Gila Benmayor

Tayyip Erdoğan’ın sırdaş danışmanı ilk defa konuşuyor

15 Kasım 2002
<B>AKP </B>lideri <B>Recep Tayyip Erdoğan</B>'ın<B> </B>ekibinden son günlerde ön plana çıkan bir isim var: <B>Cüneyd Zapsu. Erdoğan'ın yakın dostu ve danışmanı, hatta kimilerine göre ‘‘sırdaşı’’ Cüneyd Zapsu'nun fotoğrafını, dünkü Hürriyet'te İtalya Başbakanı Berlusconi tarafından kabul edilen Tayyip Erdoğan ile birlikte gördünüz.

Zapsu, Roma'dan 24 saat önce de TÜSİAD ekibiyle birlikte Brüksel'deydi.

Kendisiyle, geçen yıl New York'a taşınan Dünya Ekonomik Forum'u sırasında tanışmıştık.

Cüneyd Zapsu, Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül üçlüsüne toplantıların yapıldığı New York'un ünlü Waldorf Astoria Oteli'nin lobisinde hemen hemen her gün rastlamak mümkündü.

Zapsu, Erdoğan için, New York'ta bazı düşünce kuruluşlarından, hatta aklımda kaldığı kadarıyla New York'un yeni Belediye Başkanı Michael Bloomberg'dan randevular ayarlamaya çalışıyordu.

Bazı randevular alınmasına alınmıştı, ne var ki Recep Tayyip Erdoğan Dünya Ekonomik Forumu'nun hiçbir toplantısında boy gösterememişti. Gerekçe olarak ‘‘toplantılarda Türkçe çeviri yok’’ denmişti ama Erdoğan'ın Waldorf Astoria'daki ünlü isimlerle biraraya geldiğini gören de olmamıştı.

Kulislerde Recep Tayyip Erdoğan'ın New York'ta aradığını bulamadığı konuşuluyordu.

Salı günü Brüksel'e giderken Yeşilköy Havalimanı’nda rastladığım Cüneyd Zapsu'ya New York'u hatırlattım ve ‘‘O günlerde Erdoğan'ın iktidara gelebileceği hiç aklınıza geliyor muydu’’ diye sordum.

Zapsu'nun cevabı şöyle oldu: ‘‘Biz daima inandık. Hiç inanmak istemeyenler, Tayyip Erdoğan gerçeğini görmek istemeyenler Beyaz Türklerdi.’’

‘‘Beyaz Türkler’’
derken, hem Öteki Türkiye'ye dahil olmayanları, hem elit sınıfı ima eden Zapsu'ya göre, ‘‘elit sınıf’’ Erdoğan'a, dindarlığından fazla Kasımpaşalı olması nedeniyle karşı çıkıyordu.

‘‘Bütün mesele bir Kasımpaşalı'nın onları yönetmesi.’’

MOR GÖMLEKLİ ZAPSU

Yeşilköy Havalimanı'nda rastladığımda sırt çantasında, üç kızından birinin hediye ettiği minik bir ayıcık sallanan, üç saatlik uçak yolculuğu sırasında bilgisayarında sürekli notlar alan, Erdoğan'ın yanında ilk gördüğümde giydiği mor renk gömleğiyle beni şaşırtan ‘‘sırdaş, danışman’’ Cüneyd Zapsu kim?

Zapsu, Azizler Holding İcra Kurulu Başkanı. Avrupa'ya fındık ezmesi ihraç eden Balsu Holding'in patronu.

Türk Amerikan İş Konseyi Yönetim Kurulu ve TÜSİAD üyesi.

Ayrıca Dünya Ekonomik Forumu'nun Türkiye'deki birkaç üyelerinden biri.

Yıllardan beri Davos'a gidiyor. Almanca, İngilizce biliyor.

New York'ta Tayyip Erdoğan'ın tercümanlığını üstlendiğine tanık oldum.

Brüksel'deki sohbetimizde, iki aydan beri Recep Tayyip Erdoğan'ın bu yıl 23-28 Ocak tarihinde yine Davos'ta yapılacak toplantılarında programa dahil edilmesine uğraştığını öğreniyorum.

İşin doğrusu, Zapsu pek ön plana çıkmayı sevmiyor.

AKP'nin 3 Kasım günkü zaferiyle ilgili gazetecilerle konuşmadığını bizzat söylüyor.

Ama artık ok yaydan çıktı, herkes ‘‘sırdaş’’ Cüneyd Zapsu'yu merak ediyor.

Şans bu ya, internette, ‘‘sörf’’ yaparken benim de karşıma Zapsu ile ilgili bazı bilgiler çıktı.

Almanya’da yayınlanan bir gazeteye göre Cüneyd Zapsu'nun babası Pertev Zapsu, Musa Anter'in kayınbiraderi. Dedesi, Musa Anter'in kayınpederi ve Kürt alimi Abdurrahim Zapsu.

İki ciltlik ‘‘Büyük İslam Tarihi’’ kitabının yazarı dede Zapsu.

Raportör TÜSİAD'a neler söyledi?

YENİDEN Brüksel'e dönersek, TÜSİAD heyeti, buradaki son görüşmesini, Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Arie Ooslander ile yaptı.

Avrupa Parlamentosu'nda sabahın erken saatlerinde gerçekleşen toplantıda gündeme neler geldi?

Avrupa Birliği'ndeki TÜSİAD temsilcisi Bahadır Kaleağası'nın aktardığına göre, Ooslander TÜSİAD heyetine öncelikle Valery Giscard d'Estaing'nin sözlerine asla katılmadığını söylüyor.

Görüşmede raportörün önemle üzerinde durduğu dört ana başlık ise işkence, yolsuzluk, yeniden yargılama ve vakıflar.

Leyla Zana'nın yeniden yargılanması gündeme gelen konular arasında.

TÜSİAD'ın Türkiye raportörüne verdiği mesaj ise şöyle: ‘‘Kopenhag kriterleri tartışmasını bitirdik. Bundan sonra reform paketini uygulama yolundaki çalışmaları hızlandıracağız. Avrupa Birliği, Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye'ye bir perspektif versin ki yerimizde saymayalım.’’

TÜSİAD'ın Brüksel temaslarında ilginç bir nokta daha var.

Görüşmelere ilk kez Kuzey Kıbrıs İşadamları ve Sanayicileri Derneği Başkanı Özdil Nami de katılıyor.

Nami'nin verdiği mesaj ise ‘‘Kıbrıs Türkleri olarak AB üyeliğini istiyoruz ancak Türkiye'ye bir perspektif verilmesi koşuluyla.’’

Bakan Taşar sözünü tuttu

BUNDAN bir yıl önce Turizm Bakanı Mustafa Taşar ile Londra'daki Turizm Fuarı'nı ziyaret ettiğimizde, Türkiye standını fena halde eleştirmiştim.

Geçen yılki fuar, Taşar'ın bakanlığının ilk fuarıydı.

Pek renk vermemekle birlikte standımızın durumuna üzülmüş, ‘‘Söz veriyorum gelecek yıl buradaki stand fuarın en güzel standı olacak’’ demişti.

Bakanlığa vedaya hazırlanan Taşar'ın son fuarı yine Londra'da oldu.

Londra'ya gitmeden önce yaptığımız telefon konuşmamızda ‘‘Sözümü tuttum, Türkiye standı mükemmel oldu. Sana fotoğraflarını göndereceğim’’ dedi.

Ben de fotoğrafı yayınlayacağıma söz verdim.

İşte, yeni bir konseptle, Londra'da ilk kez Akdeniz ülkeleri arasında yer alan 720 metrelik standın fotoğrafı.
Yazının Devamını Oku

BDI: AKP'nin önünde tarihi fırsat var

12 Kasım 2002
<B>ALMANYA</B> yolculuğunun bir durağı da, Alman sanayisinin şemsiye örgütü BDI yani <B>'Alman Sanayicileri Federasyonu''.</B> BDI, 7.7 milyon kişi çalıştıran 107 bin şirketi temsil ediyor.

Üyeler arasında koordinasyonu sağlıyor.

Globalleşmenin getirdiği rekabete uyum sağlamaları için destekliyor, Avrupa Birliği nezdinde lobilicik yapıyor, ekonomik politikayla ilgili her türlü enformasyonu iletiyor.

Enron'un başını çektiği, dünyayı sarsan yolsuzluk skandallerinden sonra ‘‘Yolsuzluğu Önleme’’ adı altında, kendi önerilerini özetlediği bir kitapcık çıkarmış.

Bize de dağıtılan kitapcıkta yolsuzlukla mücadelede en önemli rolün CEO'ya düştüğü özellikle vurgulanıyor.

Anlayacağınız, sanayileşmiş ülkeler arasında en geniş sanayi sektörüne sahip olan Almanya'da ‘‘Alman Sanayileri Federasyonu’’ nun sözü altın değerinde.

Berlin'de BDI'nin yeni binasında bizi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nün iki müdürü Dr. Alexander Böhmer ile Dr. Guido Glania karşılıyor.

Hem Böhmer, hem Glania Türkiye'yi yakından izliyor ve tanıyor.

Alman iş dünyasının 3 Kasım seçimleri hakkında ne düşündüğü yolundaki soruma Dr. Guido Glania'nin verdiği cevap şöyle:

‘‘AKP'nin önünde tarihi bir fırsat var. Çünkü, Avrupa'da İslam ile ilgili korku ve ön yargıları bertaraf edebilir. İslam ile demokrasinin bağdaşabileceğini gösterebilirse, hem Avrupa'nın, hem Türkiye'nin ufku açılır.’’

Derviş'in Siyaseti Siyasetin Derviş'i


HÜRRİYET'in editörlerinden Sefa Kaplan, hiç uyku uyuyor mu diye merak ediyorum doğrusu.

Gazetedeki yoğun iş temposuna ilaveten, yazı, röportaj derken, araya bir kitap daha sıkıştırdı: ‘‘Derviş'in Siyaseti, Siyasetin Derviş'i.’’

Metis'ten yayınlanan kitap, Sefa Kaplan'ın 2001 yılında yayınlamış olduğu ‘‘Kemal Derviş, Bir Kurtarıcı Öyküsü’’nün devamı niteleğinde.

Kitap, Derviş'i, siyasete girmeye karar verdiği andan itibaren mercek altına alıyor.

Kaplan, kitabında Derviş'i yakından tanıyan Asaf Savaş Akat, Bülent Eczacıbaşı, Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve Enis Berberoğlu ile söyleşilere de yer vermiş.

‘‘Derviş'in Siyaseti, Siyasetin Derviş'i’’, sonuçlarını tartışmaya devam ettiğimiz 3 Kasım öncesine de ışık tutuyor.

Orhan Pamuk'u Alman sanayiciler çevirtmiş


ALMAN Sanayicileri Federasyonu'nun (BDI) bünyesinde bir Kültür Komitesi var.

Komite, 1951 yılında, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'da kültür hayatının canlandırılması amacıyla kurulmuş.

400 üyeli Kültür Komitesi, mimarlık, edebiyat, müzik ve resim dallarında genç sanatçılara sponsorluk yapıyor.

Şimdiye kadar bini aşkın sanatçı Kültür Komitesi'nin olanaklarından yararlanmış.

Bunlar arasında sonradan ünlü olanlar da var: Yazar Günter Grass, klárnetciSabine Meyer gibi.

Kültür Komitesi'nden Dr. Susanne Litzel'e Almanya'daki Türk sanatçılara şimdiye kadar sponsorluk yapıp yapmadıklarını soruyorum.

Yapmamışlar.

Doğru mu, değil mi bilmiyorum, Dr. Litzel, resim ve müzikle uğraşan Almanyalı Türk olmadığını söylüyor.

Konuşurken birden yerinden fırlıyor ve kütüphaneden bir kitapla geri dönüyor.

Orhan Pamuk'un ‘‘Beyaz Kalesi’’.

Kültür Komitesi uzmanlarının tavsiyesi üzerine birkaç yıl önce BDI tarafından almancaya çevriltilmiş.

Yani Orhan Pamuk'un bu kitabını Almanlara kazandıran sanayiciler olmuş sonuçta.

Bu arada Kültür Komitesi'nin ilginç bir işlevi daha var.

Hükümet nezdinde üyelerinin lobiciliğini yapmak.

Çünkü sanatçıları destekleyen sanayiciler vergi indirimden yararlanıyorlar.

Söz konusu olan, ciro üzerinden yüzde 2'lik bir indirim. Maliye Bakanı Eichel geçenlerde, bu indirimi kaldırtmak için harekete geçmiş ancak Kültür Komitesi'nin devreye girmesi üzerine geri adım atmak zorunda kalmış.
Yazının Devamını Oku

Kültür sorunu AB’nin aklına Türkiye aday olunca geldi

10 Kasım 2002
<B>NUH Mete Yüksel'</B>in casuslukla suçladığı Alman vakıfları arasında olup olmadığını bilmediğim Goethe Enstitüsü'nün <B>‘‘Avrupa Birliği'ne Entegrasyon’’</B> programı kapsamında hafta başından bu yana Almanya'dayım. Bu arada, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi yetkililerini dinlemek üzere bir günlük Brüksel ziyareti oldu.

Gruptaki üç gazeteci, Avrupa Birliği'ne katılmak için resmen davet alan şanslı aday ülkelerden geliyor: Çek Cumhuriyeti, Litvanya ve Malta.

Gazetecilerden bir tanesi Hollandalı, diğer ikisi nedense Amerikalı.

Jody Santiago ile Milton Clpper'i görür görmez ‘‘Washington sizi Türkiye'nin üyeliği için baskıya mı gönderdi?’’ diye şakalaşıyorum.

Almanya'ya ayak bastıklarında Avrupa Birliği kavramına hayli uzak olan Amerikalı iki meslektaşımın, burada bir hafta içerisinde tam bir bilgi bombardımanına tutulduğunu söyleyebilirim.

Hatta son gün, Alman Güvenlik ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'ndeki tartışma sırasında ‘‘Türkiye Müslüman kimliği nedeniyle mi yıllardan beri üyeliğe kabul edilmiyor?’’ sorusunu soran da Milton Clpper oldu.

ADINI KOYAN YOK

Almanya gezisinin sonuna yaklaşırken, tartışılanları, konuşulanları düşününce, Avrupa'da hálá Türkiye konusunda bir netlik olmadığını iyice fark ediyorum.

Pazar günü kimsenin moralini bozmak değil niyetim. Ama AB üyeliği, buradan bakınca çok çok uzak geliyor bana.

Bir kere, insan hakları meselesi var. ‘‘Tamam, reformları yaptınız, uygulamaya bakalım’’ en sık karşıma çıkan cümle.

Milton Clpper'in benden kopya çekerek gündeme getirdiği Müslüman kimlik meselesi var.

Dışişleri Bakanlığı'ndaki tartışmada mesela, ‘‘Din faktörünün politik yapılanma üzerindeki etkisi inkár edilemez’’ dendiğini duyuyorum.

Türkiye ile Avrupa arasında, kültürel değerler farklılığı, ortak bir tarihin olmayışı gerekçe olarak öne sürülen şeyler.

‘‘Avrupa ile Türkiye arasında ortak bir tarihten nasıl söz edilemez?’’ diye itirazım üzerine ‘‘O anlamda Rusya ile Avrupa arasında da ortak bir tarih var. Ama bu Rusya'nın günün birinde üye olacağı anlamına gelmez’’ gibi bir cevapla karşılaşıyorum.

Müslüman kimlik konusunda direkt konuşulmuyor. Etrafında dolanılıyor.

Avrupalı mıyız değil miyiz, o belli değil.

Sanki kimsenin ‘‘Evet Avrupalı'sınız’’ demeye dili varmıyor gibi.

Litvanyalı meslektaşım, kendilerini daima Avrupalı olarak gördüğünü söylüyor.

Litvanyalı Avrupalı, hemen yanıbaşındaki Türkiye değil.

KAFALAR KARIŞIK

Alman Güvenlik ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde, AB'nin coğrafi sınırlarının nerede bittiğini hálá tartıştığını, mesela Türkiye'nin kabul edilebilecek sınırlar dışında kalabileceği söylenince, patladım.

‘‘Türkiye'nin adaylığı Helsinki'de onaylandı. Coğrafi sınırlarınızın dışında kalabileceğimizi söylemek için artık çok geç değil mi?’’

Dedim ya, Türkiye konusunda kafalar karışık.

Sadece, Alman Güvenlik ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü'nde, AB Genişleme Birimi Araştırma Grubu'nun Başkanı Dr. Heinz Kramer doğru tespitlerde bulundu kanımca.

‘‘Avrupa Birliği nasıl olması gerektiği sorusuna yanıt bulamadı henüz. İngiltere dışında AB üyelikleri, başvuruların üzerinde öyle fazla düşünülmeden konjonktüre bağlı olarak gerçekleşti. Türkiye'nin şimdi yüzyüze geldiği kültür, sınır gibi meseleler hiçbir zaman ele alınmadı, çünkü gerekli değildi. Türkiye'nin adaylığıyla AB bunları şimdi düşünmeye başladı.’’

Dr. Heinz Kramer, en doğru tespitini de en sona saklıyor:

‘‘Türkiye, Avrupalıların kafasında hálá öteki.’’

Yazının Devamını Oku

Erdoğan Brüksel'de merakla bekleniyor

8 Kasım 2002
<B>AVRUPA'</B>nın iki önemli başkenti Brüksel ve Berlin, Türkiye'deki seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyor? Hafta başından beri karşıma çıkan her yetkiliye hiç şaşmadan yönelttiğim iki sorudan bir tanesi bu. Diğeri elbette Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne adaylığıyla ilgili.

Birinci soruma aldığım cevap ekseriyetle olumlu.

İkincisi için maalesef aynı şeyi söyleyemeyeceğim.

Özellikle Almanya'da üyelik konusunda karşılaştığım cevaplara bakılırsa, önümüzde daha hayli uzun, hayli çetin bir yol var.

Brüksel'deki Avrupa Komisyonu politik danışmanı Peter Ptassek'in görüşü, AKP'nin tek başına iktidara gelecek olması, güçlü bir hükümet açısından ‘‘iyi bir haber.’’ Recep Tayyip Erdoğan'ın ilk açıklamalarında AB politikasını sürdüreceğini vurgulaması başka ‘‘iyi bir haber.’’

Avrupa Konseyi Genel Sekreterliği Politika Birimi Direktörü Christoph Heusgen, AKP'nin programını incelediklerini, kulağa ‘‘İslamcı’’ gelen bazı cümlelere rağmen sonuçta bunu olumlu bulduklarını söylüyor.

Recep Tayyip Erdoğan'ın Avrupa başkentlerini ziyaret edeceğini söylemesi, Heusgen'e göre Brüksel'de memnuniyet yaratmış.

‘‘Erdoğan'ı merakla bekliyoruz’’ diyor.

Peki Erdoğan'ın başbakan olmaması bir sıkıntı yaratmayacak mı?

‘‘Hayır, Avrupalılar pragmatist insanlardır. Parti lideri olarak onunla görüşebiliriz.’’

Türkiye'nin AB üyeliği meselesine gelince...

Frankfurt'ta Deutsche Bank Araştırma Birimi yetkililerinden Dr. Werner Becer, üyelikten ziyade Türkiye'ye ‘‘özel stütü’’yü açıkça telaffuz ediyor.

Avrupa Komisyonu Politik Danışmanı Peter Ptassek'e bunu sorduğumda, ‘‘Çok tehlikeli bir söylem’’ cevabıyla karşılaşıyorum.

Demek ki ‘‘özel statü’’ bazı çevrelerin belki de özellikle finans çevrelerinin üzerinde durdukları bir konu.

TARİH İÇİN TARİH

Peki Türkiye aralık ayında Kopenhag'da neyle karşılaşacak?

Ptassek'e göre Türkiye Kopenhag'ta ‘‘tarih için tarih’’ alacak.

Zirvenin dikenli konularından biri Kıbrıs. Diğeri Avrupa'nın güvenlik ve savunma gücüne ilişkin Türkiye'nin itirazı.

Christoph Heusgen ise Türkiye ile AB'nin belki iki yıl içerisinde masaya oturabileceği görüşünde.

Özetlemek gerekirse, benim iki başkentte edindiğim izlenim şu:

Türkiye konusunda kafalar hálá bulanık. Brüksel Türkiye'nin üyeliği fikrine Berlin'e oranla daha fazla alışmış görünüyor.

Zira Almanya'da Dışişleri ve Maliye Bakanlığı yetkilileriyle görüşmelerde, Almanların kafasında, Türkiye'nin müslüman kimliği, İran-Irak gibi komşular, büyüklüğü, yani nüfusu konusunda bir sürü soru işareti olduğu ortaya çıkıyor. Dedim ya, önümüzde hayli uzun hayli çetin bir yol var.

Reformlar iyi ama uygulamayı görelim

ANKARA'nın kabul ettiği reformlar paketinden söz açınca, karşılaştığım cümle şu:

‘‘Reformlar iyi güzel de, uygulamayı görelim. Kabul edilen şeylerin káğıt üzerinde kalmaması önemli.’’

Genel kanı, Türkiye'nin insan hakları karnesinin hálá kırık olduğu şeklinde. Zaten geçen akşam da Alman televizyonlarının birinde Türkiye'de insan hakları meselesiyle ilgili oldukça kapsamlı bir program vardı.

Yeri gelmişken, Recep Tayyip Erdoğan'ın AB'ye üyelik yolunda ilerleme vaadinde düştüğü iki çelişkiye dikkat çekmek istiyorum.

Buradan izlemek fırsatını bulduğum, TRT'deki son söyleşisinde işsizlik ile ilgili olarak sigortasız ve daha düşük ücretlerle çalışan yabancı işçilerin yerine, Türk vatandaşlarının işe alınmasına çalışılacağını tekrarladı.

Bence bu söylem, Avrupa Birliği'nin savunduğu değerlere son derece ters.

İkincisi de, seçimlerden birkaç ay önce taraftarlarına ‘‘Daha fazla çocuktan çekinmeyin. 5-6 çocuk yapın. Bunların eğitimi, sağlığı iktidardaki hükümetin sorunudur.’’ yolundaki çağrısı.

Unutmayın ki, şimdi yeni 10 üyeyi hazmetmeye hazırlanan Avrupa Birliği'nin gözünü en fazla korkutan şeylerden biri de Türkiye'nin nüfusu.

Avrupa'nın hasta adamı Almanya

WALL Street gazetesinin 11 Ekim günü kullandığı yukarıdaki bu başlığın ne kadar doğru olduğu Almanya ziyaretinde ortaya çıktı.

Zira Alman ekonomisinin neredeyse sıfır büyümesi, (bu yıl % 0.5) 4 milyon işsiz, iç borç, alım gücünün azalması Almanlar'ı müthiş dertlendiriyor.

Ziyaret ettiğimiz Alman Endüstrileri Federasyonu ‘‘Hükümet bizi dinleseydi böyle olmazdı’’ diyor.

7.7 milyon kişinin işvereni durumundaki 107 bin şirketi temsil eden Alman Endüstrileri Federasyonu, hükümete sosyal güvenlik sisteminin değiştirilmesi için baskı yapmış uzun süre. Sosyal güvenlik sistemi, Alman ekonomisini bunalıma sokan nedenlerden bir tanesi. Bir diğeri de Doğu Almanya'yla birleşmenin ağır faturası.

Global durgunluk da bunlara eklenince bu kez Avrupa'nın hasta adamı Almanya olmuş.
Yazının Devamını Oku

Hiç beklediğimiz gibi olmadı

5 Kasım 2002
<B><I>FRANKFURT</I><br><br>ÖNCEKİ</B> gün, yani 3 Kasım günü damgalı işaret parmağımla İstanbul'dan yola çıktığımda saat 18.00'di. Uçağa binmeden birkaç dakika önce yaptığım son telefon görüşmesinde CHP iyi durumdaydı.

3 saat 15 dakikalık bir yolculuktan sonra Frankfurt'a vardığımda cep telefonuma gelen mesajdan AKP'nin iktidara tek başına gelecek durumda olduğunu öğreniyorum.

4 Kasım günü, siyasi tabloya Almanya'dan ve daha geniş anlamda Avrupa'dan bakmak şans mı değil mi bilmiyorum ama neticede Goethe Enstitüsü'nün düzenlemiş olduğu ‘‘Avrupa Entegrasyonu’’ programı çerçevesinde buradayım.

Grupta Avrupa Birliği'ne aday gösterilen Çek Cumhuriyeti'nden, Litvanya'dan, Malta'dan gazeteciler var.

Bugün Frankfurt, yarın Brüksel ve daha sonra Berlin'de Avrupa Birliği'nin AKP'nin iktidarına hangi gözle baktığını tespit etme fırsatım olacak.

Geçenlerde İstanbul'a gelen Fransız politikasının önde gelen simalarından Chevennement reformlardan sapma yapmayacağına ilişkin vaatleri nedeniyle Avrupalı hükümetlerin olası bir AKP iktidarından rahatsız olmayacaklarını ancak Avrupalı kamuoyunun bazı kaygılar taşıyacağını söylemişti.

Chevennement'ın söylediklerinin ne derece doğru olduğu önümüzdeki günlerdeki temaslarda ortaya çıkacak.

Dün Frankfurt'ta ilk randevu Avrupa Merkez Bankası'ndaydı.

Resepsiyonda kimlik soran genç kadın, Türkiye'den geldiğimi görünce ‘‘Günaydın’’ diyor.

Kaderin garip cilvesi, Avrupa Bankası'nda karşıma ilk çıkan kişi bir Almanyalı Türk.

Sema Akıncı seçim sonuçlarından mutsuz.

‘‘Hiç beklediğimiz gibi olmadı’’ diyor.

Ardından bakmam için Hürriyet gazetesini uzatıyor.

Tüm geceyi ekran başında geçiren Sema Akıncı'nın gönlünde yatan aslan elbet AKP değil.

Frankfurt'taki genç nesil Almanyalı Türklerin aynı görüşü paylaştığını söylüyor.

Jet Fadıl'ın bağımsız olarak Meclis'e girdiğini ve yeni Meclis'te sadece ve sadece 26 kadın olduğunu söyleyince Sema Akıncı daha da üzülüyor.

Avrupa Merkez Bankası yetkilileriyle brifing sonrası ayak üstü sohbetteyiz.

İlk izlenimleri, AKP'ye giden oyların büyük oranda tepki oyları olduğu ve ekonomik koşullar altında ezilen halkın koalisyon partilerini cezalandırdığı şeklinde.

‘‘Ama unutmamak gerekir ki, AKP neticede halkın üçte ikisinin desteğinden yoksun’’ diye ilave etmeyi de ihmal etmiyorlar.

Wim Duisenberg'in başkanı olduğu Avrupa Merkez Bankası, Euro alanında fiyat istikrarının bekçisi. Üye 15 ülkenin merkez bankalarıyla sürekli temas halinde olan bankanın memurları, daha çok teknik düzeyde çalışıyor.

Bu yüzden AKP iktidarının Avrupa finans çevrelerinde nasıl karşılandığı sorum biraz da havada kalıyor.

Bu soruya esas cevap verebilecek olan Deutsche Bank yetkilileriyle randevu öğleden sonra. Yani, cevap bu yazıya yetişemeyecek ne yazık ki.
Yazının Devamını Oku

Ayda 180 milyon lira hayatlarını değiştirdi

3 Kasım 2002
<B>ONLAR </B>Van, Şanlıurfa, Adıyaman, Harran'dan İstanbul'a gönderdikleri mektuplarını pembe, yeşil, turuncu kağıda yazıyorlar. Renkli mektup kağıtları gül, sümbül bezeli, zarfların üzerinde de ‘‘seni seviyorum’’ yazıyor.

Mektuplar genellikle ‘‘Filiz ablacığım, sizi çok seviyorum çünkü siz çiçekler kadar güzelsiniz’’ diye başlıyor.

‘‘Filiz Abla’’ dedikleri Turkcell'in ‘‘Çağdaş Türkiye'nin Çağdaş Kızları’’ projesini yürüten Filiz Karagül.

İki yıldan beri Güneydoğu ve Doğu Anadolu'da gezdiği yüzlerce köyün kızları kendi kızları gibi.

Mektuplarını çantasında taşıyor.

Nasıl taşımasın ki?

Semiha, Hatice, Çiğdem, Suzan, Fatma ve diğerlerinin umutlarını, rüyalarını, sevinçlerini hep yanında taşımak kaç kişiye nasip olmuş?

Hem onlara cevap yazmak gerek.

Yazmasan alınırlar, üzülürler.

Kimisinin rüyası İstanbul'u, özellikle de Taksim Meydanı'nı görmekti.

İstanbul'da özgürlüğe kavuşmaktı.

‘‘Hani kuş daima kafesin dışına çıkıp, özgürlüğüne kavuşmak ister ya, bizim bu taraflarda da öyledir. İstanbul'un en çok bir yönünü sevdim: Özgürlüğünü.’’

Kimisi denizi, kimisi kalabalığı merak ediyordu.

Tarkan da vardı elbet rüyalarında.

Onunla resim çektirmek, imzalı fotoğrafını almak filan gibi.

Gerçekleşti rüyaları.

İstanbul'u da gördüler, Tarkan ile de resim çektirdiler.

Filiz Abla'ya teşekkür etmek için mektuplar döşendiler.

Onlar güneydoğunun, doğunun şanslı kızları.

Kendileri de farkında hayatlarında bir şeylerin değiştiğini.

Bundan böyle kaderlerinin farklı çizileceğini.

Çünkü bir kere başlarına Turkcell'in bursu konmuş.

İlkokuldan sonra bursa hak kazanan 5 bin kızın arasındalar.

Ailelerin kızlarını okula, hele hele üniversiteye göndermeye pek gönüllü olmadıkları, maddi olanaksızlıkların, dini baskıların olduğu çevrelerde kaderini değiştirmek kolay iş mi?

Kendilerine başka dünyaların kapılarını açanlara müteşekkirler.

Doğru.

Ama bir şeyler değiştiyse, bunda kendi katkılarının da olduğunu gayet iyi biliyorlar.

Ne yazmış Emine?

‘‘Filiz Ablacığım çok teşekkür borçluyum ama benim de başarımı yabana atmamak gerek.’’

Liseden sonra kısmetse üniversiteye gidecekler.

Belki spiker, belki gazeteci olacaklar.

Kızların kaderleri yılda 180 milyon ile değişti.

Evet yanlış okumadınız.

Turkcell burs alanlara yılda 180 milyon veriyor. Şimdiye kadar 1,5 milyon dolar harcamış.

Okul masrafları ve diğer masraflar için.

Kızlar hem kendi masraflarını çıkartıyor, hem de kardeşlerine katkıda bulunuyorlar.

Filiz Abla'ya mektupların bir tanesi şöyle bitiyor: ‘‘Lütfen kendinize iyi bakın, çünkü Güneydoğu'nun insanları yani benim ve benim gibilerin sizlere ihtiyacı var.’’

Gerçek işte bu kadar yalın.
Yazının Devamını Oku

Farina: Seçimde ‘iyi olan’ kazansın

2 Kasım 2002
<B>İSTANBUL</B>'daki İtalyan Kültür Merkezi'nde önceki gece ‘‘Teknoloji, İletişim ve Küreselleşme’’ konferansı veren Aria Genel Müdürü Guiseppe Farina hiç beklenmedik bir şekilde seçim sorusuyla karşılaşınca ‘‘en iyi parti hangisiyle, yani ülkeyi en iyi idare edebilecek hangi partiyse o kazansın’’ dedi. Çoğunluğu Türk-İtalyan Dostluk Derneği üyeleri olan dinleyiciler arasına ‘‘sızmış’’ gazeteci sıfatıyla yönelttiğimiz ‘‘3 Kasım ertesi hangi partiyi iktidarda görmek istersiniz’’ sorusuna Farina'nın verdiği yanıt şöyle:

‘‘Aria, Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş ve Trabzorspor'a sponsorluk yapıyor. Takım tutmuyoruz. Bu takımlar arasında ayırım yapmıyoruz. En iyisi kazansın diyoruz. Aynı şekilde, bir şirketin başındaki biri olarak 3 Kasım seçimlerinde en iyi parti hangisiyle o kazansın diyorum.’’

Farina, AB-Türkiye ilişkileriyle ilgili soruya verdiği yanıtta ise yalnız Türkiye'nin değil, Avrupa'nın da Türkiye'ye gereksinim duyduğunu belirterek, ARİA olarak üyelik için ellerinden geleni yaptıklarını söylüyor. Peki Farina, Aria'nın Türkiye'de aldığı yoldan memnun mu?

Zira İtalyan Kültür Merkezi'nin konferans salonunda, ayaküstü yapılan küçük bir ankette salondaki 100 kişiden sadece 9-10 kişinin Aria kullandığı ortaya çıkmış. Farina salondaki anketin sonucu ne olursa olsun Aria'nin buradaki performansından memnun olduğunu belirtiyor.

‘‘Şu anda 1 milyon 120 bin abonemiz var. Bu abone sayısına 15 ayda ulaşmayı başardık. Aynı sayıya rakiplerimizden biri 46 ayda, diğeri ise ancak 56 ayda ulaşabildi’’ diyor. ‘‘Üstelik o zamanlarda böylesine bir rekabet ortamı yoktu.’’

REKABET GETİRDİK

Farina, elde ettikleri sesin kalitesini ve bir de rekabeti özellikle vurguluyor. ‘‘Aria Türkiye'de, telekomünikasyon pazarına rekabeti getirdi. Aria'dan önce sadece televizyon reklamları vardı. Oysa biz pazara girdikten sonra hizmetlerden, özel tarifelerden de söz edilir oldu. Aria'nın sayesinde rekabet kızıştı’’ diyor.

Konuşmasını ‘‘küreselleşme’’ çerçevesine oturtan Guiseppe Farina, Aria'yı ‘‘küreselleşmeye’’ iyi bir örnek olarak gösteriyor. ‘‘Çünkü iki ayrı ülkeden iki büyük aile birleşti. Türkiye'de Atatürk geleneği sürdüren Türkiye İş Bankası ile dünyanın en büyük operatörlerinden Telecom İtalia evlenerek Aria'yı oluşturdu’’ diyor. Farina'ya göre, küreselleşme bir anlamda karşılıklı alış veriş. ‘‘Türkiye'den aldığımız kadar veriyoruz da’’ diyor. Neler verdiklerine gelince Farina sayıyor: ‘‘Teknoloji, istihdam’’

Yine ona göre, burada ilk kez kullanılan teknolojinin diğer ülkelere, örneğin Brezilya'ya, Arjantin'e tranferi de ‘‘küreselleşme’’ kapsamına giriyor. Aria'nın, Türkiye'de başlattığı ‘‘mobil bankacılık’’ hizmetinin de buradan İtalya'ya gideceğini öğreniyoruz böylelikle.
Yazının Devamını Oku

Türkiye'den Brezilya'ya bakınca ne görünüyor

1 Kasım 2002
<B>BREZİLYA</B>, 1 Ocak'tan itibaren başkan seçilen İşçi Partili <B>Lula de Silva</B>'nın politikalarına emanet. Lula, Brezilya'yı düzlüğe çıkartmayı başaracak mı?

Temel soru bu.

Financial Times'tan Martin Wolf, örneğin Lula'ya yazdığı açık mektupta ‘‘Başaramazsan eğer, Brezilya ve Latin Amerika'yı karanlık bir 10 yıl daha bekliyor' diye yazmış.

İlginçtir, Wolf mektubunda, Lula'ya ‘‘Cesur ol ve en azından Türkiye'nin yaptığı gibi, faiz dışı fazlanın milli gelire göre oranını yüzde 2,5'tan yüzde 6'ya çıkart’’ demiş.

Türkiye'de Lula'nın politikalarını yakından izleyen bir isim, Bilkent Üniversitesi öğretim görevlisi Profesör Dr. Erinç Yeldan.

Yeldan, Dünya Ekonomik Forumu
'na paralel olarak iki yıldan beri Brezilya'nın Porto Allegre kentinde düzenlenen Dünya Sosyal Forumu'na Türkiye'den katılan nadir isimlerden biri.

Burada bir parantez açıyorum.

Porto Allegre, Brezilya'nın Rio Grande do Sul eyaletinin başkenti.

1999 yılında eyaletin yönetimini devralan Lula'nın İşçi Partisi burada, ‘‘katılımcı bütçe’’ odaklı son derece başarılı bir politika izlemiş.

Profesör Yeldan'a, Lula'nın bu eyaletteki başarısını soruyorum önce.

‘‘Lula, yerel yönetimde hedeflerini pratiğe geçirmeyi başarmış, halktan yana politikalar ortaya koymuş. Katılımcı bütçe meselesi örneğin, yerel temsilcilere bütçe dağılımında söz hakkı tanıyor. Eğitim, enerji dağılımı, ulaşım gibi kamusal alanlarda insanlar söz sahibi olmuşlar.’’

Yeldan
'ın sözünü ettiği ‘‘katılımcı bütçe’’ Avrupalıların da öylesine ilgisini çekiyor ki, geçenlerde bıçaklanan Paris Belediye Başkanı Bertrand Delanoe ‘‘mahalle danışmanları’’ projesi için bundan esinleniyor.

Yeldan'ın anlattıklarına dönersek, Rio Grande do Sul modeli kapsamında, planlı şehirciliğin, çevreye uyumlu sanayinin geliştiğini söylüyor.

Ayrıca Lula, yine bu eyalette, topraksız köylü hareketlerini de arkasına almayı başarmış.

Şimdi başarıya ulaşmış yerel bir model tüm ülkeye tatbik edilebilir mi?

Profesör Yeldan ‘‘Neden olmasın, bu imkansız değil’’ diyor.

Paranın nereye harcanacağıyla ilgili önceliklerin belirlenmesinde, ülkedeki tüm mesleki kuruluşların, sendikaların, diğer STK'ların devreye girmeleri elbet kolay bir iş değil.

Peki sosyal adaleti savunan Lula, bir noktada IMF ile sürtüşmeyecek mi?

Yeldan'a göre, Lula, ister istemez bazı IMF koşullarını gözden geçirecek.

Financial Times'tan Wolf'un da değindiği, faiz dışı fazlanın milli gelire göre oranını yüzde 2,5'tan artırmaya çalışacak.

Yeldan ‘‘Lula adaletli bir kalkınma için bunu yapmak zorunda. Gecekondu kesimlerine hizmet götürmek için başka kaynaklar bulacak çünkü dış borçları ödemeyi taahhüt etti’’ diyor.

Brezilya'da yoksuluk sınırının altında yaşayanlar 54 milyon.

Lula, ya başaracak, ya başaracak.

Dış yatırımcılarda AKP tedirginliği yok

BOTAN Berker, uzun yıllar Merkez Bankası'nın Londra'daki şubesinde görevliydi.

Şimdi Ankara'da, Fitch Rating Türkiye Genel Müdürü.

Dış piyasaların nabzını tutuyor, dış yatırımcıları yakından izliyor.

Geçenlerde sohbet ederken, dış piyasalarda AKP kaygısı olup olmadığını soruyorum.

Botan Berker'e göre, dış piyasalar son derece rahat. Lehman Brothers'in geçen hafta yayınlanan raporu da zaten bunun kanıtı.

‘‘Dış piyasalar rahat çünkü Türkiye'de iktidara kim gelirse gelsin hareket alanının çok dar olduğunu biliyor. Halen izlenen mali politikaların dışına çıkmak güç, alternatif fazla değil aynen Brezilya örneğindeki gibi’’ diyor.

Ancak hükümetin kurulmamasının piyasayı dalgalandıracağını söylüyor.

Peki AKP'nin ezici bir çoğunlukla gelip, reformları ters yüz etmesi ihtimali olabilir mi?

‘‘Faizler, borsa o kadar sert tepki gösterir ki anında geri adım atmak zorunda kalabilir.’’

Berker
'in anlattığına göre, AKP'nin dış piyasaları rahatlatma yönünde izlediği yöntem bayağı başarılı olmuş.

Meselá, Fitch Rating'in ekonomi politikalarıyla ilgili kaygıları olduğunu öğrenince AKP'nin üst düzey yetkilileri şirketin kapısını çalmış.

Hangi konularda tereddüt varsa aydınlatmaya çalışmışlar.

Aynı yöntem dış yatırımcılarla izlenmiş.

Kimin tereddüdü varsa, derhal onunla temas kurulmuş, bilgiler aktarılmış, kafalardaki soru işaretleri bertaraf edilmeye çalışılmış.

Botan Berker ‘‘Ekonomi politikalarıyla ilgili bilinmezleri ortadan kaldırmaya çalıştılar. Bu yabancılar açısından pozitif bir gelişme olarak algılandı. Müşterilerimizden, yabancı yatırımcılardan aldığımız bilgilere göre AKP bu konuda başarılı olmuş’’ diyor.
Yazının Devamını Oku