilen “L’Acheron’un - Lachrimae Lyrae - Tears Of Exile – Sürgünün Göz Yaşları” konserini izlerken, benim de gözümün ve kulaklarımın önünden, işte bu isimler geçti birer birer...
Sokratis Sinopoulos’un (kemençe sanatçısı) yol göstericiliğinde, François Joubert-Caillet (grup lideri, viyola da gamba), Andreas Linos (tenor viyol), Marie-Suzanne de Loye (bas viyol), Nolwenn Le Guern (bas viyol), doğu ve batı müziğinin parlak renkleriyle örülmüş müzikal bir mozaik ile çıktılar dinleyicilerin karşısına. Barok ve makam müziğinin melezlenmesi, klâsikle geleneksel arasında üst üste binen mükemmel geçişler, beş müzisyenin tek bir yürekmiş gibi eşzamanlı yorumları, “ötekileştirme” adına, ortaya mazeret diye konulabilecek herşeyi sildi süpürdü.
Bütün yaylıların, uzun dem seslerdeki hakimiyeti, tiz perdelerdeki hissedilir heyecanı ve bir ara “viyolaları yere bırakıp, hepsinin kemençe’ye davranmaları”, hele kemençe ile pek nadir duyulan “pizzicato” lezzeti, anlatılır bir ahenkten çok ötesiydi. “Daha başka ?”, derseniz... Gerçi “yazı işleri”, benim bu koku tasvirlerimi pek sevmiyor ama, vallahi benim bir kabahatim yok; Sinopoulos tırnağını dokundurdukça kemençeye, “İstanbul” kokuyordu ortalık!
L’Acheron, dinleyicilerinin dinmeyen alkışlarına bizim “Kasap Havası” diye bildiğimiz “Karorseri Trava” adlı eserle teşekkür etti. Azcık da dedikodu: 1 saat 15 dakika aralıksız performans... Önüne geleni ayakta alkışlayan İzmir seyircisi, bu kadar üst düzey bir icra için koltuğundan kalkmadı ya, ona üzüldüm biraz.
Agora’daki İtalyanlardan sonra L’Acheron... Akdeniz, barok ve sentezler... Festival’in 11 Temmuz’daki kapanış konserini de sayarsanız, İKSEV’in, “İzmirli için günceli nasıl takip ettiği ve taze kalmaya ne kadar özen gösterdiği”nin de hakkı verelim. Dünyada yükselmekte olan nitelikli makam müziğini, bu sene dünya ile eşzamanlı yakalamış olmaları tesadüf değil gibi geliyor bana. Hem sanatçılara, hem de İKSEV’e vefâtında kemençevî İhsan Özgen için yazdığım “mersiye” ile teşekkür etmek isterim:
“La Cantiga de La Serena”, 36. Uluslararası İzmir Festivali’nde, İzmir Tarihi Agora’da, biraz da bu birlikteliği yaşattı misafirlerine... Fabrizio Piepoli (vokal, swing gitar, klasik gitar, çerçeve davul), Giorgia Santoro (flüt, bansuri, sajat, ziller) ve Adolfo La Volpe’den (ud, klasik gitar) oluşan grubun repertuvarı için, program kitapçığına şu “sıkıştırılmış not” düşülmüş: “...Puglia bölgesinin sofistike bir şekilde, yeniden düzenlenen geleneksel müziğinin, XV. yüzyılda İspanya ve Portekiz’de diaspora deneyimi yaşayan Sefarad Yahudilerine ait geleneğin bir ifadesi olan halk şarkılarının (cantiga) ve Sefarad romanslarının, hac ve adanmışlığı konu alan Ortaçağ ilahilerinin ve Provence, Endülüs ve Portekiz’in müzik mirasından büyüleyici melodiler ve ilahilerin bir arada harmanlandığı rafine bir karışım...”
Bazen, “İtalya’nın topuğu” da denilen ‘Selanto’ çıkışlı sanatçılar, “çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü” bir müziğin, (kendi deyişleriyle…) “hipnotik” ritimlerini, vokalde sıklıkla kullandıkları makam müziği doğaçlamalarıyla sarmalayıp, Cebelitarık’tan Balkanlar’a uzanan, Flamenko’dan Fado’ya, Sirtaki’den Zeybek’e el veren çeşnilerle süslediler geceyi... Ve ben kendime sormadan edemedim; “bu müzik oralardan buraya geliyor dinleniyor da, neden buradan oralara gitmez, götürülmez?” Acaba, (her ikisi de nûrlarda uyusunlar...) Suna Kan’ın 1971’de Milliyet Gazetesi’ndeki köşesinden Talât Halman’a yazdığı açık mektuptaki, “Cumhuriyet’in Kültür Bakanı Türkiye’yi Osmanlı artığı çehresiyle tanıtamaz...” iddiası yüzünden mi?
Açıkçası, bu yazının başlığı, burnumla seçtiğimin dışında, şunlardan biri de olabilirdi: “Müziğin kokusunda Akdeniz, Akdeniz kokusunda müzik” veya “Akdeniz müziğinin kokusu...” Hepsi aynı kapıya çıkar gibi görünüyor, değil mi? Dinlediklerim bende, renk ve sesten çok koku çağrıştırdı nedense? Yani benim açtığım pencereden, ağıt ve şenliklerinden çok, çiçeği ve böceği ile bir başka Akdeniz göründü... “Balıkçı”nın, “Aganta Burina Burinata”sındaki, “serenlerin üstündeki üst ve alt yelkenleri tut” gibi bir sesleniş kulağımda; elbette deniz, denizci, denizkızı ve yosun kokusu... Ama en çok, tarçın, kimyon, karanfil...
Kokular neden önemlidir bilir misiniz? Sanatı ve özellikle de müziği, kamplara ayırıp, ötekileştiren (kadim değil) “ilkel” yaklaşımın, hatta her türlü müzikal yobazlığın, karşısında yenik düşeceği bir kategoridir, kokular... Uluslarası arenadaki her seçkin kokuyu, 36 yıldır İzmir gecelerine taşıyan aydınlık yüzüyle İKSEV, bu tercihiyle, Ümit Yaşar’a ve onun “Tekerleme” şiirinde tariflediği “kokuların kreşendosu”na da, hak vermiş görünüyor:
“...Kasabın kokusu, kandan kemikten / Balıkçının kokusu, tuzdan balıktan / Hamamcının kokusu, sudan köpükten / Lağımcının kokusu, boktan sidikten / Senin kokun, pudra-sabun / Benim kokum, rakı-tütün / Ne ben yerineyim, ne sen yerin / Cümlemiz bir kokarız, öldüğümüz gün... ”