Şampiyonlar Ligi koşusunda, büyük talihsizliklerle harmanlanan bir süreç yaşamıştı. İyi oynadığı Manchester United maçı dışında pek de varlık gösterememişti. Ancak malum yağmurlu maçta Cluj’u yenemediğinde stattan çıkan hemen her Galatasaray taraftarı, “Biz bu takımı, Romanya’da yeneriz” inancını taşıyordu. İlk 5 dakikada verilen pozisyonlar biraz tedirginlik yaratsa da, asrı kırmızılılar önce oyunu dengeledi daha sonra da Burak’ın muhteşem golüyle de öne geçerek rahatladı.
Panik ve beraberlik
İlk yarının kalan bölümünde maçı idare eden bir takım görüntüsündeydi Galatasaray. İkinci yarının ilk 10 dakikası ise, bir korku filmi gibiydi. Rakibin arzulu futboluna karşı sadece panikle karşılık verebildi. Ve bu panik, korkutan beraberlik golünü getirdi. Ancak bu gol rakipten çok Galatasaray’ın motivasyonunu tetikledi. İyi oynamaya başlayan taraf temsilcimiz oldu bir anda.
Zamanında geldi
Gizli kahraman Riera, Yekta, Emre Çolak, elbette Hamit ve Burak olağanüstü işler başardılar. Elimde istatistik yok ancak Galatasaray’ın Şampiyonlar Ligi’nde hat-trick yapan başka bir oyuncusunu hatırlamıyorum bugüne kadar. Burak’ın performansı Avrupa’nın üst düzey kulüplerine göz kırpacak seviyedeydi.
Şimdi yarış bir kez daha başlıyor Galatasaray için. Umutlar tazelendi. Rüzgar Galatasaray’ın istediği yönden esmeye başladı. Hedef, daha da büyüdü. Her bakımdan tam zamanında gelen bir zafer oldu.
TBMM, AB yolundaki taşları temizleme operasyonu kapsamında bazı kanun maddelerini değiştirmek azminde.
Tartışmaların merkezinde “idam cezasının kaldırılması” var.
Türkiye 1984’ten sonra hiçbir idam cezasını infaz etmemiş fakat bu “ayıplı” halden tamamen kurtulmak, idam cezasını ülke gündeminden çıkarmak istiyor.
MHP hariç Meclis çatısı altındaki tüm partiler -belli çekincelerini dile getirenler olsa da- idam cezasının kaldırılmasını destekliyor.
* * *
“Normal şartlar altında” topu rakibine veren ve karşı ataklarla baskın yapan, hızıyla rakibinin aklını ve puanlarını alan karakterdeki takım İBB’dir. G.Saray da malumunuz, sürekli topa sahip olmak isteyen, oyunu rakip sahada oynamaktan hoşlanan, bu duruma alışık bir takım. Fakat bu kez işler tersine dönmüş gibiydi; G.Saray erken bir gol bulduktan sonra “Al kardeşim top senin olsun, ben istersem, fırsat bulursam, bir boşluğunu yakalarsam zaten gelirim. Önümde de sıkışık bir maç trafiği var, sen oyna...” dedi.
* * *
İlk yarı sona ererken Galatasaray ikinci golü de bulunca uyguladığı taktik 45 dakikada kendini temize çıkartmış oldu.
Fakat yapıştırma karakter problem yaratabilir, hatta yaratır.
İkinci yarının başında belki de son yıllarda ilk kez rakip sahada baskı kurmak zorunda kalan İ.B.B. -Efe’ye şapka çıkartmak şart- tehlikeli olmaya başladı. İşte bu noktada G.Saray’ın savunma konusundaki zaafı ortaya çıkıverdi. Bir süre kalesini cansiperane şekilde korusa da direnci uzun sürmedi ve golü yedi.
* * *
Galatasaray bunalımın eşiğine sürüklenebilecekken İ.B.B.’nin üçüncü golü yemesi maçı çözdü.
İnsan gitmediği, gidemediği, oynanmış, bitmiş bir maçın biletine, neredeyse gitmiş gibi para öder mi?
Öder, ödemişliğim var ve sanırım bugün bir daha aynı hareketi yapacağım.
Galatasaray’ın 1999-2000 sezonunda UEFA Kupası’na yürüdüğü sırada İstanbul’daki maçlara kombine kartla gidiyordum.
O sezonun kombine kartı, daha önceki ve daha önceki sezonlarınkiler gibi, evde bir kutuda yatmakta.
Fakat Bologna, Real Mallorca gibi bazı deplasman maçlarına gidememiştim.
Zamanla o maçların biletlerini arkadaşlarımdan’gasp ederek’ topladım.
Tek eksiğim kalmıştı UEFA Kupası koleksiyonumu tamamlamak için: Leeds United maçı.
Bursa diken üstünde mesela, çok tehlikeli oyunlar sahneleniyor. Fakat aynı gün borsa rekor kırıyor; “Hayat devam ediyor güzel ülkemde, ne şahane, ne müthiş” mi demeliyiz şimdi?
Hiç öyle bir halim yok...
*
Açlık grevlerinde 50’nci gün dolmuş, kapıyı çalan Azrail’in ölüm haberlerini içeren zarfı elimize tutuşturması an meselesi.
Teşhis, tanı, reçete konusunda söylenmeyen, yazılmayan, denenmeyen kalmadı bu süreçte ancak “hazan mevsimini” tedavi etmek mümkün olmadı. Bu dönemde tek teselli -ligde- rakiplerinde aynı şekilde puanları döküp saçarak ilerlemesi oldu. Galatasaray, sıkıntılı dönemden çıkışı Kayserispor maçında yakaladı ki; rakip olarak başka bir takım karşısında bu kadar rahat olabilir miydi tartışılır. Sakın G.Saray’ın özellikle ilk yarıdaki etkili, hırslı ve akıcı oyununu küçümsediğim düşünülmesin. Ama Kayseri’nin durumu da ortada. Yakın dönemde diğer Anadolu takımlarına model gösterilen Kayseri, bugün itibariyle derme çatma bir takıma dönüşmüş izlenimi yaratıyor sadece.
Yekta kazanılsın
Galatasaray’a dönersek... Sadece birkaç futbolcunun fabrika ayarlarına dönmesi bile fark yaratmaya yetti. Melo’yla geçen seneki uyumu yakalayamayan -suçlu aramıyoruz ama arayacaksak bu durumda Selçuk değil Melo’dor- Selçuk, yanında Yekta gibi enerjik, yardımsever ve konsantrasyonu yüksek bir eküri bulunca özüne döndü. Selçuk yaptığı asistlerin ötesinde maça her an, her bölgede olumlu katkı sağladı. Yeri gelmişken, Yekta’nın kazanılması ayrıca önemlidir... İleriye top taşındığında, orta saha elemanlar randevularına gecikmediğinde Umut ve Burak’ın ne kadar üretken oldukları malum; işlerini layığıyla yaptılar. Dün akşam ilk yarı “koşu istatistikleri”nde Galatasaray’ın en çok koşan ilk 5 oyuncudan 4’ünün orta sahada oynaması tesadüf değil elbette.
Tazelenen moral
Moral bozucu bir süreç yaşadı Galatasaray. Bu maç sıkıntıların tamamen geride kaldığına işaret etmese de, biraz silkindiğinde Galatasaray’ın nelere muktedir olduğunu kendi kendine -ve elbette rakiplerine- göstermiştir. Hem 3 puanla yeniden tanıştı, hem averajını toparladı hem de moral tazeledi; daha ne olsun.
“Reklam gurusu” olarak anılan, kışkırtıcı tarzıyla reklamcıları kuşaklar boyu etkileyen George Lois’in “(Yetenekli Kişiler İçin) Olağanüstü Tavsiyeler” adlı kitabını karıştırırken “Beşiktaş’taki korsan DVD’cinin içine George Louis kaçmış olmalı” diye düşündüm.
Önce biraz George Lois’ten ve yaptıklarından bazı hikâyelerini aktararak bahsedeyim, Beşiktaş’taki DVD’ciyle bağlantısına geliriz...
Tommy Hilfiger 1980’lerin ortalarında pek kimsenin (neredeyse hiç kimsenin) tanımadığı genç bir moda tasarımcısıdır.
George Lois şöyle bir kampanya başlangıcı yapar.
New York’un meşhur Times Meydanı’na dev bir reklam panosu yerleştirir.
Panoda şunlar yazmaktadır:
“Amerika’nın en büyük dört erkek giyim tasarımcısı:
Kıymetli okur, Lemmy Kilmister’i tanır mısın? Eğer ucundan kenarından heavy metal’le bir tanışıklığın varsa “O ne biçim soru? Motörhead babadır, Lemmy büyükbabadır!” cevabını vereceğine eminim.
Motörhead’in kurucusu, basçısı, vokalisti Lemmy, rock müziğin mühim ikonlarından.
Dünya gözüyle birkaç kez canlı dinleme şansımız da olduğu için şanslıyız.
Her Motörhead hayranı veya sempatizanı gibi severim Lemmy Abi’yi ve çoğu şarkısını.
Rock aleminde saygı duyulan bir şahsiyet olduğunu da 1980’lerde Kerrang okuyan bir fani olarak gayet iyi bilirim.
İki yıl önce Lemmy Kilmister’la ilgili bir belgesel film yapıldığını duymuş, açıkçası çok da üzerinde durmamıştım.
Çeşitli dergilerde (çoğu müzik dergisi) filmle ilgili “Muhteşem... Oharey!.. Yok böyle film...” tarzı eleştiriler okudum fakat ısrarcı olmadım.