Gila Benmayor

Fazıl'dan yudum yudum müzik

22 Aralık 2002
Gaziantep Üniversitesi'nin AKM salonundayız. Doğuş Otomotiv'in sponsorluğunda, Anadolu yollarına düşen Fazıl Say sahnede.

500 kişilik salon, üniversiteli, liseli gençlerle tıka basa dolu.

Üstelik yer bulamayanlar sahnenin bir köşesinde yere çökmüş.

Mavi balıkçı kazaklı ve blucinli Fazıl Say önce çalıyor ardından öğrencilerin sorularını yanıtlıyor.

Yudum yudum veriyor müziğini...

Aklımda kaldığı kadarıyla Mozart, Claude Debussy, Gershwin, Aşık Veysel'den parçalar seçiyor.

Kimi zaman aynı parçanın değişik versiyonlarını çalıyor.

Mozart'ın Türk Marşı, anneannemin Nişantaşı'ndaki evinde, neşelendiği ya da hüzünlendiğinde çöktüğü şamdanlı piyanosundan dinlediğim Türk Marşı’ndan ne farklı.

Fazıl Say çalmaya başlamadan káh besteciyle ilgili bilgi veriyor, káh eserle.

Mozart'ın eserlerinde daima bir öykü anlattığını, Gershwin'in neşeli müziğinin ardında esasında hüzün olduğunu izah ediyor.

Dinleyicilerini hiç sıkmadan, fazla didaktik olmadan.

Fazıl Say'ın dört yaşında ilk müzik öğretmeni Mithat Fenmen.

Birkaç yıl küçük öğrencisine hiç nota öğretmemiş.

Doğaçlamaya alıştırmış. ‘‘Bugün sokakta ne duydun, dikkatini ne çekti piyanoda anlat.’’

Fazıl Say
Gaziantep Üniversitesi AKM salonunda bu yöntemi de kullanıyor.

Salondaki öğrencilere ‘‘siz bir tema verin, ne olursa olsun ben çalayım’’ diyor.

İstenilen ilk tema korku...

İyice kulak veriyorum.

Fazıl Say'
ın piyanosundan çıkan ilk sesler cılız mı cılız, giderek yoğunlaşıyor. Zirvede yürek atışı gibi

Kuvayi Milliye, Osmanlı, ölümsüzlük...

Doğaçlamalar peşpeşe geliyor.

Aşk'ı çalarken, gözümün önüne gelen nedense bir balkondan aşağıya dökülen binlerce beyaz çiçek.

Diğer bir tema ‘‘Fazıl Say'ın hayata bakışı.’’

Bu notalardan beynime yansıyan ise ne biliyor musunuz?

İçinde çok kırılgan bir şeyin olduğu zırhlı bir tank...

Fazıl Say, bir tarafıyla gerçek bir idealist.

Klasik müziğin Türkiye'nin her tarafında dinlenmesini sevilmesini istiyor. Bunun için neler yapılabileceğini sorguluyor..

Anadolu yollarındaki turnesinin meyvelerini vereceğine inanıyor.

‘‘Mutlaka tutacak’’ diyor.

Müziğini, haziran ayındaki İstanbul Müzik Festivali'nde Gaziosmanpaşa, Avcılar, Ümraniye ve Polonezköy gecekondu mahallelerine götürmeyi tasarlıyor.

Biletler bir ya da iki milyona satılacak.

Yeter ki oralarda oturanlar da klasik müzikle tanışsın.

20. yüzyılın en büyük sanat tarihçilerinden ve eleştirmenlerinden Herbert Read'in şöyle bir tespiti var: ‘‘Sanatçı topluma dayanır, tonunu, hızını, şiddetini üyesi bulunduğu toplumdan alır.’’

Fazıl Say'ın beslendiği toplumun bazı eksiklerini görmesi, bunları eleştirmesi geçenlerde nasıl bir gürültü kopardı gördük.

Oysa haklıydı.

Neden müzikte kaliteyi yüksetmeyelim?

Fazıl Say, yurtdışında sanırım 10 kadar ödül almış.

Türkiye'de ilk ödülünü, geçenlerde Gaziantep yolculuğuna çıkmadan aldığını öğrenmiş.

‘‘Nazım’’ çalışmasıyla Sanat Kurumu'nun Özel Jüri Ödülü’nü.

‘‘Türkiye'deki ilk ödülüm’’ diyor.

Belli ki hafif buruk.

Yazık ki, Gaziantep konseri sonrası gencecik, heyecanlı konservatuvar öğrencilerinin ‘‘Fazıl Say bir deha. Türk halk ezgilerinden yola çıkarak, evrenseli yakalayıp Mozart'ı da geçer’’ dediklerini duymadı.
Yazının Devamını Oku

‘Türkiye Yollarındaki Virtüöz’ Gaziantep'teydi

20 Aralık 2002
<B>DOĞUŞ</B> Grubu'nun<B> </B>distribütörlüğünü yaptığı Volkswagen'in ünlü piyanist <B>Fazıl Say </B>ile birlikte gerçekleştirdiği projeden mutlaka haberdarsınız.<br> ‘‘Türkiye Yollarında Bir Virtüöz’’ projesi, Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde Fazıl Say ile müzikseverleri buluşturuyor.

İlk durak 11 Ekim günü Samsun, ikincisi ise 31 Ekim Edirne olmuş.

Benim de katıldığım üçüncü durak Gaziantep'ti.

Fazıl Say'ı çıktığı bu müzik yolculuğunda Gaziantep'in apayrı bir yeri var.

Neden mi?

Gaziantep, tüm krizlere rağmen ekonomisi canlı bir şehir...

Üretimden yıllık cirosu 700 milyon dolar civarında.

Tüm anlamıyla bir KOBİ cenneti ve Anadolu kaplanlarının başını çekiyor. Hatırı sayılır miktarda zengini olduğunu herkes söylüyor.

Bu ekononimik canlılığa, bu zenginliğe ve tarihi değerlerine inat, kültürel yaşamı renksiz mi renksiz.

Gaziantep'in bir devlet tiyatrosu yok, bir devlet opera ve balesi yok.

İki yıl önce devlet tiyatrosu kurulması için karar alınmış ama bugüne kadar bir arpa boyu yol alınmamış.

Hatta yeni çıkan ‘‘Gaziantep Life’’ Dergisi karıştırırken gözüme çarptı; AKP milletvekili, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, şehrin bu eksiklerini gidermeye çalışacağına ilişkin söz vermiş.

Belediye Başkanı Celal Doğan'a bakarsanız ancak Kültür Bakanlığı ‘‘yeşil ışık’’ yaktığı takdirde bazı şeyleri değiştirmek mümkün. Her neyse, kültür yaşamı neredeyse sıfır olan bir şehirde Fazıl Say, gibi müthiş bir yeteneğin nasıl karşılandığını tahmin edebilirsiniz.

Gaziantep Üniversitesi'nin 500 kişilik salonunda sabah ve akşam iki kez konser veren Fazıl Say'ın nasıl bir elektrik yaydığı, müzikseverleriyle nasıl bir diyalog kurduğu ise pazara başka bir yazı konusu.

Celal Doğan: Otomotiv sanayiine bedava arsa

GAZİANTEP'in 14 yıllık Belediye Başkanı Celal Doğan iki gün boyunca bizi hiç yalnız bırakmadı.

Ne var ki grubun iki ünlü erkeği Fazıl Say ve Hıncal Uluç ile daha fazla ilgilendiğinden, merak ettiklerimi ancak ofisinde randevu alıp sorabildim.

Doğan'a göre, Gaziantep ekonomisi krizin etkilerinden sıyrılmak üzere.

‘‘Tekstil, gıda sektörü, kimya sanayi yeni yatırımlara başladı’’ diyor. 4. sanayi bölgesinin hazırlıklarına başlanmış, halen arazinin istimlak işlemleri devam ediyor. Celal Doğan, Gaziantep ekonomisine yeni bir soluk için iki önemli projeden sözediyor. Bir tanesi özel üniversite açılması, diğeri otomotiv sanayinin şehre çekilmesi.

Gaziantep'e gelecek olan otomotivcilere 500 bin metrekare bedava arsa vermeyi taahhüt ediyor Celal Doğan.

‘‘Otomotiv sanayiinin buraya gelmesi önemli, zira insan kaynağı konusunda iyiyiz, ikincisi Ortaoğu ile bağlantımız var. Burada üretilecek otomobil direkt Suriye, Irak'a ihraç edilebilir.’’

Güzel de, Irak Savaşı'nın eli kulağında...

Bir önceki savaşın şehre maliyeti ağır olmuş.

Doğan'a göre, Körfez Savaşı'nın Gaziantep'te yolaçtığı kayıp 20 ila 25 milyar dolar.

Şimdi yeni bir savaş Gaziantep'e önemli bir darbe olacak. Durum Amerikan Elçisi Pearson'a aktarılmış.

Aktarılmış ama herhalde Wasington ile yapılan tazminat pazarlıklarında ‘‘Gaziantep'in de zararı karşılanacak’’ diye bir madde yok.

Neticede, şehrin ekonomisi iki yıllık krizden sonra tam toparlandığı sırada bir kez daha sarsılacak.

‘‘Savaş gelir, geçer biz yine Irak'a talibiz’’ diyor Doğan.

Gaziantepliler özellikle, Suriye ile ticari ilişkilere önem veriyor.

Halep'te kurdukları iki tekstil fabrikası var.

Zira koşullar daha müsait.

Elektriğin kilovatı 2 sent, ayrıca sanayiciler vergiden 7 yıl muaf.

Celal Doğan'a bakarsanız 10 yıl sonra Suriyelilerin ekonomide bizi geçmeleri işten bile değil.

Hafız Esat'ın ölümünden sonra Şam'da pek fazla bir şeyin değişmediğini iddia edenlere duyurulur.

Zeugma'nın patent hakkını Konukoğlu almış

GAZİANTEP'e uğrayıp, müzedeki müthiş Zeugma mozaiklerine, o güzelim çingeneye bakmamak olmaz.

Elbet uğradık Gaziantep Müzesi'ne.

Müzenin berbat durumu ve Zeugma kazılarının geleceği başka bir yazıya.

Şimdi Gaziantep'te Zeugma ile ilgili duyduğum ilginç bir şeye değinmek istiyorum.

Meğer Zeugma adının patenti alınmış.

Öyle isteyen, istediği şeye Zeugma adını takamıyor, yani marka olarak kullanamıyor.

Mesela, yeni otellerine Zeugma adını takmak isteyenler bu isim hakkını ancak 50 bin dolar karşılığında alabileceklerini öğrenince vazgeçmişler.

Otelin adı Zeugma yerine Ravenda olmuş.

Zeugma'nın isim hakkını alan ise Sanko'nun sahibi Abdülkadir Konukoğlu.

Konukoğlu'nun gıda, tekstil, turizmle uğraşan şirketleri Türk Patent Enstitüsü’ne başvurup isim hakkını almışlar. Ancak Gaziantep'te bazı çevreler de bir kültür mirasının patentinin verilemeyeceğini iddia edip, mahkemeye itiraza hazırlanıyormuş. Zeugma'ya patent verilmesi doğrusu bende yadırgadım.

Düşünsenize, etrafta binlerce Efes adı var.

Zeugma gibi, Efes de tarihi miras.

Patent uzmanlarına sorduğumda, Zeugma'ya patent verilemeyeceği ortaya çıktı. Zira, Türkiye'nin de imzaladı, sinai hakların korunmasıyla ilgili uluslararası Paris Sözleşmesi'nin 6. maddesinde tarihi değerlerin marka olarak tescil edilemeyeceği yer alıyormuş.

Bizdeki kanun hükmündeki kararnamenin 7. maddesi de aynı şeyi söylüyor.

Bırakın, Zeugma'yı dileyen kullansın.
Yazının Devamını Oku

Kopenhag bitti, Türkiye tartışması bitmedi

17 Aralık 2002
<B>KOPENHAG</B> Zirvesi de geldi, geçti. Avrupa Komisyonu iki yıl zarfında yapacaklarımızı belirlemiş.

Liste uzun mu uzun.

Eksik reformlardan tutun, uygulamadaki yetersizliklere kadar yapılması gerekenler bir bir sayılmış.

Biz ev ödevlerimize neresinden başlayacağımızı hesaplarken, Avrupa'da hálá‘‘Türkiye'li mi, Türkiye'siz mi’’ tartışmaları devam ediyor.

Le Monde Gazetesi hafta sonu sayısında ‘‘Özel Türkiye’’ dosyası hazırlamış.

Dosyanın adı ‘‘Komşumuz Türkiye’’.

Arka fonda Galata Kulesi'nin olduğu resimde eşine sarılmış ‘‘türbanlı’’ bir kadın.

Zaten yazılardan bir tanesi de ‘‘Türbanın dayanılmaz dönüşü’’ başlığını taşıyor.

3 Kasım seçimlerini AKP'nin kazanmış olması elbette ki bu tartışmaları alevlendirmiş.

Bir diğer yazı başlığı ‘‘Laiklikte eriyebilen bir İslam.’’

L'Express
Dergisi’nin de konusu Türkiye.

Üyeliğe karşı çıkan Alman iktisatçı Hugo Dicke'ye göre, AB Türkiye'nin üyeliğinden hiçbir ekonomik çıkar sağlamayacak.

‘‘Türkiye'nin üyeliği AB'ye özellikle Almanya'ya çok pahalıya patlar’’ diyor. Zira bildiğiniz gibi AB bütçesinin yüzde 25'i Almanya tarafından karşılanıyor.

Derginin baş yazısını yazan Claude Allegre ise esasında Türkiye'nin üyeliğine karşı.

‘‘Bir Avrupa kültürü var ama bir Avrupa-Türk kültürü yok. Ben bir Fransız olarak Shakespeare, Cervantes, Goethe, Mozart, Sibelius, Verdi, Copernic'i tanıyorum ama Türk uygarlığını temsil eden kimseyi tanımıyorum. Cehaletten olabilir ama bu aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'nin değişik bir kültür alanına ait olduğunu da kanıtlanıyor.’’

Claude Allegre
, ‘‘Nasıl bir Avrupa’’ sorusuna, yani Türkiye'li mi, yoksa Türkiye'siz mi sorusuna, Avrupalı vatandaşların bir referandum ile cevap vermelerini öneriyor.

Üyelik işimiz referanduma kaldıysa yandık gibime geliyor.

Bu yüzden TÜSİAD'ın, AB kamuoyunun Türkiye hakkında doğru bilgilendirilmesi için ‘‘bir tanıtım politikası’’ oluşturulması önerisi son derece önemli.

Acemi milletvekili anılarını neden yazdı


ESKİ ANAP İstanbul milletvekili Emre Kocaoğlu, ‘‘Ankara'nın Halleri- Acemi Bir Milletvekilinin Anıları’’ diye 300 sayfalık bir kitap yazmış.

Kitap ANAP'ın 11 Ocak’ta yapılacak kongresinden sonra piyasaya çıkacak.

İki yıl önce bir Almanya gezisi sırasında tanıdığım Emre Kocaoğlu'na ‘‘neden bir kitap yazma ihtiyacı’’ diye sordum.

İşte Kocaoğlu'nun cevabı: ‘‘Ankara umutsuz vaka. Oraya gidince ne kadar kirlenmiş olduğunu gördüm. Türkiye'nin gerçeklerinden kopuk yaşıyor. Atatürk'ün başkenti değil orası. Atatürk yaşasaydı eğer orayı yıkar, patates tarlası yapardı.’’

Peki eski milletvekili kitabında bir çözüm getirmiş mi?

‘‘Devletçi ekonomiden vazgeçip piyasa ekonomisine dönmemizi öneriyorum. Zira Ankara'nın bir elinde ekonomik iktidar, diğer elinde siyasi iktidar var.. Siyasi iktidar, ekonomik iktidarı korumak için sopa gibi kullanılıyor.’’

Esas yaraya da parmak basıyor Emre Kocaoğlu: ‘‘Ankara Hazine'den geçinenlerin cenneti.’’

Başbakan Abdullah Gül de özel kaleminde 80 kişinin çalışmasına şaşırmamış mıydı?
Yazının Devamını Oku

Gizemli Ignatius'un hayali 2004'e kaldı

15 Aralık 2002
18'nci yüzyılda İsveç elçiliği’nde tercüman olan Ignatius Mouradgea d'Ohsson devrim yılında yani 1789'da Paris'te Osmanlı İmparatorluğu'nun toplumsal tarihini anlatan ‘‘Osmanlı İmparatorluğu'nun Genel Görünümü’’ adlı kitabını yayınlamış. Amacı Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı'ya açılmasını sağlamak, Avrupa'nın Doğu hakkındaki önyargılarını azaltmak. Tünel'deki İsveç Sarayı'na karanlık bir bahçeden geçilerek giriliyor.

Pencerelere dizi, dizi konan mumlar saraya esrarengiz bir hava vermiş.

Üstelik elimdeki davetiye tam bir muamma:

‘‘İmparatorluğun Meşalesi, XVIII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nun Genel Görünümü ve İgnatius Mouradgea d'Ohsson kitabının tanıtımı nedeniyle verilen resepsiyona katılımınızı rica ederiz.’’

İgnatius Mouradgea d'Ohsson kim?

Hem İsveçlilerle, hem Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkisi ne?

Bu gibi sorular kafamı kurcalarken kendimi sarayın görkemli salonlarınının birinde müthiş bir kitabı karıştırırken buluyorum.

Kitabın sayfalarından ve İsveç'in eski İstanbul Başkonsolosu Sture Theolin'in konuşmasından İgnatius'un gizemli kişiliği şekilleniyor; gölgesi İsveç Sarayı'nın loş salonlarına düşüyor.

XVIII. yüzyılda yaşamış olan İgnatius Mouradgea'yı bir anlamda gün ışığına çıkartan eski başkonsolos Sture Theolin.

İsveç Sarayı'nın tarihini araştırırken adına sıkça rastlayınca bazı araştırmacılarla temasa geçiyor.

İgnatius Mouradgea d'Ohsson'un sadece bir tercüman değil, aynı zamanda diplomat, yazar, toplum reformcusu olduğunu keşfediyor.

2001 yılında temas kurduğu araştırmacıları İstanbul'a çağırıp, Mouradgea semineri düzenliyor ve nihayet yukarıda adı geçen kitap ortaya çıkıyor.

Kitapta Sture Theolin'in makalesinin yanısıra, sanat tarihçisi Profesör Günsel Renda, Amerikalı tarihçi Carter Vaughn Findley, Osmanlı uzmanı Philip Mansel'in makaleleri var.

İşte gizemli İgnatius Mouradgea d'Ohsson'un hikayesi.

1740 yılında, Fransız bir anneyle ve İsveç Konsolosluğu'nda tercüman olarak çalışan Ermeni asıllı Ohannes Mouradgea'nın oğlu olarak İstanbul'da dünyaya gelmiş.

Babasının yolundan giderek tercüman olarak 1760'lardan itibaren İstanbul'daki İsveç elçiliğinde çalışmaya başlamış.

Mouradgea, aslında tercüman ama İslam ve Osmanlı kültür ve tarihine ilgisi dikkat çekici.

Carter Vaughin Findley'e göre, ‘‘Hem Fransız Aydınlanması'nın, hem de Osmanlı imparatorluk sentezinin kozmopolit kültürlerinde yabancılık hissetmiyordu.’’

Fransız-Ermeni asıllı bu Osmanlı vatandaşına 1780'lerde İsveç Kralı III Gustaf tarafından Baron d'Ohsson unvanı verilmiş.

Sonra onu garip bir şekilde, 1784-1791 yılları arasında Fransa'da buluyoruz.

Fransız Devrimi'ne bizzat tanık oluyor.

Devrim yılı yani 1789'da Paris'te Osmanlı İmparatorluğu'nun toplumsal tarihini en iyi tanımlayan eser olan ‘‘Osmanlı İmparatorluğu'nun Genel Görünümü’’ kitabını yayınlıyor.

Kitap I. Abdülhamid ile III Selim için çalışan en iyi ressamların yardımlarıyla resimlenmiş.

Fransız sanatçıların gravürleriyle bezenmiş. Yani benzersiz bir eser.

Peki kendisini ‘‘Osmanlı İmparatorluğu'nun Meşalesi’’ olarak gören d'Ohsson'un bu kitapla amacı neydi?

‘‘Osmanlı İmparatorluğu'nun Batı'ya açılmasını sağlamak, Avrupa'nın Doğu hakkındaki önyargılarını azaltmak.’’

Bir anlamda Avrupa ile yakınlaşmak.

Evet, İgnatius Mouradgea d'Ohsson bunu istiyordu.

İki yüzyıllık hayal 2004'e kaldı.

Ara Güler'e Legion d'Honneur


Rivayetlerin aksine fotoğrafçı Ara Güler ‘‘huysuz’’ değildi.

Fransa'nın Ankara elçisi Bernard Garcia, yakasına Legion d'Honneur ödülünü takarken pek uysaldı.

Madalyasıyla fotoğrafı çekilirken ise pek çekingen:

‘‘Şimdiye kadar hep ben başkasının resmini çektim, şimdi benimkisi çekiliyor. Nasıl poz vermem gerektiğini doğrusu bilemiyorum.’’

Huysuz diye adı çıkmış ama bana kalırsa Ara Güler'in kendine has lafları daha fazla akılda kalacak şeyler.

Mesela bir röportajında AB'yı soran bir gazeteciye bakın ne demiş: ‘‘Şimdi AB filan daha yumuşak bir sömürü arıyorlar, nanay. Kim bilir onun altında ne dümen vardır. Biz zaten AB'ye girdiğimizde AB bitmiş olacak anladın mı? Biz başka bir birlik kursak onlar bize girse fena mı olur?’’
Yazının Devamını Oku

Fransız’a Beko televizyonu Alman'a Bahar Korçan giysisi

13 Aralık 2002
<B>İSTANBUL </B>Sanayi Odası'nın 50. kuruluş yıldönümü ile modacı <B>Bahar Korçan</B>'ın meslekte 10. yılı aynı tarihe rastladı. Önceki gün Sanayi Kongresi'nin ‘‘Sürdürülebilir Uluslararası Rekabet Gücü için Türk Sanayi Stratejisi’’ panelinden çıkıp Bahar Korçan'ın Maslak Venue'deki 10. yıl defilesine yetiştik.

Sanayi ve moda. Birbirlerine ne kadar uzak görünseler de esasında birbirlerine yakın, belki de kimi zaman birbirini tamamlayan iki sözcük. Bugün nerede olduğumuzu anlamak istiyorsanız, İSO'nun 50. yılında çıkardığı ‘‘Türk Sanayii’’ kitabına bir göz atın, ardından Bahar Korçan'ın kreasyonlarını izleyin. İşte kitaptan bir alıntı: ‘‘2002’de Avrupa'ya satılan 33 milyon televizyonun 8.5 milyonu Türkiye'de üretildi.’’

Bunlar da kongrenin konuşmacılarından Profesör Dani Rodrik'in söyledikleri: ‘‘Türk sanayiinde üretim, katma değer, istihdam ve ihracat Türkiye'nin son 25 yıl yaşadığı olağanüstü makro ekonomik istikrarsızlığa rağmen arttı. Bu bir nevi mucize addedilmelidir.’’

Yine Rodrik'e göre, Türkiye'nin en iyi firmaları ABD'nin ve Avrupa'nın üst düzey firmalarıyla teknoloji seviyesi ve verimlilik alanlarında rekabet edebilecek durumda.

Bugün dünyanın 134 ülkesine sanayi ürünleri ihraç ediyoruz.

Türk sanayinin zaafları yok mu?

Elbet var.

İSO'nun iki günlük kongresinde, çeşitli ağızlardan bunlar da dile getirildi.

Modern ve geleneksel sanayi arasındaki uçurum, haksız rekabet, kalite gibi. Ancak gelin bugün bardağın dolu kısmını görelim.

İSO Başkanı Tanıl Küçük'ün dediği gibi, ‘‘Türkiye'ye en köklü sanayi odasının geçmişi sadece 50 yıl olan bir ülke olarak baktığımızda başardıklarımızın anlamı ve değeri daha iyi anlaşılacaktır.’’

Peki Bahar Korçan modada 10. yılına nasıl girdi?

‘‘Bahar Korçan’’ imzalı giysileri halen Japonya, ABD ve Almanya'da satılıyor.

ABD'de 90, Almanya'da 17, Japonya'da 4 butikte ‘‘Made in İstanbul’’ damgasını taşıyan giysilerini bulmak mümkün. ‘‘Made in Turkey’’ değil ‘‘Made in İstanbul.’’

‘‘Çünkü’’
diyor Bahar Korçan ‘‘Ben bu şehirden besleniyorum. Şu şehrin giysilerim gibi dünyada bir marka olmasını istiyorum.’’

Bahar Korçan
'ın şirketi KOBİ'leşmiş ve önümüzdeki yıl İngiltere ve Kanada pazarlarına girmeye hazırlanıyor.

Paris'teki evlerde yayınlar Beko marka televizyonla izleniyor. Berlin'de Bahar Korçan - Made in Turkey giysisiyle partiye gidiliyor.

Hálá Türkiye'siz bir Avrupa mı diyorsunuz?

Gerçekten Avrupa'yı istiyor musunuz


AVRUPA yazılı, sözlü basını haftalardan beri Türkiye'ye kilitlendi biliyorsunuz.

Dün Kopenhag ile ilgili son haberleri yakalamak için uğraşırken Fransız televizyonunda yine bir Türkiye tartışması. Ekranda iki kişi.

Biri, iki hafta önce Le Monde Gazetesi'nde ‘‘Avrupa Türkiye'yi arasına almalıdır’’ diye bir yazı yazan eski başbakan Michel Rocard.

Diğeri geçenlerde ‘‘İstanbul’’ adlı kitabı piyasaya çıkan gazeteci Daniel Rondeau.

Daniel Rondeau
, kitabını yazmak için şehri karış karış gezmiş.

Sunucu, ‘‘Bu adam İstanbul'u bu kadar iyi biliyorsa, Türkleri de çok iyi tanır’’ diye düşünmüş olacak ki Rondeau'ya soruyor:

‘‘Peki Türkler gerçekten Avrupalı olmak istiyor mu?’’

Rondeau,
belki Türklerin yüzde 80'ninin AB yanlısı olduklarından habersiz, biraz bocalıyor.

‘‘Vallahi onların avukatlığını yapamam ama gördüğüm kadarıyla Türk halkında tüketim, demokrasi gibi özlemler var.’’

Bilmem... Avrupalı olmak sadece tüketim ve demokrasi mi?

Bakan Ali Coşkun’a eğitim sorusu


SANAYİ Kongresi'nin hem açılışında, hem kapanışında hazır bulunan Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun'a, kongredeki tek hükümet temsilcisi olarak sayısız soru soruldu.

Bakan kimine cevap verdi, kimini geçiştirdi. Soruların çoğu da Bülent Eczacıbaşı'nın çok güzel konuşmasında dile getirdiği eğitim sorunuyla ilgiliydi.

Özellikle de küçük çocukların, sanayinin gelişimi için şart olan AR-GE'ye yani araştırma geliştirmeye nasıl yönlendirilecekleri merak edildi. Ali Coşkun'un verdiği cevaplardan biri doğrusu benim aklıma takıldı. ‘‘Çocuklar dördüncü sınıftan sonra mesleki okullara yönelebilecekler.’’

Peki sekiz yıllık zorunlu eğitim ne olacak o zaman?
Yazının Devamını Oku

Kopenhag, Türkiye Zirvesi'ne dönüşecek

10 Aralık 2002
<B>ÖNÜMÜZDEKİ </B>perşembe ve cuma günleri Kopenhag'daki AB Zirvesi merakla bekleyen sadece biz değiliz. Kuşkunuz olmasın ki, tüm dünya basını, Kıbrıs ve Türkiye'nin ele alınacağı zirveyi merakla bekliyor.

Nouvel Observateur'un genel yayın müdürü Jean Daniel son yazısında, Avrupa'nın Kopenhag Zirvesi'nde Türkiye ile birlikte kendi kimliğini de tartışacağını söylüyor.

Daniel, ‘‘Avrupa Kopenhag'da ne olmaya karar verdiğini gösterecek’’ diyor.

Tarih meselesi bir yana, Kopenhag, Türkiye'nin ve İslam'ın merkezde olduğu ciddi tartışmalara sahne olacak.

Peki, Kopenhag'da adaylıkları resmen açıklanacak olan 10 ülke Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Litvanya, Letonya, Estonya, Malta ve Kıbrıs, Avrupa Birliği'nin tüm standartlarını yakaladılar mı?

Bu ülkeler son anına kadar eksikliklerini tamamlama çabasındalar.

Mesela Çek Cumhuriyeti'ndeki bir olay Avrupa Birliği yetkililerini ‘‘fazla mı acele ediyoruz’’ diye müthiş kaygılandırmış.

Olay şu: Geçtiğimiz aylarda, dışişleri bakanlığının üst düzey bürokratlarından Karel Srba'nın bakanlıktaki yolsuzlukları araştıran genç bir gazeteciyi öldürtmek istediği ortaya çıkıyor.

Sabina Slonkova adındaki gazeteci ölümden kıl payı dönüyor.

Olaydan dehşete kapılan Cumhurbaşkanı Vaclav Havel'ın bastırmasıyla ve Kopenhag korkusuyla Çek adaleti ilk kez elini çabuk tutuyor.

Hesaplarında 1 milyon Euro bulunan Karel Srba, ve üç kişi daha geçtiğimiz ay tutuklanıyor.

Bu Çek Cumhuriyeti'nden bir örnek.

Diğer aday ülkelerin kimbilir başka ne eksiklikleri, ne boşlukları, ne tür şeffaflık sorunları var.

Avrupa Birliği'nin önümüzdeki günlerde başı ağrıyacak, hem de nasıl...

‘Boğaziçi Hepimizin’ diyorsanız destek verin

BOĞAZİÇİ Üniversitesi Türkiye'nin en köklü eğitim kuruluşlarından biri.

Robert College ile birlikte 140 yıla ulaşan tarihinde binlerce mezun vermiş.

Mezunlarının çoğu bugün önemli şirketlerde, kilit noktalarda.

Türkiye'nin ilk 500 şirketinin genel müdürleri arasında Boğaziçi Üniversitesi mezunları en yüksek orana sahip.

Ne var ki, devletin sağladığı kaynakla, bırakın Boğaziçi gibi zirvede kalmayı, ayakta kalmak bile mümkün değil.

Biliyorsunuz, bütçede eğitime ayrılan pay halen en düşük seviyesinde. GSMH'nin yüzde 2.2'si oranında.

Afrika ülkelerinin bile gerisinde.

Devletin üniversite ve okullara sağladığı kaynak hek kısıtlı. Boğaziçi Üniversitesi'nin toplam bütçesi 25 milyon dolar tutarında. Bunun yüzde 85'i devletin sağladığı kaynak ve harçlar.

Geriye kalan yüzde 15'lik payı ise üniversite bağışlar dahil başka kaynaklardan sağlıyor.

Meselá kurumsal büyük bağışcılar arasında Garanti Bankası, Vehbi Koç Vakfı, Yapı Kredi Bankası, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nın saymak mümkün. Ne var ki, mevcut bağışlar ve devletin katkısı yeterli değil. Üniversite bugün kaliteli bir eğitim için oldukça zorlanıyor.

İşte bu yüzden bir süre önce ‘‘Boğaziçi Hepimizin’’ sloganı altında bir kaynak geliştirme inisiyatifi başlatmış.

Amaç, sürdürülebilir bir kişisel ve kurumsal bağış tabanı oluşturmak. Yani Boğaziçi Üniversitesi, Amerikan Üniversiteleri arasında hayli yaygın olan bir bağış sistemi oluşturma çabasında. Burada küçük bir parantez açıyorum, ünlü Harvard Üniversitesi'nin 2001 yılında bu sistemle topladığı bağış miktarı tam 683 milyon dolar tutarında.

Rektör Yardımcısı Profesör Doktor Şevket Pamuk, 2003 yılı, haziran ayına kadar 2 bin adet bağışcıya ve 750 milyar liralık bir kaynağa ulaşmayı hedeflediklerini söylüyor.

Peki potensiyel bağışçılar nasıl harekete geçirilecek ? Boğaziçi Üniversitesi'nin yaklaşık 30 bin mezunu var.

Bunların 13 binin kayıtları mevcut.

Şevket Pamuk ‘‘ İnternet, Mezunlar Derneği Dergisi, öğrenciler, veliler aracılığıyla kampanyamızı duyurmaya çalışıyoruz’’ diyor.

‘‘Boğaziçi Hepimizin’’ kapmanyasını merak edenler www.kaynak.boun.edu.tr. adresine başvurabilirler.‘
Yazının Devamını Oku

Türkiye'nin böldüğü Fransızlar

8 Aralık 2002
Avrupa'da bize kılıç çekenlerle savunanların mücadelesi iki hafta sürdü. Kopenhag Zirvesi'ne dört gün kala hala sürüyor. Fransız Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin, Türkiye yanlılarından biri. Ama bir çok aydın onun sesine kulak tıkıyor.

Araya bir Modigliani sergisi girmiş olsa da, iki hafta önce bu sütunda ele aldığım Avrupa'daki Türkiye tartışmalarına devam ediyorum.

Valery Giscard d'Estaing'in ‘‘Türkiye Avrupalı değildir’’ çıkışından sonra Türkiye yanlılarıyla karşıtlarının resmen iki kampa ayrıldıklarını yazmıştım.

Bize kılıç çekenlerle savunanların mücadelesi aralıksız iki hafta boyunca sürdü. Kopenhag Zirvesi’ne dört gün kala hálá sürüyor.

Sevindirici bir haber.

Fransız Dışişleri Bakanı Dominique de Villepin de Türkiye yanlısı yürekli şövalyelerin saflarına katıldı. Çok sevindim zira selefi Hubert Vedrine, görevde olduğu sürece hiç renk vermemesine rağmen bakanlık koltuğunu bırakır bırakmaz ateşli bir Türkiye aleyhtarı kesilmişti.

Aynı zamanda şair olan Dominique de Villepin Fas doğumlu.

‘‘Gözlerimi Üçüncü Dünya'da açtım; bu yüzden daima yoksulların yanında olacağım.’’

Hafta içinde, Türkiye meselesinde kesin tavrını koyuyor: ‘‘Avrupalılar Ankara'ya bir söz verdi ve bundan asla geriye dönüş olamaz. Türkiye'nin yeri Avrupa'dır.’’

Dominique de Villepin'in sesine kulaklarını tıkayanlardan biri L'Express Dergisi'nden Denis Jeamsar, diğeri ise Le Figaro Magazine'den Alain-Gerard Slama.

Denis Jeamsar
, aynen Valery Giscard d'Estaing gibi çoğrafi gerekçelere sığınmış.

‘‘Türkiye'yi Avrupa'ya entegre etmek coğrafi sınırların gerçekliğine meydan okumak ve aynı zamanda kendini tehlikeye atmaktır.’’

‘‘Avrupa'nın sınırlarının Irak ve İran'a dayandığını hayal edebiliyor musunuz?’’ diye soran Jeamsar'a göre, Ankara'ya üyelik yerine ‘‘Ortadoğu'da modernitenin bayraktarlığını yapacak’ bir özel statü verilmeli.

Slama'ya gelince, Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki varlığınının nasıl geçici olduğu, Fernand Braudel'den bir alıntı yaparak anlatıyor: ‘‘Uygarlıklar nehirler gibidir. Kimi zaman taşarlar, kimi zaman yönlerini değiştirirler. Ama daima yataklarına geri dönerler.'

Yani Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'ya doğru ‘‘taşmış’’ olsa da yeri orası değildir.

Slama, Montesquieu ve Rousseau'ya dayanarak, yasaların gelenekleri değiştirmediğini de öne sürüyor. Atatürk'ün izinden gitmek isteyenlere gelenekçilerin direndiğini söylemeye getiriyor.

Avrupalıları da hayal görmekle suçluyor.

İddiasına göre, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliğinin ılımlı İslam ile Batı'yı barıştıracağı teorisi bir hayalden ibaret.

Peki geçen haftaki tartışmalara son noktayı kim koyuyor biliyor musunuz?

Hepimizin yakından tanıdığı Amerikalı diplomat Richard Holbrooke.

Başkan Clinton'ın 1997-1999 yılları arasında Kıbrıs temsilciliğini yapmış olan Holbrooke, Herald Tribune'deki yazısında ‘‘Avrupa'nın ikilemi şu: Hem Türkiye'yi kendinden uzak tutmak istiyor, hem AB kapısında günün birinde radikal İslamcı bir rejim kurulmasından ürküyor. Oysa AB'nin ona kapısını açması Batı ile bütünleşmesini sağlayacak’’ diyor.

Tüm Avrupalı aydınların bu gerçeği görmeleri gerekmez miydi?

Türkiye nostaljisine tutulmuş iki kişi

Fransa'da gençliklerinde tanıdıkları Türkiye'nin özlemiyle yanıp tutuşan iki kişiye rastladım.

Bunlardan biri Fransız Senatosu'nda, Türkiye-Fransa Grubu Başkanı Senatör Michel Pelchat.

1963 yılında tanıdığı Bodrum'u, yediği orfoz balığını, yeryüzündeki cennet Gökova Körfezi'ni anlattı durdu. ‘‘Yollar henüz asfaltlanmamıştı, benzini bidonlarla alıyorduk çünkü benzin istasyonlarında pompa yoktu’’ diye eski anılarını anlatan Pelchat'yı görmek için kuyruğa girermiş Bodrumlular .

‘‘Galiba hayatlarında ilk kez bir Fransız görüyorlardı.’’

Yine o yıllarda Türkiye'yi tanıyan ve özlemini çeken ikinci kişinin adı bende yok. Zira hemen otelin yanıbaşındaki pizzacıda rastladığım yaşlı kadın ‘‘adımın önemi yok’’ dedi.

Üstelemedim.

‘‘No name lady’’, arkadaşımla Türkçe konuştuğumuzu duyunca ‘‘Rüstem Paşa Camisi'ni tanıyor musunuz’’ diye lafa girdi. Sonra Türkiye'de uzun yıllar gazetecilik yaptığını, İnönü ile konuştuğunu, günlerce Anadolu gezilerine çıktığını anlattı.

‘‘Türkiye'yi adım adım gezdim. Yüreğimin bir parçası orada’’ dedi ve ilave etti: ‘‘Avrupa sizi 10 yıl önce üyeliğe almış olsaydı AKP bugün iktidarda olmazdı.’’
Yazının Devamını Oku

I. François'nın Şatosu'nda Türkiye sergisine ne dersiniz

6 Aralık 2002
<B>SENATÖR Michel Pelchat</B>, Fransız Senatosu'nda Türkiye-Fransa Grubu'nun başkanı. Senatonun kafeteryasındaki konuşmamız doğal olarak Türkiye üzerinde yoğunlaşıyor.

Pelchat'nın başkanı olduğu 30 üyeli grup, esas olarak iki ülke arasında sorun çıktığında devreye giriyor ama bir yandan da bir tür lobilicik yapıyor.

Pelchat, ‘‘Avrupalı Türkiye'yi tanımıyor. Osmanlı tarihi ile bugünkü Türkiye'yi birbirine karıştırıyor. Daha iyi tanınması için elimizden geleni yapıyoruz’’ diyor.

Pelchat'dan önce görüştüğümüz, Fransa-Türkiye Dostluk Derneği Başkanı Marc Bernardin de aynı şeyi söylememiş miydi?

Pelchat ısrarlı: ‘‘Tanıtım sadece turistlerle olmaz’’

Oysa onunla görüşmeye giderken Montparnasse Meydanı'ndaki dev panoda, Turizm Bakanlığı'nın o masalsı yeni tanıtım filmini görmüş, ne çok sevinmiştik.

‘‘Fransızlar Türkleri daha çok buradaki göçmenlerden tanıyorlar oysa onlar Türkiye'nin bir bölümünü temsil ediyorlar. Daha çok alış veriş şart. Akademisyenler, öğrenciler, sanatçılar, işçiler gidip gelmeli. Türk yazarların kitapları fransızcaya çevrilmeli’’ diyor Pelchat.

Hoş fikirleri var.

Bursa'da Renault Fabrikası'nda çalışan işçilerin bir aylığına Fransa'ya gönderilebileceğini ya da Türkiye'deki Carrefour'da Fransızların çalıştırılabileceğini söylüyor.

KANUNİ’NİN MÜTTEFİKİ

Senatör Pelchat'nın bir önerisi de, Kanuni Sultan Süleyman'nın müttefiki Fransız Kralı I. François'ya ait bir şatoyla ilgili.

Cotterets adındaki bu şatonun onarımı için müthiş paralar gerekiyormuş.

Pelchat, Türk Hükümeti'nin bu şatonun onarımına katkıda bulunmasını, buna karşılık şatonun bir salonunda sürekli bir Türkiye sergisinin yapılmasını öneriyor.

‘‘Bu suretle şatoyu gezecek olanlar Türkiye hakkında da fikir sahibi olurlar’’

Neden olmasın?

Kültür Bakanlığı'nın bu öneriyi ciddiye almasını dilerdim ama doğrusu pek de umutlu değilim.

Zira daha bir süre önce Paris'te müthiş bir sergi fırsatını kaçırdık.

Geçtiğimiz mart ayıydı sanırım, Paris'te her sergisi müthiş gürültü koparan Moda ve Kostüm Müzesi ‘‘Galliera’’, 2003 yılında ‘‘17.yüzyıldan günümüze Türk kostümleri’’ sergisi için kolları sıvamıştı.

Müze yetkilileri, sergi için İstanbul'a gelmiş, Kültür Bakanlığı'nın önerdiği bazı müzeleri gezmiş ama elleri boş Paris'e dönmüşlerdi.

İstanbul'da aradıkları kostümleri ne hikmetse bulamamışlardı.

2003 yılında Paris'te Türkiye'nin konuşulacağı sergi fırsatı da böylece uçup gitmişti.

Sergiler günümüzde müthiş ses getiren tanıtım araçları oysa.

Oradayken, tüm Paris, Jacqueline Kennedy Onassis'in giysilerinin sergisini konuşuyordu meselá.

Diyeceğim şu; AB turları iyi güzel de Türkiye'nin tanıtımı için yeterli değil. Sadece turizmin yeterli olmayacağı gibi.

Anlayacağınız tanıtım konusunda daha çok işimiz var.

Herkese mutlu bayramlar.

Fransızların gönlünde yatan kişi Kemal Derviş

MİCHEL Pelchat, Ankara'daki yeni mecliste bir Fransa-Türkiye Grubu'nun kurulmasını bekliyor merakla.

Grubun Başkanı olarak görmek istediği bir isim var: Kemal Derviş.

‘‘Derviş başkan olursa mükemmel bir işbirliği gerçekleştirebileceğimize inanıyorum’’ diyor.

Bu arada senatör Pelchat'dan, Kemal Derviş'in önümüzdeki pazartesi günü yani 9 Aralık'ta yanında iki CHP millitvekiliyle birlikte Paris'e geleceğini öğreniyoruz. Ziyaret nedeni, Robert Schumann Vakfı'nın düzenlediği bir toplantıymış.

Jean-Marie Messier'nin kitabında yazmadıkları

FRANSA'da en çok satan kitaplar listesinde ekonomi dünyasının yakından tanıdığı bir isme de rastlamak mümkün: Vivendi Universal'ın eski CEO'su Jean-Marie Messier.

Kitabı ‘‘Gerçek Güncem’’ piyasaya çıkar çıkmaz mercek altına alındı. Önce güç belá görevinden uzaklaştırılan Messier'nin, ‘‘Vivendi bazı kişiler tarafından özellikle yıpratılmak istendi’’ gibi iddiaları basında yer aldı. Ardından iddialarını sorgulayan ve eski CEO'nun neler yazmadığını ele alan yazılar geldi.

Böylelikle, Messier'nin kitabında, internet sektöründe ne gibi gaflar yaptığını hiç yazmadığı ortaya çıktı.

Meğer, Vivendi Universal'in eski CEO'su 2000 ile 2001 yılında internete 2 milyar euroluk bir yatırım yapmış. 2001 yazında, telekomünikasyonun devleri internetten kaçarken Messier inatla direnmiş. Sonuçta ‘‘bebeğim’’ dediği internet operatörü Vizzavi, 300 milyon euro, yani Unuversal stüdyolarının bir yıllık kazancını kaybetmiş.

Bay Messier bunları es geçmiş elbet.
Yazının Devamını Oku