Hakan Tartan

Suda kavga mı, çözüm mü?

3 Ağustos 2008
GELECEK 50 yılın en önemli sorunlarının başında geliyor; küresel ısınma. Dolayısıyla su sorunu.

Daha doğrusu ’susuzluk’.

Yani... Aşırı sıcaklık... Sonrasında sağlıklı yaşam... Belki serinleme gereksinmesi...

Ama... Sıkıntı...

Türkiye’de bu çarkın içinde.

Tüm uluslararası raporlar gelecekte insanlığı önemli bir su sorununun beklediğini ortaya koyuyor.

Sadece o kadar mı?

Enerji, sağlık sorunları da cabası...

Yani... Her şey daha zor olacak.

Onun için akılcılık...

Onun için ulu önder Atatürk’ün de bir nutkunda yıllar önce vurguladığı gibi; bilim ve mantık.

En çok bunlar.

Yoksa... Her şey zor...

Dedim ya; su dünyanın gündeminde.

Bilim adamlarının birçoğu kendini bu konuya vermiş, çalışıyor.

Çözüm; şart.

Susuzluk; aman Allahım, düşünmesi bile kötü!

Türkiye’de tehlike çanları çalan ülkelerden.

Doğayı o kadar özensizce tüketmişiz ki...

Ona öyle zararlar vermişiz ki...

Yanmak, yakılmak, dövünmek...

Geçti, iş işten geçti.

Bari bundan sonra biraz daha dikkat, biraz daha özen...

Özellikle de yeşil örtünün korunması konusunda...

Suyun daha dikkatli kullanılması konusunda...

Yeni kaynaklar yaratılması konusunda...

Ve halkın bilinçlendirilmesi...

Yaklaşan tehlikenin daha akılcı ve gerçekçi anlatılması...

Yani... Gelen tehdidin bir fantezi olmadığının ortaya konulması...

Ege Bölgesi ve İzmir, susuzluk sorununun en çok yaşanacağı bölge.

Bu yüzden ’dikkat’.

Bu yüzden ’özen’.

Ama... Nerdeeee!

Yine beylik laflar... Yine bildik kavgalar...

Geleceğe koşmak yerine günü kurtarma arayışları...

Gün kurtarırken ’bir şeyler planlasak’ sözüm yok, yine ’ceğiz, cağız’...

Yine ’tık, tuk’... Yazık!

Elbette arseniği, boru tartışalım...

Elbette yanlışın üzerine gidelim...

Ama... Sadece eleştiri mi? Sadece birilerini suçlama mı?

Gelecek adına... Çocuklarımız için...

Dünyanın gittiği yoldan gitmek en doğrusu değil mi?

Yani... Bilim, akıl ve mantık...

Çağdaş planlama, halkın bilinçlendirilmesi...

Ve susuzluğa karşı önlemler... Daha doğrusu çözümler...

Amerika’yı yeniden keşfetmek değil... Çağdaş dünyanın çıktığı yolculuğa katılmak...

Çevreyi yeşillendirmek... İklimin ve bölgenin gördüğü zararları ortadan kaldırmak... Ekolojik dengeleri korumak... Su kaynakları yaratmak. Ve suyu akılcı kullanmak...

Kavga yerine... Bunlar daha yararlı şeyler değil mi?

Üstelik... Halkın da beklediği...
Yazının Devamını Oku

İzmir’e bir tiyatro - opera müzesi yakışır!

30 Temmuz 2008
İzmir; turizm kenti de "turisti az". İzmir; Ege’nin incisi de "yeterince yıldızı parlamıyor".

Bu anlamda İzmir’in kimliği, marka kent olması yolundaki çabalara destek gerek.

İzmir; gücü ortaya konduğu oranda güçlü.

İzmirliler bu güçle doğru orantılı mutlu ve keyifli elbette.

Ama... İzmir’in turizm kimliğine uygun "gezilecek görülecek" yer sayısı o kadar az ki. İnsan şöyle bir ülke sınırları dışına çıkınca bunu daha iyi gözlemliyor.

Aslında... O kadar da zor değil bu!

Görsel özellik taşıyan meydanlar, kültür izleri taşıyan park düzenlemeleri, hemen her konuda müzeler... Küçük göletler, mesire alanları, hayvanat bahçeleri, piknik alanları...

İnsanların rahat nefes alacağı...

Çoluk çocuğu ile keyifli saatler geçirebileceği... Turistlerin "Aaa işte güzel İzmir" deyip fotoğraf makinesinin deklanşörüne basacağı yerler...

O kadar az ki...

Nereye geleceğim; "Atatürk’ün izinde Vali Paşa Kazım Dirik" kitabına...

İzmir’in unutulmaz Valilerinden Kazım Dirik Paşa’nın yaşamından kesitlerin ortaya konduğu bir kitap.

Kitapta Atatürk’le ilgili, İzmir’le ilgili, kent yaşamı ve cumhuriyetin ilk yılları ile ilgili önemli anılar var. Hoş anekdotlar.

Bir küçük hatırlatma; Vali Paşa’nın kızı Şükran Hanım’ın kızı Tunca Turna’nın kaleme aldığı kitapta dile getirilen "ünlü aşk hikayesi" belki de cumhuriyet döneminin "ilk magazin haberlerindendir".

Öyle ya; bir aşk hikayesidir ki bu; sevgi ve tutku vardır, kaçış vardır, devlet vardır ve devletin müdahalesi vardır!

Bundan güzel magazin mi olur!

Kitapta da anlatılıyor; Vali Kazım Dirik’in kızı Şükran Hanım, dönemin ünlü ve yakışıklı tiyatro ustası Muammer Karaca ile tanışır. Elhamra Sineması’ndaki hoş karşılaşma, bakışmalar bir aşka dönüşür!

İki seven insan Muhlis Sabahattin Kumpanyası’nın İzmir turnesinin bitişiyle karalar bağlar!

Öyle ya; ayrılık gelip çatmıştır.

Ama aşk bu! Hiçbir şey dinlemiyor!

Vali Dirik Paşa’nın kızı Muammer Karaca ile kaçmaya kalkar.

Bir taksi ile limana gider. Şanssızlık bu ya; yanında para yoktur, haber taksicinin "Vali Bey’in kızı para mı vermedi" diye Vilayet’in kapısına dayanması ile ortaya çıkar.

Vali Paşa çok kızar.

Ama gemi İstanbul’a doğru yol almaktadır.

Haberler salınır, gemi İstanbul’da, limanda adeta sarılır!

Ama... Seven kalpler bu engeli de kayıkçıların yardımı ile aşar.

Ama... Sonuç; yakalanmadır.

Sonra... Yine kaçış!

Aşk engel tanımaz ki!

Dedim ya; hoş anılar.

O dönemin magazini bile "magazin gibi". Gazete haberleri de öyle.

Neyse... Keyifli bir kitap... İzmir esintileri var.

Ama... Beni en çok düşündüren yönü...

O günün İzmir’i ile bugünün İzmir’i...

Kültür, sanat, gelişmişlik...

Ve üstüne üstlük... Böyle değerlerle, güzelliklerle süslü bir kentte neden bir "Kültür - Sanat- Tiyatro - Opera - Sevgi Müzesi" olmasın?

Bugün bir opera, bir tiyatromuz var belki, ama...

100 yıl önce Kordelyalar tiyatro, opera, bale coşkusu ile doluymuş!

Nasıl unuturuz?

Ve ne güzel insanlar!

Atatürk’le ne hoş buluşmalar!

Dünyayla yarışan ne güzel repertuarlar!

O dönemin insanları, sanatçılar, devlet adamları, turneler...

Anılar, anılar...

Ve belki heykelcikler... O dönemin giysileri... Fotoğraflar, resimler...

Ne hoş olur!

Yani... Kentte turistler adına da ne anlamlı bir mekan!

Kültür, sanat, sanatçı, sevgi, devlet, evrensellik, müzik... Hepsi... Bir arada...

Ve o perde... Hiç kapanmaz ki!

Büyük aşklar da olduğu gibi...
Yazının Devamını Oku

EXPO için Antalya atağı

23 Temmuz 2008
Yoğun gündem arasında kaynadı gitti.İspanya’da, EXPO ev sahibi Zaragoza’da ilginç bir buluşma vardı. Yeni EXPO’lar için altyapı hazırlığı...

Belki gözlem, bazı şeyleri tartma...

Bir çok ülke oradaydı; yeni EXPO’lar için.

Ya İzmir?

Önceden söylendiği gibi bir stand açıldı.

Ama... Yararı, yapılanlar, etkileri...

Tartışma konusu...

Üstelik Zaragoza’da Türkiye içinden İzmir’e yeni bir rakip çıktı; Antalya...

Daha önce de İzmir’le yarışan...

İzmir’in yeniden EXPO’ya aday olup olmayacağı konusunda net bir karara varması için daha önünde uzun bir süreç var.

Bir yıldan fazla...

Bu süreci akılcı değerlendirmek gerek.

Zaragoza’da İzmir de vardı. Ama ne yapıldı? Ne temaslar oldu?

Bunları tam bilemiyoruz.

Üstüne üstlük bazı demeçler İzmir lehine değil; bu kesin.

2018 küçük EXPO, 2020 büyük EXPO.

Önümüzdeki fırsatlar bunlar.

Antalya çok istekli.

Hem Belediye Başkanı, hem Vali, hem de Ticaret Odası Başkanı önemli temaslar yaptı.

Şu gerçeği görmek gerek: Türkiye’den sadece bir il...

Yani... Önce Antalya, sonra İzmir...

Ya da tam tersi...

Mümkün değil.

Devlet, hükümet bir kentin arkasında duracak, bu kez hedefe ulaşılacak.

Önümüzdeki yol haritası bu.

Zaragoza’dan aldığım izlenimler Antalya lehine, ama İzmir lehine değil.

Oysa... İzmir’in elde ettiği bir deneyim...

Son dakikada kaçırdığı bir şans...

Yetiştirdiği kadrolar var.

Bence... Bir karara varılmalı..

Önce EXPO’ların izlenmesi, gelişmelerin değerlendirilmesi...

Sonra geniş çaplı bir toplantı ve güçlerin birleştirilmesi...

Daha bir yıldan fazla süremiz var.

Bu süreyi iyi değerlendirmeliyiz.

Geçmiş EXPO’larda ciddi emekleri olan İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş ile EXPO eski Genel Sekreteri Tunç Soyer’in deneyimlerinden yararlanmak gerek.

Dışlayıcı değil, kucaklayıcı olmak...

Ben değil, biz demek...

Küçük değil, büyük düşünmek...

Biz önce izleyelim de...

Sonra birbirimizi boğmayalım...

Bir fırsatı daha kaçırmayalım...

Bilmem anlatabiliyor muyum!
Yazının Devamını Oku

İzmir için bir fırsat değil mi?

20 Temmuz 2008
HEP yakınıyoruz da... Hep bir şeylerden şikayet ediyoruz da... ’İzmir ve Ege haksızlığa uğradı’ diyoruz da...

Peki ne yapıyoruz?

Değerlerimize yeterince sahip çıkıyor muyuz?

Kıskançlıkların, çekişmelerin ötesinde gerçekler ve doğrular için ne kadar mücadele ediyoruz?

İş işten geçtikten sonra dövünmek yerine ’hakedenler’e hak ettiği değeri zamanında verebiliyor muyuz?

Çoğaltabiliriz bu ve benzeri soruları, irdelemeleri, değerlendirmeleri...

Ama... Yanıtlar ne derece tatmin edici?

Yaklaşımlar ne derece doğru?

Diyeceğim şu; İzmir ve Ege birçok fırsatı kaçırdı. Çekişmeler, çatışmalar...

Paylaşımsızlıklar, hazımsızlıklar...

Son EXPO kaybını başka nasıl açıklayabiliriz?

Vizyonsuzluğun acı tablosu...

Çekişme ve çatışmaların sancısı...

Koordinasyonsuzluğun daniskası!

Söylenecek o kadar çok şey var ki!

Ama... Bugün yine bir şans İzmir’in ve Ege’nin kapısını çalıyor.

EXPO ile kıyaslamayın elbette.

Farklı bir şey.

Ama... Şans, hem de ciddi bir şans: Futbol Federasyonu Başkanlığı...

Hepimizin içten sevdiği ve saydığı Hasan Doğan’ın zamansız ölümü...

Sonrasında ağustos ayının son haftasında seçimler...

Peki, bu koltuğu hak eden içimizden bir insan yok mu?

Sporcu geçmişi, saygın bir aile yapısı olan...

Genç yaşta Altay gibi köklü bir kulübe Başkanlık onurunu yaşamış...

Vizyon sahibi, plan, proje yapma konusunda atılımcı bir insan...

Paylaşımcı, yardımsever, üstelik dürüst...

Hakkaniyet yaşamında önemli bir yer tutan...

Evet; Mahmut Özgener’den söz ediyorum.

Hepimizin büyük saygı duyduğu ’sevgili ağabeyimiz’ Esin Özgener’in biricik oğlu...

Spor camiasının yetiştirdiği nadide bir çiçek...

Genç yaşına büyük olgunlukları sığdırmış bir çağdaş işadamı...

’Aaa, evet. Ne doğru’ sözcükleri fışkırıyor dudaklarınızdan değil mi?

Evet; Futbol Federasyonu Başkanlığı’na en yakışan isimlerin başında Mahmut Özgener gelir...

Sporu, futbolu, dayanışmayı ondan kim daha iyi bilebilir?

Sorunları, sıkıntıları ve elbette yapılabilecekleri de...

Türkiye’yi daha ileri taşıyabilecek gelişmeleri...

Gençlerin daha iyi bir geleceğe hazırlanmaları yolunda atılabilecek adımları, futbolun geliştirilip alt yapısının güçlendirilmesini...

Dedim ya; Futbol Federasyonu Başkanlığı için biçilmiş bir kaftan; Mahmut Özgener.

Sadece İzmir ve Ege için değil, Türkiye için de bir şans.

O zaman...

Bir şeyler yapma zamanı değil mi?

Bir değere sahip çıkma...

Onun özelliklerini sevgiyle dillendirme...

Evet; Futbol Federasyonu Başkanlığı gibi önemli bir makam İzmir’e çok yakın...

Bazı şanssızlıkların yıkılması anlamında da bir fırsat.
Yazının Devamını Oku

Prim borcu olanlar için son günler!

16 Temmuz 2008
SOSYAL Güvenlik sistemindeki iyileştirmelere hep ihtiyaç var.<br><br>Evet; mevcutla yetinme değil, hep geliştirme. Çünkü... Toplum gelişiyor, değişiyor ve yeni ihtiyaçlar ortaya çıkıyor.

Mevcutla yetinilmesi halinde ise ’çökecek’ bir yapıda sosyal güvenlik.

Ben Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nı üstlendiğim 56. Cumhuriyet Hükümeti döneminde de böyleydi, şimdi de böyle...

Hep yenilik, hep atılım.

O yüzden görev sürem sınırlı olsa da ilk ciddi reforma imza attım.

Gerçek buydu, toplumun beklentisi de...

Bu anlamda genel tavrım; sosyal güvenlik sistemindeki çağdaş, katılımcı ve yenilikçi tüm arayışları destekleme yönündedir.

Ama... ’Ben yaptım, oldu’larla bir yere varılamayacağı da ortada.

Bir reform çalışması daha noktalandı.

Artıları ve eksileri ile.

Dedim ya; amaç hep daha iyiye ulaşmak.

Toplumun mutlu bir geleceğe koşması için.

Sosyal devletin tüm kurul ve kuralları ile daha iyi yerleşmesi için.

Bizdeki tablo yıllardır net: Her 2 çalışan bir emekliyi finanse ediyor.

Oysa... Çağdaş ülkelerdeki rakamlar iki katı. Yani... Her dört çalışan bir emekliyi finanse ediyor.

Uzun vadede varacağımız nokta bu.

Geçenlerde İzmir Ticaret Odası’nda Sosyal Güvenlik Reformu ile ilgili bir toplantı gerçekleşti.

Güzel tarafı; birinci ağızdan bilgilenme şansı.

Bilinmeyenleri öğrenmek, eksiklerin tamamlanması yolunda önerilerde bulunmak, kafaları karıştıran soruları net bir şekilde irdelemek.

Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı Fatih Acar, konuyla ilgili sağlıklı değerlendirmelerde bulundu.

Yenilikleri anlattı.

Bu; ’uzun ince bir yol’...

Hep gidilecek, hatta hep koşulacak.

Sosyal devletten vazgeçemeyeceğimize göre...

Başka yol yok...

Sosyal Güvenlik Reformu’nun anlatılması önemli.

Toplumsal destek için.

SGK Başkanı’nın bu toplantıları mümkünse Türkiye’nin birçok ilinde tekrarlaması da çok yararlı olur.

Benim hatırlatmak istediğim; prim borcu olanlar için kritik bir süreç, daha doğrusu, son günler.

Prim borcu olanlar 28 Temmuz’a kadar başvuruda bulunurlarsa, yeni yapılandırmadan yararlanabilecekler.

Sonra... Sonrası yok...

Yeni düzenlemeden yararlanacaklar, borçları peşin ödedikleri takdirde cezanın yüzde 85’i kalkacak, ayrıca gecikme zammı ödemeyecek.

Borçlular için taksitlendirme olanağı da var.

Bence... Bu fırsattan yararlanmalı.

SGK rakamlarına göre, 1 milyon 118 bin dolayındaki aktif işyerinden 615 bininin kuruma borcu var.

3 milyon 368 bin Bağ-Kur’ludan da 2 milyon 140 bin kadarı SGK’ya borçlu.

Kurumun alacağı 24 milyar dolar, gecikme cezası ve zam tutarı ise 10 milyar doların üzerinde.

Az buz rakamlar değil bunlar.

Hem devlet kazanacak, kaynak yaratılacak, Sosyal Güvenlik sistemi bir ölçüde rahatlayacak, hem de yurttaşlar ’iyi vatandaş, iyi insan’ olma özlemini yerine getirecek...

Bir de... Yasal takibattan, yüksek ödemeden kurtulmuş olacak.

Bu açıdan da önemli 28 Temmuz.

Ve sonrasında; yeni iyileştirmeler.

Hiç bitmeyecek türden...

Hiç bitmemeli de...

Çocuklarımız için...
Yazının Devamını Oku

Uluslararası açılım bir kazanç değil mi?

9 Temmuz 2008
TÜRKİYE’nin en ciddi sorunu; tanıtım. Lobi eksikliği.

Yani... Gerçeklerini anlatamaması.

Haklı olduğu birçok konuda bile "haksızlığa uğraması".

Eskiler, "meramını anlatamadın" derler ya, öyle işte.

Bir türlü haklılığı ortaya koyamamak.

Ama... Hemen hemen her konuda böyle.

Ciddi bir sorun, sancı.

Çözülemiyor da çözülemiyor.

O yüzden değil mi, zaman zaman yaşadığımız uluslararası sıkıntılar?

O yüzden değil mi, sıkça sözünü ettiğimiz "yalnızlık".

Belki yeterince yandaş bulamamak.

Hep derdini iyi anlatamamak.

Şimdinin deyimiyle, "lobi yapamamak".

Oysa bunu başaran "ileri koşuyor".

Neler neler gerçekleştiriyor!

O zaman yol belli. Hedef de...

Bu anlamda ileri adımlar atmak.

Bir eksikliği tamamlamak.

Ermeni sorununda, AB ilişkilerinde hep "lobi" sıkıntımız yok mu?

Gerçekleri iyi anlatamama sorunu!

O zaman...

İşte, bu anlamda siyasi partilere de önemli görevler düştüğü açık.

Çünkü siyaset en önemli güç.

Doğru kullanılırsa...

CHP Lideri Deniz Baykal’ın "uluslararası açılım" projesi çerçevesinde gündeme getirdiği ve düğmeye bastığı CHP’nin yurt dışında temsilcilikler oluşturması çalışması da bu açıdan yaklaşıldığında çok önemli.

Neden?

Çünkü siyaset etkin bir şekilde Türkiye için çalışacak.

Sadece içeride değil, dışarıda da...

Bazı gerçekler ciddi temaslarla ortaya konulacak.

Bazı konularda uluslararası toplantılar düzenlenecek, yayınlar yapılacak.

Türkiye’nin tezleri ve gerçekleri her platformda güçlü bir şekilde dile getirilecek.

Bugüne kadar ne oluyordu?

Su akıyordu, Türk bakıyordu!

Yani... Her şeye (genellikle) sessiz kalınıyordu.

Ya da... Sesimiz yeterince gür çıkmıyordu.

CHP’nin açacağı temsilcilikler bu anlamda ciddi bir boşluğu da dolduracak.

Öyle sanıyorum ki, Türkiye hakkında bilgi eksikliği duyan medya doyurucu bilgiler alma şansı bulacak, belli konularda Türkiye’nin görüşleri aktarılabilecek, ayrıca gençlerin kazanımı yolunda da üniversitelerde gerçekleştirilecek ciddi bilimsel toplantılarla bir boşluk doldurulmuş olacak.

Deniz Baykal çok heyecanlı:

"CHP; temsilcilikleri kanalı ile yurt dışında da Türkiye için daha etkin çalışacak. Bu organizasyon tamamlanmak üzere. İlk CHP temsilciliği Brüksel’de açılıyor. Brüksel Avrupa’nın başkenti. Orada Avrupa ülkeleri ile CHP kanalıyla daha verimli bir ortam yaratılacağını düşünüyorum. Gelişen bir dünya, gelişen bir toplum yapısı ve buna ayak uydurarak Türkiye için çaba sarfeden bir CHP. Temsilcilikler ihtiyaç halinde geliştirilebilir de. Çağdaş demokratik açılım anlamında, Türkiye’nin dış dünyaya kendini anlatması anlamında önemli bir adım attığımızı düşünüyorum."

İç çatışmalar, karalamalar.

Hatta zaman zaman gereksiz tartışmalar.

Bütün bunların ötesinde "siyasetinin en olgun" döneminde CHP Lideri Deniz Baykal’dan gelen açılımlar.

Türkiye için önemli çabalar.

Bu sese dikkat etmenin, bu çabaları ve kaliteyi görmenin zamanı değil mi?
Yazının Devamını Oku

Görevini yapan basının kime ne zararı var

6 Temmuz 2008
Şu gereksiz gündem maddeleriyle uğraşmadan bir vazgeçebilsek... Dünyadaki gelişmeleri daha iyi okuyup, Türk insanının beklentilerini daha iyi anlayabilsek...

Gençleri, kadınları... İşçiyi, emekliyi, memuru...

Halkın gündemi öyle farklı ki...

Oysa gereksiz bir türban tartışması, Cumhurbaşkanlığı makamına tarafsız değil de partili bir ismin getirilmesi, Türkiye’ye ne işler açtı!

Bir de son dönemlerde hukuk, hukukun üstünlüğü tartışmaları.

Hep ihtiyaç duyduğumuz bazı önemli kurumların yıpratılması...

Bu girdabın içine hepimizin gururu ordumuzun da çekilmek istenmesi...

Bakıyoruz, en güvenilir kurum; ordu.

Bu gurur duyulacak bir şey değil mi?

Bundan rahatsızlık niye?

Ama... Duyanlar var...

Daha önce de defalarca rastlanan bir senaryo yine gündemde; basınla oyun! Daha doğrusu, basın üzerinde bazı baskılar kurulmak istenmesi.

Dedim ya, daha önce de gördüğümüz bir film bu.

İşine gelmedi mi, vur tepesine, basını susturmaya çalış.

Bazen baskıcı yasalar ile bazen gözdağı ile...

Ne güzel demokrasi ama!

Peki tarihi süreci izlediğimizde bu işten karlı çıkan var mı?

Zarar, hep zarar!

Ama... Gözlere bazen at gözlüğü takılıyor...

Son Ergenekon operasyonu dalgasında, gazeteci kökenli üç isim de gözaltına alındı.

Hala suçlarının ne olduğu söylenmedi.

Bu yüzden de konuşmuyorlar.

Bu isimler, Atatürkçü, laik, demokrat kimlikleriyle tanınan kişiler.

Bir tanesi benim de çok yakından tanıdığım bir isim; Mustafa Balbay. Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi.

Mesleğe aşağı yukarı aynı dönemlerde başladık, ben 1979’da o 1981’de.

Uzun yıllar birlikte görev yaptık çeşitli gazetelerde. Yüreği sevgi dolu, emekçi dostu, ahlaklı, dürüst, onurlu bir kalem.

Gazetecilik çilesini yaşaya yaşaya en üst noktalara tırmandı. Öyle paraşütle falan da inmedi.

Tırnağı ile kazıya kazıya, kendisini geliştire geliştire, kaleminin hakkını vere vere...

Yürekli, onurlu, dürüst, Atatürkçü, laik, demokrat...

Geçmişte de zaman zaman laik, demokrat kimliğinin faturası oldu ona.

Acılar çekti, sıkıntılar yaşadı.

Ama hep Türkiye’yi sevdi, demokratikleşme yolunda mücadele verdi, Atatürk’ü anlattı, Cumhuriyet’e ve kazanımlarına sahip çıktı.

Benim sevgili dostum şimdi gözaltında.

Bir söz ustası olarak aslında söyleyecek çok şeyi var.

Ama bazen sessizlikte bir devrimdir!

Ben, Ankara’da, İzmir’de dostlarıma hep Mustafa Balbay’ın sevgi dolu yüreğini, dimdik duruşunu dile getirdim.

Ankara’daki yeni ofisine yaptığım ziyarette de bu tür bir iki şey karaladım.

Basın mensuplarının iç tartışmalara ve siyasetin çamuruna bulaştırılması doğru değil.

Basın önemli bir güç.

Demokrasi, Cumhuriyet için. O yüzden gözümüz gibi korumamız gerekir.

Bir şeylere karıştırmak yerine güçlendirip geliştirmek... Yol gösterici özelliğinden daha çok yararlanmak...

Demokrasi, insan hakları, emeğin gücü ve dünyanın şapka çıkarttığı Atatürk sevgisi yolunda daha verimli kullanmak.

Ben hep inanırım; kışın sonu bahardır...

Sevgili Mustafa Balbay, bu yaşadıklarımızı sözcük ustası kimliği ile nasıl yorumlardı acaba? Ne derdi?

Temsili Demokrasi... Demokrasi Temsili... Kim bilir? Belki başka şeyler...

Sözün özü; çağdaş ülke, gazetecilerin ifade ve anlatım özgürlüklerinin olduğu, buna saygı gösterilen ülkedir. Bu aynı zamanda halkın kendini özgürce ifade etmesidir. Türk insanı buna layıktır!
Yazının Devamını Oku

İzmir Chicago mu olacak, İstanbul mu yutacak!

2 Temmuz 2008
Vadelİ İşlem ve Opsiyon Borsası (VOB) İzmir için önemli bir şans. Sadece İzmir için mi? Elbette Ege için de... <br><br>Dünyadaki benzer örneklerinin yarattığı bölgesel gelişme ortada. Türkiye için de önemli bir açılım tabii.

Ekonominin sağlıklı gelişiminin bir göstergesi.

Yolu ince uzundu, zorluydu.

Ama... Başarıldı...

Yıllardır da doğru bir çizgi içinde.

Her geçen yıl gelişme gösteren VOB’un 2008 yılı gelişimi de olumlu.

2008 büyük olasılıkla 200 milyar dolarlık bir işlem hacmi ile bitirilecek.

Bu; geçen yılın iki katı bir büyüme demek.

Elbette sevindirici.

Çağ gelişiyor, ekonomi dinamik.

Elbette buna ayak uydurma gereği var.

O yüzden de atılım.

Bu yıl sonunda hisseye dayalı sözleşmelerle ilgili işlemlerde yapılacak.

Tabii, öncelikle İMKB’nin işlem hacmi en yüksek hisseleri ile.

Sonra... Gelişme sürecek.

Bu açılımda borsa için bir yeni süreç.

Pamuk, döviz, altın piyasalarına yapıcılık görevi.

Dövizli kontratlara fiziki teslim olanağı.

Hacimli bir pamuk vadeli işlem piyasası... Daha bir sürü yenilik.

Ve tabii ki, bir destek beklentisi.

Malum VOB’daki işlemlere getirilen stopaj muafiyeti avantajı bu yılın sonunda bitiyor. Bu vadeli borsaya kaçış anlamına gelebilir.

Onun içinde "eşit şartların oluşturulması" gerekiyor.

Tabii gözler hükümette.

Bu konuda yapılacak bir yanlış, bugüne taşınan tüm değerlerin zarar görmesi demek.

VOB’un kurucu Başkanı Tuğrul Yemişçi, şu anda AKP İzmir milletvekili.

Konuyu çok iyi biliyor. VOB çevreleri, "Bir olumsuzluk olursa Tuğrul Bey müdahale eder" görüşünde. Büyük olasılıkla!

VOB’a vergi desteği çağdaş dünyanın bu önemli ekonomik enstrümanının da gelişimini arttıracak tabii ki.

Ve bir de tartışma...

Hatta İzmirlilerin yaşadığı bir korku:

"VOB İstanbul’a mı taşınacak?".

Finansın merkezi İstanbul ya!

Bu yönde kulisler de var.

Merkez Bankası bile İstanbul’a gitmiyor mu?

ABD’de New York finansın merkezi.

Güçlü bir yapı. Ama... Onun yanında Chicago gerçeği de var, onu unutmamak gerek.

Bir zorlama olursa...

Dedikodular yoğunlaşırsa...

Büyük zorluklarla ve özveri ile kurulan VOB, yaşadığı gelişme sonrası iştahlar kabardığı için İzmir’den kaçırılırsa...

İzmir’e bir kazık daha!

İzmir için bir şanssızlık daha!

Ama... Hepsinden de önemlisi...

Herhalde "Artık yeter" zamanı...

Hep bir ağızdan...

Her yaştan...

Ve sürekli...
Yazının Devamını Oku