Kanat Atkaya

Mehmet Âkif’ten yetenekli ve dürüst bir Necip Fazıl

25 Aralık 2011
CUMHURBAŞKANLIĞI Kültür ve Sanat Ödülleri, yarın Çankaya’da alanlarında ustalaşmış dört kişiye verilecek.

Cumhurbaşkanlığı şöyle duyurdu haberi: “Daha önce de açıklandığı üzere, Sayın Cumhurbaşkanımız, 2011 Yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödüllerinin; Sanat Tarihi dalında Prof. Dr. Semavi Eyice’ye, Edebiyat dalında Sezai Karakoç’a, Eleştiri alanında Doğan Hızlan’a, Geleneksel Sanatlar dalında Hasan Çelebi’ye verilmesini uygun görmüşlerdir...”

Dört önemli ismi okuduktan sonra “Acaba Sezai Karakoç gidecek mi ödülü almaya?” diye sormuştum kendi kendime.
Sezai Karakoç yaşayan en önemli şairlerimizden.
Sadece şiir üretmemiştir ancak affına sığınarak söyleyeyim şiir alanında etkilediği kitle hepsinden geniştir. Edebiyat meraklılarının siyasi görüş çatısının üstüne taşıyarak sevdikleri isimlerdendir.
Cemal Süreya ve Ece Ayhan’la Mülkiye yılları kesişir.
Cemal Süreya, harikulade portreler geçidi olan “99 Yüz”de, eski arkadaşı Sezai Karakoç’un fotoğrafını şöyle çeker:
“Çok daha yetenekli bir Mehmet Âkif’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz.”

Cemal Süreya’nın “iki sağcı ikonu” örnek vermesi boşa değil.

Yazının Devamını Oku

Müziğin kitabını yazmak

24 Aralık 2011
Sizden ara sıra “Ne okuyalım?” sorusu geliyor. Küçük bir öneri listesi yaptım müzik kitabı meraklılarına. Liste biraz yabancı ağırlıklı, kusura bakmayın

Yıllar önce Hey dergisi’nde gazeteciliğe başladığımda en büyük sıkıntı kaynak eksikliğiydi. Biraz ‘dedemin paltosundan bize ceket dikerlerdi’ havasında olacak ama internet yoktu. Gecikmeli ulaşan Alman Bravo, sadece kıl-tüy pop yıldızlarıyla ilgili haber ve röportajlar içeren İngiliz Smash Tits gibi birkaç dergi dışında kaynak bulmak neredeyse imkansızdı. Radyodan cazırtılı yayınla BBC Top 20 dinleyip dergiye yazdığımız zamanlar. O dönem en sık ziyaret ettiğim yer Tepebaşı’ndaki ABD Kütüphanesi’ydi. ‘Billboard’ ve ‘Downbeat’ düzenli gelirdi.
Referans kitabı açlığımı da müzik kitapları sayesinde giderirdim, az sayıdaki müzisyen biyografilerini okurdum. Yurtdışına çıktığımda (ki o yıllarda seyrek gerçekleşen bir hadiseydi) kitapçılarda iki bölümü talan ederdim: Biri ‘true crime’ malum seri cinayetler, diğeri müzik kitapları bölümü...
Zaman içinde hem kütüphanem bu konuda serpildi, güzelleşti hem de sağolsun sanal alem, kaynak sıkıntısı filan bırakmadı.
Artık dergilerin Türkiye’ye gelmesini bekleyemeyecek vaziyetteysen (bu arada hâlâ geç geliyor dergiler, maaşallah!) tablet bilgisayara kuvvet, anında okuyabiliyorsun. Müzik kitapları yayıncılığında da bir tür patlama yaşandı. Çoğu gazeteci veya akademisyen olan yazarlar, harika kitaplar yayınladı. Eskiden bir kitap basılıyorsa bugün 10 kitap basılıyor.

KİTAP DEĞİL YAZAR 

Sizden de ara sıra “Ne okuyalım?” sorusu geliyor. Küçük bir öneri listesi yapayım müzik kitabı meraklılarına. Ne yazık ki bu kitapların çoğu (hatta yazacaklarımın tamamı) dilimize henüz kazandırılmış değil. Öncelikle bir kitap değil bir yazar tavsiye edeyim: Greil Marcus. ‘Ruj Lekesi’ Türkçe yayınlandı (Lipstick Traces), biraz zor da olsa bulunabilir.
Okuduğum bütün kitapları enfestir ama ‘Mystery Train’ ve Bob Dylan’ın meşhur ‘Basement Tapes’ini konu alan ‘Invisible Republic’, müzik kitaplarına gönül vermiş her faninin okuması gereken kitaplardır.

Yazının Devamını Oku

Van ve şan

22 Aralık 2011
CANLI yayında stüdyonun ve televizyon karşısındaki milyonların donduğu, heyecan içinde telefon hattındaki yüce gönüllü şahsa kulak kesildiği bir an... Ses “Öhöm...” diyor.
Bekliyoruz.
Devam ediyor: “Milletçe dayanışmaya en bir çok ihtiyaç duyduğumuz şu en bir karanlık günde şahsım, şirketim adına Van’daki depremzedelere ulaştırılmak üzere 1 milyon dolar vereceğim...”
Alkışlar, gözyaşları, “Aslansın abi, kaplansın usta, pantersin birader” sesleri...
Telefonlar durmuyor. Kimi 50 bin diyor, kimi 3 milyon, kimi 5 milyon.
“Helal olsun” diyoruz.
Varlık sahibi insanların, ihtiyaç içinde olanlara el uzatmasını, yaralarına merhem olacak nakit yardımında bulunmasını şükran hisleriyle seyrediyoruz.

Ülkenin gösterdiği dayanışma zaten çok büyük.
Birkaç zevzek tipin çatlak sesi dışında herkes elini taşın altına bir şekilde sokuyor.
Kimi arkadaşlarını organize ediyor, kimi bağlı olduğu kurumu hareketlendiriyor.
“Çam sakızı çoban armağanı” diyerek bir battaniye yollayan, bir eldiven paketleyen, sabahlara kadar belediye depolarında koli yapanlar, harçlığını yollayanlar çok...
Ama bir varlıklı insan çıkıp “1 milyon dolar benden...” dediğinde sevinç haliyle daha büyük oluyor.
O çok kıymetli küçük katkılarımız harika ama “esaslı” yardımların daha çok işe yarayacağını hepimiz biliyoruz.
Umutla doluyoruz, acılı günü bu dayanışma ruhuyla aşacağımıza inancımız artıyor.
Ne safmışız, ne uyanıkmış bazıları...

Ortaya çıktı ki, telefonla canlı yayına bağlanıp afra tafra yapanların, “bağışıyla hava atanların”, mangalda kül bankada çek bırakmayanların yarısı (belki daha fazlası) yan çizmiş.
Aslında “Havan kime güzelim?” diye başlayıp şöyle ağız dolusu saydırmak istiyorum.
“Alçak” demek istiyorum, “Yalancı” demek istiyorum, “İnsafsız” demek istiyorum.
Boğazına sarılan mı oldu da açtın o telefonu?
Birilerine şirin gözükmek için mi tuşladın o numarayı?
Kafan mı iyiydi a vicdansız?
Reklam mı yapmak istedin a ciğersiz?

Varlıklı olup yardım etmeyeni, sessiz kalanı ayıplarsın geçersin.
Vardır belki bir bahanesi, ayıplamaya bile gerek yok.
Ama söz verip de tutmayanı ne yapacağız?
Böbürlenerek telefon açıp, iş parayı vermeye geldiğinde sırra kadem basanı ne yapacağız?
İsimleri açıklansın ki endamını görelim bu yalancıların.
Başka ne yapacağız, hesabını vicdanlarına versinler.
Van’da sefalet diz boyu.
Hâlâ bir şeyler yapmak gerekiyor.
Bu ruhsuzlara güvenmeden, yine koli toplayarak, yine maaştan kendi kendimize kesinti yaparak, yine harçlık biriktirerek.
İş bize düşüyor yani canımın içi sıradan vatandaş.
Bu böbürlenen tiplerden bir “cacık” olmaz.
Ne yazık.
Ne ayıp.
Yazının Devamını Oku

Görev şimdilik tamam

22 Aralık 2011
G.SARAY son birkaç sezonda en inançlı taraftarın bile “enseyi karartacağı” türden oynuyordu, yapılanıyordu.

Bu süreçte fikrimi soranlara -çok iyimser bir adam değilimdir fakat- hep “Büyük takımlar kendini çabuk toparlar, canınızı sıkmayın” mesajını verdim. Ancak bu kadar çabuk toparlanmayı ben de beklemiyordum.

* * *

İlk yarıya tutuk, tatile erken çıkmış, bitse de gitsek havasında çıktı G.Saray. Konsantrasyon eksikliği, maçın içine girememe, işi oluruna bırakma gibi eski hastalıklardan izler taşıyan bir oyun sergiledi. Genç Emre’nin kaçırdığı kafayı saymazsak neredeyse pozisyon bulamadı.

* * *

Ancak ikinci  yarı işin rengi tamamen değişti. Son haftalarda gördüğümüz, kanıksadığımız, sevdiğimiz “pasajlar” devreye girdi. G.Saray sadece 3 puanla tatmin olabileceğini gösteren şekilde oynamaya başladı. Tamam, belki mükemmel değildi -ki bence değil- ancak umut aşılayan istekli oyunu sahneye koymaya, rakibi bunlatmaya, hataya zorlamaya başladı. Etkisiz oyuncuların (Kazım, Emre vesaire) yerini dolduran isimler ön plana çıktı, ilk yarıda derin uykuda olanlar (Selçuk, Melo) uyandı ve G.Saray kazanmak için oynamaya başladı.

* * *

Selçuk’un serbest vuruştan attığı golün güzelliğini görene anlatmak boş uğraş. Hagi’den beri bu tarz güzelliklere özlem duyanların yüreklerine mentol ferahlığı salan gole şapka çıkartmak ve şunu söylemek şart. G.Saray görevini -şimdilik- başarıyla tamamlamıştır. Önümüzdeki maçlara bakalım o zaman...

Yazının Devamını Oku

Uğursuzlar diyarına bir-iki

20 Aralık 2011
DİKTATÖR Kim Jong-Il’in ölüm haberinin peşinden daldığım sanal âlemde yolum “youtube”a denk geldi.

Youtube karşısında çok vakit geçirenlerden değilim ancak bir video bir video daha derken, 2 saati buldum.
2010 yaz aylarında “Gençlik iksirini buldum” diye ortaya çıktığında bu sütunda bizzat dalga geçmişliğim vardı,
Zaten 2004’te de “çizburger”i bulduğunu iddia etmişti, dünyada ilk kez!
Her neyse, youtube’da dünyanın kalan kısmının (en azından büyük bölümünün) Kim Jong-Il ve Kuzey Kore hakkında, “Hahaha bak ne saçma!” diye gülerek izleyeceği düşünülen filmler var.

“Kuzey Koreliler, Ay’a ayak basıldığını bilmiyor. Çünkü ABD’liler bastı...”
“K. Koreliler şuna kalpten inanıyor: Kim Jong-Il’in doğduğu anda gökyüzünde iki gökkuşağı belirmiş, bir de su kaynağı çıkmış ortaya...”
“Güney Kore’ye bakan bir noktada görkemli ama boş bir şehir inşa etmiş, sırf sınırın karşısı kıskansın diye...”

Yazının Devamını Oku

Lady Gaga ve sosyalizm

18 Aralık 2011
ÇOCUĞUNUZUN (kardeşiniz, yeğeniniz, torununuz veya arkadaşınız da olabilir) odasına giriyorsunuz ve şu iki posteri görüyorsunuz: Che Guevara ve Lady Gaga.

Siz ne düşünürsünüz bilemeyeceğim elbette ama bana sorsanız “Sağlam bir eleman” derim.
Daha önce “Bob Dylan ve Prag Baharı” temalı, “Kurt Cobain ve Deniz Gezmiş” temalı, “Cüneyt Arkın (Dünyayı Kurtaran Adam) ve Baader Meinhof”, “Avanak Avni ve Karl Marx” temalı odalar görmüşlüğüm ve içinde yaşamışlığım vardır.
Peki ama Che ve Gaga?
Olacak iş mi?
Bence yanlış soru, doğrusu “Olmayacak iş mi?”

Lady Gaga veya gerçek adıyla Stefani Joanne Angelina Fermanotta, 25 yaşında New York doğumlu yeni nesil süper yıldız, yeni ikona.
Şarkıları, albümleri milyonlarca satıyor; kliplerinin hepsi olay!

Yazının Devamını Oku

Ahyaak günler diliyorum

17 Aralık 2011
‘Dev albüm’ veya Bonelli’nin deyişiyle ‘Zagorone’, Baltalı İlah takipçilerinin iyi bildiği türden bir fantastik macera. Zagor alanında ustalaşmış Moreno Burattini yazmış, yine Zagor ustalarından Marco Torricelli çizmiş

Hayat Zagor’u sevene güzel...
Aralık 2011 itibarıyla bu cümleyi kurmak gerekiyor.
Elimde çeşitli çap ve ebatta dört adet Zagor cildi bulunmakta, taze tarafından.
En tazesi ve en sürpriz olanıyla başlayalım.
‘Gökyüzündeki Şato’, Zagor’un 50’nci yılı için hazırlanan özel bir albüm.
Özel derken laf olsun diye değil, ilk kez ‘dev albüm’ olarak, büyük boy basılıyor Baltalı İlah’ın maceraları.

50 YILI TAMAMLADI

Eylül ayında kaybettiğimiz güzel insan, Zagor’un Gallieno Ferri’yle birlikte yaratıcısı olan Sergio Bonelli, bu güzel albüme yazdığı önsözde şöyle sesleniyor:

Yazının Devamını Oku

Olur böyle düşüşler

17 Aralık 2011
GALATASARAY, Orduspor karşısında ilk şutunu 20. dakikada çekti. O ana kadar son haftaların en fiyakalı takımı sadece kalesini korudu.

Geçtiğimiz maçlarda yaptığı her şeyin aksini yaptı diye özetlemek mümkün. Aşırı top kaybı, ileri çıkamama, oyunu neredeyse bir blok geride sürdürme... Dün akşamki oyunun genel özelliklerinden bir pasaj... “İlk 20 dakikanın tek gol planı, Eboue’nin uzun menzilli taç atışlarıydı” diyene “acımasız adam!” denebilir ama yalancı denemez Melo’nun daha fazla defansif katkı vermek zorunda kaldığı, Selçuk’un çok etkili olmadığı oyunun kaderi 22. dakikada gelişti.

***
Son haftalarda -bence- iyi oynayan Baros, ödülünü gecikmeli ve çok manalı bir anda aldı. Attığı golün dışında da maçın en iyisiydi Baros. Katkısı -bence haksız olarak!- tartışılırken “Hatırlatıyorum, ben golcüyüm” mesajını verdi. Bu gol durgun takımın maçın içine davet etti. G.Saray golden sonra silkindi. Coşkulu, akıcı oynamadı, süratli değildi son haftalardaki kadar. Ancak skor üstünlüğüyle birlikte oyunu yönlendirme önceliğini de elde etmiş oldu. Rakibini bir nevi “Biz oynadık, adamlar attı” isyanına ve küskünlüğüne sevk etmiş oldu böylece.

***

Kazım’ın golü -katkısı tartışılan bir başka isim- G.Saray’ın elindeki joker kartını ikiye çıkardı. Rakibinin roket hızıyla yükseldiği sıralarda dramatik bir düşüş süreci yaşayan Orduspor çabalamayı hiç bırakmadı ama 0-2’den sonra kazanamayağını anlamanın ağırlığı çöktü üstüne. Son haftalara göre vasatı tutturamayan lider, yine deplasmanda gol yemedi, yine kazandı, Baros’u ayrıca kazandı.

Henüz inşa aşamasındaki bir takımın bazı maçlarda çizgisinin altına düşmesini abartmamak gerek. Mühim olan her türlü kazanmak şu an için. İyi futbol oynayabileceğinin sinyallerini çok net vermeye başlamış bir takımın tökezlemek ve kötü oynamak hakkı vardır. G.Saray’ın deplasmanda 648 dakikadır gol yemeyen bir takıma dönüşmesini görmek bile, geçen sezonu (sezonları) unutmayanlar için başlı başına bir dünya harikası durum.
Yolu açık G.Saray’ın. Ara sıra kötü oynamış, ne gam!

 

Yazının Devamını Oku