7 Eylül 2008
9 Eylül önemli bir tarih.<br><br>Sadece İzmir’in kurtuluşu mu? Bir uyanış, bir bağımsızlık şarkısı.
Direniş, çaba, zafer. Ezilen toplumların çığlığı, umudu.
Bir milletin doğuşu. Dünyaya şapka çıkarttıran bir ’tarihsel destan’.
İzmir’in kurtuluşu ile birlikte mazlum toplumlar adına yaratılan bir uyanış.
Demokrasi, gelişim, barış.
Acıların, sancıların, kanın, kin ve nefretin üzerine doğan güneş!
Sevgi tohumları.
Ve cumhuriyet. Çağdaş uygarlık yolunda bitmek tükenmek bitmeyen bir çaba, emek.
Sayılarla, sanal değil; kültürle, sanatla, eğitimle tarihe geçen bir başarı tablosu.
’Şu Çılgın Türkler’ kitabı ile 50 yıllık birikimini ve Türkiye sevdasını, cumhuriyet destanını ortaya koyan Turgut Özakman, Hürriyet Kadın Kulübü’nün konuğu olarak katıldığı toplantıda müjdesini vermişti:
’Yeni bir kitap geliyor. Son düzenlemeleri yapıyorum. Cumhuriyet’.
’Şu Çılgın Türkler’ Kurtuluş savaşını anlatıyor.
Kadınlı erkekli, genci yaşlısı, Türk, Kürt, Alevi, Bektaşi, Çerkez, el ele, hep birlikte elde edilen bir büyük başarıyı...
Bir büyük zaferi...
Bugün bile ulu önder Atatürk’ü ’dünyanın en büyük lideri’ noktasına taşıyan bir destanı...
9 Eylül; İzmir’e giriş.
İzmir’in düşman işgalinden kurtuluşu.
’Şu Çılgın Türkler’deki tarih yolculuğu da, keyifli satırlar da böyle bitiyordu.
Ya sonrası? Atatürk’ün İzmir günleri.
İzmir’den dünyaya verdiği mesajlar.
İnsanlık dersleri.
Zor koşullarda bir araya gelme. Bir millet olma heyecanı.
Bağımsızlık, özgürlük. Dünyaya örnek olan bir gelişme.
Ekonomik büyüme ve sanayileşme. Bununla birlikte yaratılan eğitim reformu.
Bir milletin kabuklarını kırması, bilime, sanata, kültüre, geleceğe koşması.
Çağdaş eğitimle yakalanan büyük başarı.
Birinci yıl, onuncu yıl, yirminci yıl... Cumhuriyet’le yaşanan büyük gelişme.
Dünyanın sayılı milletleri arasında yer edinme.
Dudak bükülen, unutulan değil; aranan, değer verilen, önemsenen ülke olma...
Her anlamda gelişme... Kültürde, sanatta, ekonomide, bilimde...
Ticarette, tarımda... Sanayide, turizmde... Her alanda...
Ulu Önder’in açtığı çağdaş yolda...
Koyduğu atılımcı, devrimci hedeflerle...
Değerli kültür ve sanat adamı, büyük Atatürkçü, benim çok saygı duyduğum, büyüğüm Turgut Özakman, ’Cumhuriyet’le yeniden gündemde olacak.
Çünkü... Cumhuriyet yine gündemde olacak.
Nasıl başarıldığı... Neler sağlandığı...
Ne zorluklar yaşandığı... Türk insanına getirdikleri...
Cumhuriyet’in erdemleri...
Bunları sık sık anımsamakta yarar var.
Unutturulmak istense de...
Binbir oyun oynansa da Cumhuriyet’i bilmeli ve yaşamalıyız.
Bunun için önemli Turgut Ağabey’in kitabı...
İzmir’de biten bir yolculuğun yeni durakları...
Yine İzmir’den, Ege’den başlayan...
İzmir’in ve Ege’nin cumhuriyet günlerinden geleceğin Türkiye’si için de önemli mesajlar almamız gerekmez mi? İzmir ve Ege adına bunları uygulamak...
Ne bileyim; bazen çok unutkan oluyoruz da...
Bazen geçmişten çok kopuyoruz da...
Değerlerimizi yitirebiliyoruz da...
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2008
ASLINDA temel sorunlarımızdan biri değil mi; yap-boz?<br><br>Yani... Sık değişiklikler... Kalıcı çözümler yerine geçici uygulamalar, sonra onların olumsuzları görüldükçe yapılan değişiklikler...
Ve belki de bu yüzden yaşanan "karmaşa".
Hatta sıkıntı.
Yaşamın birçok noktası için böyle bu!
Oysa... Çağdaş olmanın bir temel kuralı da "sistem ve düzen" değil mi?
Einstein’ın sözü ne anlamlı:
"Akılsızlığın en büyük kanıtı; hep aynı yanlışı yapıp farklı bir sonuç beklemek".
Gerçekten de öyle.
Geçen hafta deprem değerlendirmesi yaptım.
Çok sayıda mail ve telefon aldım.
Duyarlılık sevindirici.
Bu konuda kafa yormak da...
İşte o yüzden "yap-boz"a getirdim sözü.
Yap-bozun en sık görüldüğü yerler; kentler. Kentlerde yerel yönetimler.
Yerel yönetimlerde de "imar planları".
Ne sık değişiyor!
Ne çok elleniyor!
Oysa... Bizim de "hedef" olarak gördüğümüz modern toplumlarda işler, sorunlar daha çok bilimsel yaklaşımlarla çözülmeye çalışılıyor.
Günümüzde bilim, eğer ondan yararlanmayı bilirsek, yaşamın her alanında bize yol gösterici.
Işık tutucu...
Nasıl, hastalandığımızda kendimizi uzman hekimlerin eline bırakıyorsak...
Nasıl, bir bina yaptıracağımızda, işi uzmanlarına bırakıyorsak...
Aynı şey kentlerin imar planları içinde geçerli olmamalı mı?
Kentlerin imar planlarını da elbette uzmanları yapmalı...
Bilenler, "işin erbabı" dediğimiz kişiler...
Denebilir ki, zaten bizde de öyle yapılıyor.
Yapılmaya yapılıyor ama sonrasında çeşitli müdahalelerle bu planlar öylesine değişiyor ki, tanınmaz hale geliyor.
Peki, o zaman uzmanların, işi bilen kişilerin yaptıkları ne oluyor?
Yap-boz dediğim bu işte...
Doğru-yanlış, eksik-fazla; halk arasında imar planında yapılan değişikliklerin rant elde etme amaçlı olduğu yolunda bir inanç var. Belki bir saptama.
Belki zaman zaman hak edilmeyen bir eleştiri.
Ama... Böyle...
Yorum şu:
"Bu yapılan, birilerinin, ellerini toplumun cebine sokup onların parasını çalmaktan başka bir şey değil".
O zaman çözüm ne?
Değişikliklerin toplumla uzlaşı içinde yapılması.
Bilen kişilerce hazırlanması, değerlendirilmesi, düzeltilmesi ve gerçekleştirilmesi.
Aslında yerel yönetim; salt plan değişiklikleri yapılmasına kolaylık sağlamak için değil, o planların uygulanması için varlığı geçerli olan bir anlayış değil mi?
Konuya böyle de bakmak gerekmez mi? Ve öncelikle kentlerde yönetici olacakların sadece kentin ve toplumun yararını düşünen, bilimin yol göstericiliğine inanan insanlar olması gerekmez mi?
Peki... Ama Türkiye'de, kendisine imar planı hakkında bilgi verilirken; "şu fayın yerini biraz değiştiremez miyiz?" diyen belediye başkanları da yok mu?
Ne yazık ki...
Konuya çağdaş dünyanın baktığı çerçeveden bakmak gerekmez mi?
Toplumların, ülkelerin ve dünyanın sağlıklı geleceği için...
Biz de o dünyanın bir üyesi olduğumuza göre...
Bunları da tartışmamalı mıyız?
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2008
Terörde bir hareketlilik.Ocaklara düşen ateşler.Hemen her gün Türkiye’nin bir köşesinden üzücü not, haber. Şehitler, yaralılar, bombalanan sokaklar, araçlar.
Kaşınan bir yara.
Terörün suskunluk sürecinden çıktığı anlaşılıyor.
Bunun nedenleri uzmanlarca tartışılıyor.
’Terörle mücadelede bir zaaf var mı?’.
Beslendiği kaynakların üzerine gidiliyor mu?
Sosyal politikalarla bu önemli sorunun ortadan kalkması için çaba gösteriliyor mu?
Doğu ve Güneydoğu bölgelerine ’devletin şefkat eli’ uzatılıyor mu?
Asker- sivil diyalogu ne durumda?
Bir yığın değerlendirme.
Bir çok bakış açısı.
Geçenlerde İzmir’de şehit cenazesinde gözyaşları sel oldu.
Acılı anne - babalar, kardeşler, eşler, yakınlar, akrabalar...
Yıllardan beri yaşanan bir dramın son halkası.
İzmir’de, Çamdibi semtinde ’ülkesine candan bağlı’ bir göçmen ailenin mütevazı evinde.
Acı ki; anlatılması zor.
Ve sonrasında Eşrefpaşa’da patlatılan bir bomba.
Görevden dönen polis servisini hedef alan...
Ama... O bölgede yaşayan insanlara korku salan, acı ve zarar veren..
Geçen yıl Buca’da bir çöp bidonuna yerleştirilen bomba eylemi gibi...
Sinsice, kalleşçe...
Devlete ve millete hizmet dışında bir suçları olmayan insanlara yönelik...
O yörede oturma ve çalışma dışında kusurları olmayan insanları da vuran...
Ciddi bir tehlike; terör...
Öyle de... Sadece konuşmak mı çözüm?
Ya da... Sadece üzülmek...
Bir şeyleri irdelemek...
Beylik demeçlerin arkasına sığınmak...
Yoksa... Birlik ve dayanışma mı?
Bu konuda topyekun mücadele mi?
Terör tehdidini ’milletçe göğüslemek mi?’.
Bir beklenti içinde olmadan...
Siyaset yapmadan...
Sadece ve sadece Türkiye için...
Türk insanı için...
Galiba zor günlerde önemli olan bu.
Böyle bir dayanışmayı sergilemek.
Güçlü olduğumuzu ortaya koymak.
Terörle mücadelede başarılı olan ülkelerin uyguladığı reçeteler de böyle...
Önce toplumsal birlik ve beraberlik...
Sonra ekonomik ve sosyal çözümler üretmek...
Ve elbette terörün kaynaklarını kurutmak...
Sonra... Halkı kazanmak...
Gerekirse... Yanlış yapanı da...
En önemlisi de; bir kararlılığı ortaya koymak.
Terör böyle alt edilir!
Yazının Devamını Oku 24 Ağustos 2008
Turİzm altın yumurtlayan tavuk da...
Hep patladı, patlayacak da...
Sezonlar böyle gelip geçiyor...
Siyasi belirsizlikti, K.Irak operasyonlarıydı, AKP kapatılma davasıydı, patlayan bombalardı derken...
Bir turizm dönemi daha geçti, bitti...
Net tablo şu: Kötünün iyisi...
Yani... Zarar; az.
Rakamsal olarak ortaya çıkan tablo da, günübirlik turistleri de dikkate almak gerek.
Yani; yanılmayalım.
2-3 saatliğine Türkiye’ye giriş yapanlar da turist sayılıyor, ama "kárı" tartışılır...
İç turizmde güncel sorunlar sıkıntı yarattı.
Yani... İstenildiği gibi "bereket" yok.
Dış turizmde ise beklenen "patlama".
İşin özeti: Umut fakirin ekmeği.
Büyük yatırımlar yapan turizmciler de umudu şimdiden gelecek yıla taşıdı.
Bir de "son dakika" turistleri...
Fiyatlar düşüyor, ama yine de "iyi".
Çünkü masraflar çıkıyor.
Bu anlamda eylül ve ekim ayları için de beklentiler fazla.
Asıl net tablo; yıl sonunda ortaya çıkacak.
Ama... Görünen o ki, gelecek yıl için şimdiden çalışma şart.
Bol bol tanıtım, lobi faaliyeti, yeni pazarlara açılma, Türkiye’nin artılarının anlatılması ve yeni tur operatörleri.
Bir de turizm teşviği. Daha akılcı rekabet için.
Yoksa... Tekstilde olduğu gibi turizmciler de Mısır’a kaçacak!
Benden söylemesi.
Şöyle küçük bir Ege turu yaptım.
Dile getirilenlerin özeti genel anlamda da bir bilgi verecek:
Veysi Öncel - Çeşme Turistik Oteller Birliği Başkanı: Piyasa tedirginliği ve kapatma davası iç turizmde geçen yıla göre satışları yüzde 20 civarında etkiledi. Dış turizmde ise geçen yıla göre artış sağlandı yüzde 10 civarında. Çeşme olarak yatak kapasitesinin ve tur operatörlerinin az olmasından dolayı rakamlar yeterli oldu. Uzun yıllardan sonra ilk kez yazın ramazanı yaşayacağız. Şu anda tüm otellerde eylül ayı ile ilgili kampanyaların hazırlığı yapılıyor. Gelecek yıllarda sezonun tam ortasına gelecek.
Serdar Karcılıoğlu - Bodrum Otel Yöneticileri Derneği Başkanı: Turizmin patlaması mümkün değil. Çünkü Türkiye’ye yeni bir tur operatörü girmedi. Turizm politikasında herhangi bir değişiklik olmadı ki, turizm patlasın. Geçen yıl kimler geldiyse onlar geldi. Yetkililerin ağızlarından düşürmedikleri 21 milyon turist geldi rakamı tamamen asılsızdır. Türkiye’de 21 milyon kişilik turisti ağırlayacak yatağımız yok bir kere. Bunlar gemilerle gelip 2-3 saat kalan turistleri de konakladı diye sayıyorlar. Türkiye’ye gelen turist sayısı 10 milyonu geçmez. Yapacak çok şey var.
Seval Özdemir - Ayvalık Otelciler ve Pansiyoncular Derneği Başkanı: Bu yıl yerli ve yabancı turistte bir artış oldu. Ayvalık’ın tarihsel keşfi için yapılan çalışmaların özellikle de tanıtımın doğru sonuçlar verdiğini düşünüyoruz. Tarihi yapının ve doğa güzelliklerinin tanıtılmasıyla Ayvalık kültür ve doğa turizmine yönelmeye başladı. Bu gelişmelerin, koruma altına alınan binaların restorasyonları ve zeytinyağı, mübadele müzeleriyle desteklenmesi gerekli. Bunlar önemli açılımlar sağlayacak. Bizler var gücümüzle çalışıyoruz.
Rıza Gencay - Türkiye Seyahat Acentaları Birliği Yürütme Kurulu Başkanı: Dışarıdan gelen turist sayısında geçen yıla göre yüzde 15’lik bir artışımız var. Genel anlamda memnunuz. Ancak iç piyasada umduğumuzu bulamadık. Rakamlar tahmin ettiğimizin çok altında. Siyasi belirsizlik ve ekonomik göstergelerin gittikçe aşağı doğru düşüş göstermesi turizmi çok ciddi bir şekilde etkiledi. Parası olanlar parasını harcamadı. İnsanlar belirsizlik nedeniyle paralarını tatil için kullanmaya çekindiler. Ramazan ayı dış pazarı etkilemeyecek. Başta Antalya olmak üzere otellerin doluluk oranı yüksek. Ramazan iç pazarı etkiler. Özellikle kültür turları etkilenebilir.
Sektörün içinden sesler bunlar. Tanıdık, bildik, güvenilir. Ayrıca... Bu ramazan gelecek yıl tam turizm sezonuna denk gelecek anlamlı süreç içinde bir "deneme" fırsatı.
İyi irdeleyelim, gözlemleyelim.
Bu denemeden doğru sonuçlar çıkaralım.
Turizm İzmir ve Ege için olduğu kadar Türkiye için de önemli. Görmeyen gözlere, duymayan kulaklara...
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2008
17 Ağustos depreminin yıldönümünde doğal olarak tartışmalar yoğunlaştı.<br><br>Yapılanlar, yapılmayanlar. Hesap verenler, kaçanlar... Hatta uzaktan kıs kıs gülenler.
Devletin zaaflarından yararlananlar, servetlerine servet katanlar...
Vicdanları sızlamayanlar... Gözyaşı dökenler...
Yakınları için hala ağlayanlar...
Kayıpları için "hala" umut besleyenler...
Umut fakirin ekmeği ya!
Ve tabii "beylik değerlendirmeler".
Oldu, olacak. Bu da bir kader!
Ama... 17 Ağustos’ta bir gerçek bir daha dillendirildi:
"Türkiye deprem kuşağında".
Birçok kent ve yerleşim yeri için deprem tehdidi var.
Yani... Öyle yan gelip yatmaya gelmez!
Gelmez de... Ne yapıyoruz?
Hangi önlemleri alıyoruz? Hangi bilinçlendirme faaliyetlerinin içindeyiz?
Geçmişten ne kadar ders çıkardık?
Deprem kuşağındayız ya!
İstanbul için bir kez daha "deprem tamtamları" çaldı.
Kimi uzmanlar "tehlike yok" dedi, kimileri "tehlike kapıda".
Burada önemli olan konunun "magazin malzemesi" yapılmaması.
Bilimsel verilerin ortaya konması.
Tartışma ve değerlendirmelerin de bu çerçevede yapılması.
Aynı şeyler İzmir ve Ege bölgesi için de geçerli.
Son bir ayda Ege Bölgesi de defalarca sarsıldı!
Allahtan "küçük enerji boşalmaları" bunlar.
Ege ve İzmir için de benzer değerlendirmeler; "Deprem riski var. Yıllardan beri deprem olmuyor. Enerji bir şekilde boşalacak".
3-5 yıl içinde mi, 30 yıl sonra mı?
Değerlendirmeler çeşitli.
Ama... Yapılması gereken; bilimin sesine kulak vermek.
Yani... Bir felaket olacaksa en az zararla karşılamak.
En az insan kaybı olmasını sağlamak.
Hatta hiç! Neden olmasın?
Yıllar önce onbinlerce insanın can verdiği Japonya depremlerinde bugün sadece birkaç yaralıdan söz ediliyor.
Niye böyle bir tabloya koşmayalım?
Bunun içinde yollar belli: Önce halkın bilinçlendirilmesi.
Sonra özellikle kamu binaları için güçlendirme. Plan ve projelerde tam bilimsellik. Kurallara tam anlamıyla uyma. Yanlış yapanlara yaptırım. Yani cezalandırma. Yapı Yasası çıkarılması, Denetim Yasası’nın yeniden ele alınması, güne uygun hale getirilmesi. Yerel yönetimlerin binaların dayanıklı hale getirilmesi için her yıl bütçelerinde kaynak ayırması...
Birçok şey...
Aslında bu ve benzeri çağdaş önlemler alınırsa, deprem felaketi ile baş etmek mümkün.
Elbette olmasın! Bunu dileyelim.
Ama... Olaya sadece "kadercilik"le bakmayalım.
Bilimin, aklın, çağdaşlığın ve teknolojinin gereklerini de yerine getirelim.
Dünyanın yaptığı gibi...
Yazının Devamını Oku 17 Ağustos 2008
Yıllara dayalı bir beraberlik. İyi günde, kötü günde dayanışma.
Gün gelip "acıyı bal eylemek", gün gelip kahkahalarla gülmek.
Yaşamın zorlu yokuşlarında "birlikte direnç".
Umut, heyecan, tutku.
Bazen karamsarlık, çekingenlik...
Ama... Hep iyiye doğru... Hep güzele...
Ve yaşam felsefesi olarak ortaya çıkan "yardımseverlik".
Hem de her alanda...
Okullar, yurtlar, kampuslar, hastaneler, merkezler, parklar...
Kitap, defter, kırtasiye...
Oyuncak, alet - edevat, sağlık cihazları...
Onlarca çeşit...
Binlerce ton...
Kucaklar ve kalpler dolusu...
Ve işte böyle bir çiçeğin solması...
Nevvar İşgören vefat etti.
Geride çok sayıda dost bırakarak...
Hepsinden önemlisi; yardımlarla büyüyen bir sevgi haresi içinde...
Bitmek tükenmek bilmeyen dualarla...
Sevgi sözcükleri ile...
Ne güzel... Ne değerli...
Geçmişte "hoş bir seda olabilmek".
Yarattıkları ile insanlarda sevgi selleri oluşturabilmek...
Güzel anılmak...
İzmir’in, Ege’nin bir çok yerinde bu sevgi dolu insandan taşan "sevgi demetleri"... Koca koca binalarda "yaratılan sıcaklık"...
Bir ismin gerisinde oluşturulan "mutluluk tablosu"...
Gerçekten de Nevvar İşgören yaşıyor!
Bir çok yerde...
İşte böyle kalıcı olmak...
İşte böylesine sevilmek...
Güzel anılmak...
İnsanın yaşarken de yaşam sonrasında da "kalıcı" olması...
Tarihe geçmesi...
Kime nasip olur?
Nasıl olur, nasıl başarılır?
İşte küçük zenginlikler bile kalıcı olma konusunda bir şans... Bazen 8 derslikli bir okul.
Bazen küçük bir sağlık ocağı.
Bir tıp aleti...
Bir hastanede oda...
Öyle anlamlı şeyler ki bunlar...
Küçük birikimlerin, zenginliklerin gelecek kuşaklara aktarılması...
Yeni sevgiler yaratarak...
İzmir’deki cenazede Salih İşgören, "Ayakta kalmak zorundayım" diyordu.
Onlarca kalıcı eseri yaratmış, yaratmaya devam eden bir büyük hayırsever.
Bir kolu kırık elbette!
Ama... O da Nevvar Hanım gibi hep yaşıyor ve yaşayacak...
Ne mutlu ki, İzmir’in böyle güzel insanları var!
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2008
TURİZMDE gerçek rakamlar birkaç ay sonra ortaya çıkacak. Kimileri ’iyi bir dönem geçirdiğini’ söylüyor, kimileri ’mutsuz’.
Hanede zarar var!
Yeterince tanıtım yapılmadığı da vurgulanıyor, bazen akılcı bir turizm politikası olmadığı da...
Kimi eleştirinin dozunu arttırıyor; ’Üç tarafı denizlerle çevrili bir turizm ülkesi. Özgün bakanlığı yok. Turizm Bakanlığı başlı başına bir güç olmalı. Ancak böyle gelişme sağlarız’.
Her şey dahil sistemine eleştiriler var. Devlet desteği olmamasına isyanlar... Rekabet gücünü azaltan faktörler konusunda kıl kıpırdatılmamasına tepkiler...
Turizmin çeşitlendirilmemesini dile getirenler.
Yani... Her şey daha iyi için.
Çünkü... Dinamik bir sektör bu.
Yaşayan ve yaşatan.
Turizm olmasa halimiz nice olurdu bir düşünün Allah aşkına!
Her şeyin ötesinde işsiz ordusunu...
Gelişmemiş sosyal ve kültürel bir yapıyı...
Tarım ürünlerinin değerlendirilememesini, elde kalmasını...
Daha birçok şeyi...
Turizm atılımcı bir sektör...
Bu atılımı yapmakta etkisiz bir Türkiye...
Elbette hedef; daha iyi.
Ama... Türkiye’de turizm adına yaratılan büyük mucizeyi de görmek gerek.
Yani... Sezar’ın hakkı Sezar’a...
Ve bugünki noktada emeği olan bir isim; Turgut Özal.
Onun açtığı turizm seferberliği ile varılan nokta.
’İhtiyaçlar sınırsızdır’...
Ekonominin temel kuralı.
Turizm için de böyle değil mi?
Daha iyiye koşacağız, daha iyi olacağız, daha çok turist çekeceğiz, daha fazla döviz girdisi elde edeceğiz.
Hep daha iyiye, hep daha büyük başarıya...
Neden olmasın?
Yapılacaklar belli; çağdaş dünyanın izlediği yol.
Yani... Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.
Türkiye’de yağ var, un var, şeker var, helvayı karacağız! Bunun başka yolu yok.
Önce doğayı korumak ve güzellikleri dünyaya daha iyi anlatmak...
Sonra turizmi çeşitlendirmek, bölgesel avantajları ortaya çıkarmak...
Sağlık turizmini öncelikli kılmak...
Ve butik oteller yolu ile turizmi tüm Türkiye’ye yaymak. Her bir köşeden ayrı bir güzellik rüzgarı estirmek.
Özellikle butik otellerin gelecek yıllarda daha önem kazanacağı ortada.
İnsanlarda böyle bir yöneliş var.
Dünyada böyle bir trend.
Bu anlamda Türkiye’de yeni bir pencere
aralanamaz mı?
Ege ve İzmir bölgesinde güzellikleri, doğası, tarihi,
kültürü öne çıkarılacak o kadar çok yer var ki...
Öyle güzelliklere sahibiz ki...
Turizme biraz da bu gözlükle bakmak gerek.
Daha atılımcı, daha çağdaş ve daha gerçekçi...
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2008
Ormanlar alev alev. Her yaz yaşadığımız dram.Yok olup giden binlerce hektar yeşil. Geleceğimiz. Çocuklarımıza bırakacağımız en önemli miras.
Çaresizlik içindeki insanlar.
Yanıp giden, telafisi çok zor bir zenginlik.
Ve sonrasında klasik açıklamalar:
"Şu kadar alan yandı. Ormanlarımız şu yüzden yandı. Falan filan..."
Eskiden daha çok kişiye yönelik suçlama yapılırdı.
Anız yakılırken çıkan orman yangınında...
Terör örgütünün kundaklaması sonucu...
Dikkatsizlik ve söndürülmeden atılan sigara izmariti nedeniyle...
Ormanlar gitmiş, ardından sorunu çözmeyen açıklamalar.
Devlet büyüklerinin 50 yıldır değişmeyen demeçleri:
"Yaralar sarılacak. Yanan alanlar hızla yeşillendirilecek".
Oysa... Hep çevremizde yaşadığımız bir dram bu.
Yeşillenen alanlar öyle sınırlı ki...
Diğer yerlerde allem edilip kallem edilip başlıyor imar.
Yani... Yapılaşma...
Yeşil alanlar koca koca binalarla doluyor.
Şöyle bir çevrenize bakın...
Şöyle bir yakınınızda çıkan son yangını düşünün.
Sonra da...
Ah vah deyip dövünelim...
Son günlerde yine ciğerlerimiz yandı...
Antalya, İzmir, Çanakkale...
Birçok yer.
Giden ormanlık alanlar binlerce hektar.
Yeniden yaratılması öyle zor ki...
Oralarda yeşil cennet yaratmak o kadar çaba gerektiriyor ki...
Mevcudu korusak...
Özen göstersek...
Beylik laflar yerine, yazları helikopterlerin sayısını çoğaltsak...
Orman yangınlarında önemli bir kurtarıcı olan su havuzlarını arttırsak...
Özellikle yaz aylarında hassas bölgeler için ciddi ekipler oluştursak; kısa sürede müdahale edebilecek...
Askerle "didişmek" yerine daha sıkı bir işbirliği yapsak, Mehmetçiğin gücünü etkin kullanabilsek...
Halkı bilinçlendirsek...
Bazı yerlerde görüntülü sistem oluştursak, kameralar yerleştirsek...
Uluslararası işbirliğini yaz sezonu öncesinde hiç değilse komşu ülkelerle kurabilsek...
Yapabilsek... Yapabilsek...
Ama... Görüyoruz ki; doğru dürüst bir adım yok.
Günlerce süren yangınlar.
Yanıp giden geleceğimiz.
Bir de son yangınlarda dikkatimi çeken nokta; "elektrik tellerinin sürtmesi sonucu...".
Elektrik kontağı nedeniyle...
Böyle şey olur mu?
Çağdaş ülkeler bu konuda önlemini almış!
Böyle basit bir gerekçeyle geleceğimiz yanıp gidebilir mi?
İki hat arasına bir "separasyon" koyarsın, kontak filan olmaz.
Bu neden yapılmıyor?
Yetkililer bu konuda neden sessiz?
Anlamak mümkün değil.
Sadece gerekçe yaratıp olayın üzerine gitmediğimiz sürece yeşil örtü her yıl azalacak...
Geleceğimiz iyice tehdit altına girecek.
Zaten küresel ısınma tehlikesi yaşayan Türkiye, hızla çölleşecek.
Peki geleceği "beylik demeçler" kurtaracak mı?
Örneğin; son yangınlarda basit nedenlerden yitip giden geleceğimizin sorumluları hesap verecek mi?
Hesap sormadığımız sürece "benim oğlum bina okur, döner döner yine okur".
Ormanlar yanar gider.
Biz aynı şarkıyı dinleriz!
Oysa yapılacak belli; halkı bilinçlendirme, çağdaş önlemler, yangınla etkin mücadele...
Ve elbette yeşil kampanyalar...
Ev değil, ağaç dikme...
Yazının Devamını Oku