Paylaş
Gazeteci-yazar dostumuz Nedim Atilla, Slow Food hareketinin Türkiye’deki kurucu liderlerinden biridir. Sivil toplum kariyerinde, Terra Madre Delegesi olması, Türkiye Mutfak Dostları Derneği’nde yıllarca Başkan Yardımcılığı yapması gibi, önemli kilometre taşlarına dokunmuşluğu vardır. Dahası, kitaplarının 11’i gastronomi kültürü üzerinedir. Yani, bir “sonradan gurme” değildir, kendisi...
Sohbete, “Cazı neden severiz ki ?” sorusuna, “Caz müziği, doğaçlama, ritmik karmaşıklık ve ifade özgürlüğü ile tanımlanabilir” diyen “Matisse” ile başladı. Bu Gastronomi’ye akıllı bir göndermeydi, bence... Katılımcıları, onların bildiklerini tekrar ederek bunaltmadan, Caz tarihinde şöyle bir dolaşıverdik. “Zaman, mekân, ustalar, kökler, ekoller, farklar ve benzerlikler” üstüne kısa bir ufuk turu yaptık. 19. yüzyıl “Louisiana”sından “New Orleans”a, Afro-Amerikan topluluklarındaki “Blues ve Ragtime”dan “Swing” ve “Poliritmler”e ve “Doğaçlama”lara; “Çingene Cazı”na, “Bebop”, hattâ “Caz-rock füzyonu” ile “Smooth Jazz”a kadar yelpazelendik. Elbette, “Caz’ın Gastronomisi”ni 1 saatte anlatmak mümkün değildi. Bütün bunları, bir köşe yazısında özetlemenin mümkün olamayacağı gibi. Buna rağmen...
“Tarih boyunca, bazı büyük bestecilerin gastronomik zevklere olan tutkuları belgelenmiş ve bu özellik, bazen eserlerine ya da yaşam tarzlarına da yansımıştır” diye bir pencere açtı önce, “Atilla”. İtalyan opera bestecisi “Rossini”nin “besteciliği 37 yaşında bıraktıktan sonra hayatını gurme lezzetlere adamış biri olduğundan, hattâ ‘Tournedos Rossini’ diye bilinen -sığır eti, kaz ciğeri ve trüf mantarıyla yapılan bir Fransız yemeği-nin onun adını taşıdığı”ndan girdi, Barok dönemin devlerinden ‘Handel’in oburluğundan, Romantik virtüöz ‘Liszt’in, şaraba olan düşkünlüğünden, Macar kökenli olması nedeniyle, baharatlı ve zengin tatlara olan ilgisinden, ‘Brahms’ın ise, tüm zamanların en iyi aşçılarından biri olduğu”ndan çıktı.
Sonra “Caz’ın Gurmeleri” geçti. Efsane trompetçi “Louis Armstrong” un, “New Orleans kökenli olması nedeniyle Creole mutfağına bayıldığını; özellikle kırmızı fasulye ve pirinç pilavının (red beans and rice) onun favori yemeklerinden biri olduğunu, 1940’ların başında bir Kuzeyli olan (Ekim 1942’de evlendiği...) Lucille ile flört ederken, Armstrong’un evde -pişmiş kırmızı fasulye ve pilavdan- oluşan bir akşam yemeği için ailesiyle tanıştırmaya davet ettiğini ve Lucille’in versiyonu için, ‘Tam da doktorun emrettiği gibiydi, çok lezzetliydi ve tıpkı bir köpek gibi yedim’ notunu düştüğü”nü, anlattı. “Duke Ellington”, “özellikle biftek ve deniz ürünlerine düşkünlüğüyle bilinirmiş” meselâ. “Ella Fitzgerald”ın “Güney mutfağına ilgisi pek meşhurmuş, tavuk ve waffle gibi klasik lezzetler onun sofrasında sıkça yer alırmış”. “Miles Davis” ise, “Creole ve Cajun mutfağına; özellikle baharatlı yemekler ve jambalaya gibi Louisiana lezzetlerinin cazibesine dayanamazmış”. Yine Davis, “bunların yanında sadece bira içilmesini önerirmiş”. “Fats” (Şişman) lakabını tümüyle hak eden, Stride piyano üstadı “Fats Waller”in, “hem müziği hem de iştahıyla ünlü olduğu ve (yemeklere adanmış plâk isimleriyle...) gastronomik besteler yapan tek cazcı olduğu söylenebilirmiş”.
Nihayet, New York City’deki “Cotton Club”ten başlayıp, yaşlı Avrupa’nın Paris, Amsterdam, Berlin gibi istasyonlarından, İstanbul’daki “Nardis Jazz Club”a uzanan “Caz Gastronomisi mekânları” üstüne özgün çeşitlemeler. Kısa kısa yemek tarifleri, zararsız sosyolojik analizler ve iddiasız çıkarımlar derken, “Caz dinlerken hangi içkinin içilmesi gerektiği” yollu, güçlü spekülasyon içeren bir de anket sorusu...
Ve daha burada tekrarlanamayacak onlarca ayrıntı, ayrıntı, ayrıntı... Mukayeseler, anekdotlar ve gün sonunda, aklımıza çaktırmadan düşürülen, görünmez bir soru: “Gastronomi gözlüğüyle bakınca, gerçekten Avrupa Caz’ı diye bir şey var mı ?” Memleketin şu pek harlı günlerinde, 21 Mart Cuma günü, ağzımızın “tadı-tuzu” olan bir akşam geçirdik. Teşekkürler Nedim Atilla, teşekkürler İKSEV. Ömrümüz olursa, 32. Festival’in kapanış konserinde buluşmak üzere...
Paylaş