Gila Benmayor

Belçikalılara ’Habudiyar’ı dinletmek

6 Ekim 2006
AB ile üyelik müzakerelerin açılışının 1. yıldönümünde Brüksel, Paris ve Berlin’de "Avrupa’da Türkiye" haftasını başlatan TÜSİAD’ın broşürünün anlamlı bir logosu var. Türk bayrağının ay yıldızı, AB’nin sarı yıldızlarıyla buluşuyor.

Yıldızlar birbirleriyle kaynaşıyor.

Yıldızların kaynaşması daha kaç yılımızı alır bilmem ama şimdilik müziğimizle, sanatımızla bir avuç Avrupalıyla kaynaştık sayılırız.

Bunu neden söylüyorum?

Çünkü TÜSİAD’ın programı çerçevesinde Brüksel’deki Bozar Sarayı’nda Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nın nasıl alkışlandığına tanık oldum.

Müziğin evrensel dili...

Öyle bir dil ki, şef Gürer Aykal yönetimindeki orkestranın çaldığı Türk besteci Ferit Tüzün’ün "Habudiyar"ı sevdiriyor, alkışlatıyor.

Bozar Sarayı’na gelen 1200 Belçikalı’nın "Habudiyar"ı alkışlamaları benim açımdan yine Brüksel’de birkaç saat önce Avrupa Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu üyeleriyle yapılan panelden çok daha önemli.

Yıldızların kaynaşmasından önce halkların kaynaşmaları.

TÜSİAD’ın esas hedeflediği bu.

Türkiye imajını Avrupalı’nın kafasında bir yerlere oturtmak.

İmajın nasıl bulanık olduğunu bizzat Borusan yetkililerinden duyduk.

Konser öncesi Alman ve Avusturyalı gazetecilerin sorularını yanıtlayan Borusan ekibi şöyle bir soruyla karşılaşmış:

"Schubert’i Türkler tanıyor mu?"

Avrupalı’nın kafasındaki önyargıları bertaraf etmek belli ki uzun yıllarımızı alacak.

Bu arada öğrendik ki, Borusan önyargıların kırılması için ciddi bir çalışma içine girmiş.

Borusan, hem kendi orkestrasının tanıtımı, hem de 10 yıllık bir süre için sponsorluğunu üstlendiği İstanbul Müzik Festivali’nin tanıtımı için Viyana’da bir danışmanlık şirketiyle anlaşmış.

İstanbul Müzik Festivali’nin Avrupa’da duyurulması çok önemli.

Belli bir başarı çizgisi tutturmuş olan festivalin değil Avrupa’da, tüm dünyada tanınması gerek.

Borusan bu işe öylesine gönül vermiş ki, Brüksel’deki konser gecesine başta Borusan Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Kocabıyık, Borusan CEO’su Agah Uğur ve Borusan Kültür Sanat Yönetim Kurulu Başkanı Zeynep Hamidi olmak üzere kalabalık bir ekiple katılıyor.

Abdüllatif Şener’in Fransızcası

BRÜKSEL’de "Avrupa Politik Merkezi"nde düzenlenen "Avrupa’nın global mücadelesi ve Türkiye" panelinde söz alan Devlet Bakanı Aldüllatif Şener’in bir sürprizi var.

Konuşmasını Fransızca yapıyor.

Salondaki yabancı katılımcılar şaşırıyor.

Elbet bizler de.

Abdüllatif Şener gerçi elindeki kağıttan okuyor ama teláffuzu son derece düzgün.

Oldukça uzun konuşmasını hiç duraksamadan okuyor.

Lisede Fransızca okumuş, doktora tezini Fransızca vermiş.

Panelden sonra Avrupa Komisyonu’nda, Ara Güler’ın sergisindeyiz.

Şener, Genişlemeden sorumlu Direktör Michael Leigh ile birlikte sergiyi gezecek.

Sabah panelde Abdüllatif Şener’in Fransızcasını duyan Leigh doğal olarak Devlet Bakanı’na Fransızca hitap ediyor.

Şener cevap vermeye zorlanıyor.

Okuması iyi ama konuşma yok.

Bakanımız ne yazık ki, dört dörtlük bir yabancı lisan öğretmekten aciz eğitim sistemimizin kurbanı.

Türkleri neden sevmiyorsunuz?

SÖZ imajımızdan açılmışken TÜSİAD Brüksel temsilci Bahadır Kaleağası’nın anlattığı iki anekdot var.

İbret verici.

Bir, iki hafta önce Fransa İçişleri Bakanı Nicholas Sarkozy, Avrupa Komisyonu’na ziyarete gelmiş.

Kaleağası, Türkiye’nin üyeliğine her fırsatta karşı çıkan Sarkozy’yi "Neden Türkleri sevmiyorsunuz? Türkleri ne kadar tanıyorsunuz" diye sıkıştırmış.

2007 yılı cumhurbaşkanlığı yarışının en güçlü adayı ne cevap vermiş beğenirsiniz?

"Ben Arap Dünyası’nı iyi tanırım."

Kaleağası
"Biz Arapça konuşan bir ülke değiliz" diye cevabı yapıştırmış.

Ardından Sarkozy’yi Türkiye’ye davet etmiş.

İkinci anekdot Fransızların diğer bir cumhurbaşkanı adayı Segolene Royal’ın danışmanıyla ilgili.

Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso ile görüşen Royal’ın danışmanı, Türkiye konusu açıldığında "Türkiye çoğrafi olarak AB’de değil. Türkiye’ye evet dersek Tunus gibi Magrip ülkelerine ne diyeceğiz. Hem Tunus Türkiye’den daha modern" diye buyurmuş.

Hangi birine üzülsek...

Sarkozy’nin cahilliğine mi?

Royal’ın danışmanının cahilliğine mi?

Yoksa Ermenistan’daki oportünist çıkışına rağmen Chirac’ın gideceğine mi?
Yazının Devamını Oku

Otomobil devleri neden yeni evlilikler peşinde

3 Ekim 2006
HAYATININ sadece bir yılı araba kullanmış, kaybolan ehliyetini yenileme zahmetine dahi girmeyen biri olarak yolumun günün birinde Paris Motor Show’a düşeceği asla aklıma gelmezdi. Ama yaşam sürprizlerle dolu.

Paris Motor Show’un dünyanın en önemli otomobil fuarı olduğu daha Paris uçağında ortaya çıkıyor.

Türk otomotivinin ağır toplarıyla aynı uçaktayız.

Toyotasa Genel Müdürü İbrahim Orhon, Doğuş Otomotiv Yönetim Kurulu Başkanı Aclan Acar, Hyundai Assan Yönetim Kurulu Başkanı Ali Kibar, Skoda Türkiye Temsilcisi Yüce Auto’nun Yönetim Kurulu Başkanı Orhan Yüce görebildiğim bazı isimler.

Paris’e inmeden Orhan Yüce yanımda oturan İbrahim Orhon’a yanaşıp "2007 yılında Toyota 1 numara, ben bilirim" diyor.

Orhan Yüce otomotivin duayenlerinden.

Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klauss’un elinden "Çek Devlet Nişanı" almış.

Ancak Toyota’nın 2007 yılında dünyada bir numara olacağı sır değil.

Toyota’nın 2007 yılında General Motors’u geride bırakarak bir numaraya yükseleceği otomobil fuarıyla ilgili tüm yazılıp çizilenlerde var.

Honda ve Nissan’ın Toyota’nın izinden yükselme trendine uyacakları, Hyundai’nin onları izleyeceği otomotivin geleceğine yönelik öngörüler arasında.

Asya’nın otomobil üreticilerinin yıldızları parlarken, Avrupa ve ABD’dekilerin yıldızları sönüyor mü?

Paris’teki fuar otomotiv sanayiinde önemli gelişmelerin yer aldığı günlere rastlıyor.

Dünyanın en renkli sektöründe neler olup bittiğine bir göz atalım:

Kulislerde en fazla konuşulan Renault-Nissan ile General Motors arasındaki "birleşme" görüşmeleri.

Yani Toyota’ya karşı bir ittifak arayışları.

İddialara göre, Renault-Nissan CEO’su Carlos Ghosn, GM’nin büyük hissedarı Kirk Kerkorian’ı ikna etmeyi başarmış.

Ama GM’nin CEO’su Rick Wagoner kararsız.

Bu arada GM ile Ford arasında "evlilik" görüşmelerinin devam ettiği yolunda iddialar da var.

Belli ki, GM eninde sonunda bir Amerikalı ya da bir Avrupalıyla "evlenecek".

2007’nin otomotivde bir dönüşüm yılı olacağının işaretleri sadece bunlar değil.

Japon üreticiler ve Alman Porsche ile BMW grupları dışındaki üreticiler kárlılığı korumak için olağanüstü çabalar içersinde.

Paris fuarının açıldığı gün mesela, Peugeot-Citroen grubunun 10 bin kişiyi işten çıkartma kararına denk geliyor.

Renault’nun Avrupa’da pazar payı bir yıl önce yüzde 9.9 iken bu oran bu yıl yüzde 8.7’ye gerilemiş.

Volkswagen, daha rekabetçi olmak için sendikalarla pazarlık halinde.

GM ile Ford’un sürekli kan kaybettikleri ortada.

Anladığım kadarıyla, bu tabloya ilaveten 2007 yılını etkileyecek başka faktörler de var.

Çin’in otomotive "ısınmaya" başlaması, yakıt fiyatlarının durumu, çevre duyarlılığının ağır basması gibi.

Çin faktörünü Paris’te bizzat gördüm.

"Great Wall", "Roover"i anımsatan "Hoover" markası Avrupalıların ilgisini çekiyordu.

2007 yılında değilse bile daha ilerdeki yıllarda Çin’in Avrupalı, Amerikalı ve diğer Asyalı otomobil üreticilerinin "ensesinde" olacağından kuşku yok.

Başbakanla yolları kesişmeyen CEO

PARİS
otomobil fuarında yaşadığım ilginç bir olayı aktarmak istiyorum.

Fransız Başbakanı Dominique de Villepin’in fuarı gezeceğinin ilan edildiği saatlerde fuar alandaydım,

Gazeteci refleksiyle Dominique de Villepin’in gezeceği 1 numaralı alana yöneldim.

Renault, Citroen, BMW gibi markaların sergilendiği alanda Fransız Başbakanı yerine Renault-Nissan’in CEO’su Carlos Ghosn ile burun buruna geldim.

Ghosn "nasılsa burada beklenen başbakanı mutlaka karşılar" diye peşine takıldım.

Sonuçta ne oldu biliyor musunuz?

Ghosn, oradaki tüm stantları gezdi, Mini Cooper’lere, Mercedes’lere bindi.

Dominique de Villepin’i karşılamak bir yana, başbakanıyla yolları bile kesişmedi.

Dolayısıyla ben onun peşinde gezinirken Villepin’i kaçırmış oldum.

Durum bizim alışkın olduğumuz durumdan hayli farklı gelmedi mi size de?

Toyota Way neyin nesi?

UÇAKTA İbrahim Orhon
’un naklettiği anekdot Toyota’nın Avrupa’daki başarısına bir örnek.

Orhon Roma’daki Toyota bayisinden bir davetiye almış.

Davetiyenin üzerindeki adrese bakınca Roma’daki bayinin bulunduğu caddeye Kiichiro adının verildiği görmüş Orhon.

Kiichiro Toyoda, Sakichi Toyoda’nın 1918 yılında tezgah üretmek üzere kurduğu şirketin 1933 yılında otomobil üretimine de geçmesini sağlayan oğlu.

Roma’daki caddeye "Kiichiro" adını vermek İtalyanların bu markaya duydukları saygının ifadesi değilse ne?

Toyota Avrupalılar nezdinde sadece saygı uyandıran bir şirket değil, model olarak alınan bir şirket.

Fransızların ekonomi gazetelerinden "Les Echos" örneğin "Toyota Way" diye bilinen "Toyota üretim sisteminin" sadece Avrupalı otomobil sektöründe değil tüm sanayi dallarında izlendiğini, model olarak alındığını yazmış.

"Toyota Way" Japon üreticinin verimliliği, kaliteyi arttırmak için kendi fabrikalarında uyguladığı bir yöntem.

1950 ile 1970 yılları arasında fabrikalarını sonunda "müşteri odaklı" dönüştürmeye yönelik bir program uygulayan Toyota sonunda tüketici odaklı olmayı başarmış.

Dağıtım kanallarına da benzer bir yöntem uygulamış.
Yazının Devamını Oku

Kitaplarımı ve bilgimi bıraktım Gül Bahçesi’ne

1 Ekim 2006
İstanbul’un Anadolu yakasında "iç içe" geçmiş evdeki "iç içe" geçmiş hayatlar "usta-çırak" ilişkisinin çok ötesinde. Nurhan Atasoy ve Gül İrepoğlu kitapları paylaşıyor. Birinin oya gibi işlediği bir projeyi diğeri alıyor daha da ileri götürüyor. İstanbul’un Anadolu yakasında bir ev. Evin bir özelliği var çünkü esasında iç içe geçmiş iki evden oluşuyor. Birinin çalışma odası ve kütüphanesinden bir kapıyla diğerinin salonuna geçiliyor.

İç içe geçmiş iki ev, içinde yaşayan, beyinleri ve yürekleri de "iç içe" geçmiş iki kadının, teyze ve yeğenin bir yansıması gibi.

Teyze, sanat profesörü Nurhan Atasoy, yeğen yine sanat profesörü Gül İrepoğlu.

Teyzenin bıraktığı yerden yeğen başlamış diyeceğim ama asla öyle değil.

Çünkü Profesör Nurhan Atasoy 73 yaşına rağmen sanat tarihinin dipsiz kuyusunda yeni bir öğrencinin heyecanıyla geziniyor.

Kafasında bin bir proje geliştiriyor.

5 bini aşkın kitap bulunan kütüphanesini, değerli belge ve dia fotoğraf arşivini ve en önemlisi beynindeki bilgileri, yüreğindeki duyguları en yakınına aktarmaktan ötürü mutlu ve huzurlu.

"Gül benim kızım sayılır" diyor. "13 yaşından itibaren onu katıldığım tüm konferanslara sürükledim. 15 yaşına varmadan Avrupa’daki tüm sarayların, kiliselerin üsluplarını ayırt edecek kadar bilgisi vardı."

Gül İrepoğlu önce İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık okumuş.

Ancak teyzesinin ısrarı üzerine sanat tarihine yönelmiş, doktorasını bu alanda yapmış.

"Teyzem iyi ki ısrar etmiş vaktinde. Şimdi ne yapıyorsam beni çok küçük yaşımdan itibaren sıkı bir eğitime tutmuş olmasından ötürü" diyor.

Ne yapıyor Gül İrepoğlu?

Hangisinden başlamalı?

CARİYENİN MEKTUPLARI

İstanbul Edebiyat Fakültesi
Sanat Tarihi Bölümü’den emekliliğinden sonra üretkenliği teyzesininkiyle yarışır nitelikte.

TRT 2’de her salı saat 20.30’da "Sanat ve Mekan" programı var Gül İrepoğlu’nun. Geçen yıl "Şehir ve Mekan" programının bir devamı niteliğindeki "Sanat ve Mekan"da ressam Feyhaman Duran, İhap Hulusi gibi isimlere yer vermiş.

Feyhaman Duran’ın özel bir yeri var Gül İrepoğlu’nun hayatında. "Doktora tezimi Gaudi üzerine yapacaktım. Ancak teyzem, Feyhaman Duran diye ısrar etti. Çünkü ressamın tüm eserleri İstanbul Üniversitesi’ne devredilmişti. Üzerinde araştırma yapmak için beni bekliyordu" diye anlatıyor.

"Gölgemi Bıraktım Lale Bahçelerinde" romanının edebiyat çevrelerinde beğenilmiş olması onu yüreklendirmiş olacak ki, ikinci bir roman üzerinde çalışıyor.

I. Abdülhamid’in cariyesi genç bir kadının mektuplarından oluşacak bu roman.

MATRÁKÇë NASÛH

"Ancak"
diyor "Hayatımın projesi olarak gördüğüm bir proje üzerinde çalışıyorum bu arada. Minyatürlerin görselliğine dayanarak ortaya kültür tarihimizi çıkartmak. Yıllardan beri notlarımı alıyorum."

"Minyatürleri görsel malzeme olarak kullanmak Nurhan Atasoy’un ortaya attığı bir fikir. Teyzemin açtığı yoldan ilerleyerek bu rüyamı gerçekleştireceğime inanıyorum."

Gül İrepoğlu,
bu arada TAÇ’ın yani Türkiye Anıt Çevre Turizm değerlerini Koruma Vakfı’nın Başkan Yardımcısı.

Bir de yeni üstlendiği ve kendisini çok heyecanlandıran bir görevi daha var:

Unesco Türkiye Milli Komitesi Yönetim Kurulu üyeliği.

Bu son şapkasıyla kültürel mirasımıza daha fazla dikkati çekmek arzusunda.

Yeğen, televizyon, roman, araştırma, TAÇ ve Unesco Milli Komitesi arasında mekik dokurken teyze Profesör Nurhan Atasoy ne yapıyor?

Bugünlerde üzerinde çalıştığı bir makale var.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi’ndeki bahçeleri, ünlü seyyahtan bir yüzyıl önce aynı yerleri gezmiş Matrákçı Nasûh’un resimleriyle buluşturuyor.

"Evliya Çelebi’nin betimlediği bahçeleri Kanuni Sultan Süleyman’ın seferlerine katılmış Matrákçı Nasûh’un çizgilerinde buluyoruz" diyor.

Hazırladığı makale, dünyanın dört bir yanından bilim adamlarını çatısı altında toplayan ABD’nin Georgetown kentindeki Dumbarton Oaks Kütüphanesi’nin "Ortadoğu’da Bahçe Geleneği" konferansı için.

Makale sonradan kitaba dönüştürülecek.

Bu arada II. Abdülhamid’in benzersiz fotoğraf koleksiyonu üzerinde çalışıyor.

"Yurtdışına hiç gitmemiş olsa da padişah dünyayı fotoğraflarla biliyordu, izliyordu."

Nurhan Atasoy,
padişaha ait binlerce fotoğraf arasından 300 tanesini seçip bir "İstanbul Albümü" yapacak.

Sırada önümüzdeki günlerde ABD’de "Osmanlı Çadırları"yla ilgili bir konferans, "Derviş Ceyizi"nin İngilizcesi var.

İstanbul’un Anadolu yakasında "iç içe" geçmiş evdeki "iç içe" geçmiş hayatlar "usta-çırak" ilişkisinin çok ötesine geçmiş.

Kitaplar paylaşılıyor, birinin oya gibi işlediği bir projeyi diğeri alıyor daha da ileri götürüyor.

Neredeyse 50 yıllık meslek hayatını geride bırakmış Profesör Nurhan Atasoy’un gözlerinin içi gülüyor...

"Kitaplarımı ve bilgimi bıraktım Gül Bahçesi’ne."
Yazının Devamını Oku

Dünya Ekonomik Forumu’nun raporu Milli Eğitim Bakanı’nın dikkatine sunulur

29 Eylül 2006
DÜNYA Ekonomik Forumu’nun bu yılki "Küresel Rekabet" endeksi Türkiye açısından önemli. Önümüzdeki 23-24 Kasım tarihlerinde İstanbul’da toplanmaya hazırlanan Dünya Ekonomik Forumu, Türkçe bir basın bildirisi de hazırlamış.

Ayrıca Türkiye’yle ilgili kapsamlı bir incelemeyi de endekse eklemiş.

Türkiye bu yıl geçen yıla oranla çok daha başarılı bir performans gösterdi.

12 sıra yükselerek 125 ekonomi arasında 59. sıraya oturdu.

Dünya Ekonomik Forumu’nun değerlendirmesine göre, Türkiye’nin bu atağı AB reformlarının meyvesi.

1 Ocak 2007 tarihinde AB üye olmayı bekleyen Romanya ve Bulgaristan sıralamada Türkiye’nin hayli altında.

Reformlar bu iki ülkeye pek yaramamış.

"Türkiye Avrupa için yeterince rekabetçi mi" başlıklı incelemeye göz atalım.

Türkiye’nin sıralamada en iyi performans gösterdiği alanlar iş yaşamıyla ilgili olanlar.

Teknoloji, inovasyon da fena sayılmaz.

Ortalamayı aşağıya çeken üç önemli kalem var.

Makroekonomi, ilk öğretim/sağlık ve alt yapı.

İlk öğretimde 78 sıradayız.

Dünya Ekonomik Forumu’nun baş ekonomisti Augusto Lopez-Claros şöyle demiş:

"Yetkililer eğitimin kalitesi yükseltmeli ve eğitim fırsatını yaygınlaştırmalı".

İncelemeye göre, Türkiye’de bir çocuğun okulda geçirdiği ortalama zaman 4,5 yıl iken bu Almanya’da mesela 13 yıl.

Kalitesizlik, öğretmen sıkıntısından ve kaynak kıtlığından kaynaklanıyor.

"Küresel Rekabet" endeksinde ortaya iyice çıktı ki, eğitimdeki kalitesizlik üst sıralara tırmanmak için önümüzdeki en büyük engellerden biri.

Eğitimde reformdan söz eden Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in dikkatine Dünya Ekonomik Forumu’nun bu çalışmasını sunmak isterim.

Eğitimdeki zaafın bizi nasıl alt sıralara çektiğini açıkça görebilir.

Sivil toplum örgütlerinin bunca kampanyalarına, sosyal sorumluluk projelerine rağmen eğitim yerinde sayıyor.

Ders kitaplarında yaşanan skandaller, Fen ve Anadolu Liseleri’nde 5 bin açık kontenjan, özel okullar yasası ve eğitimdeki daha bir sürü sorun "bumerang" gibi "Küresel Rekabet" endeksinde bize dönmüş.

İstanbul, UNESCO’nun ’dünya mirası’ listesinden çıkarsa ’Kültür Başkenti’ hayal olur

GEÇTİĞİMİZ temmuz ayında Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta bir toplantı yapıldı.

UNESCO Dünya Mirası Komitesi’nin üyeleri İstanbul’dan gelen bir heyetle görüştü.

Konu, İstanbul’un UNESCO "dünya mirası" listesindeki durumuydu.

Neyse ki, "dünya mirası" listesinden çıkartılma tehlikesiyle karşı karşıya olan İstanbul’a Vilnius toplantısında 2 yıllık bir süre daha tanındı.

Ama İstanbul’un "tarihi yarımada"da gerekli çalışmaları yapması koşuluyla.

Peki gerekli adımlar atılıyor mu?

Geçenlerde Vilnius’a giden ekipte yer alan Profesör Cevat Erder’e rastladım.

Profesör Erder, dünyanın sayılı restorasyon ve koruma uzmanlarından.

Yıllarca, UNESCO’nun bu alanlarındaki kuruluşu olan İCCKOM’un Roma’daki merkezi yönetti.

Yurtiçi ve yurtdışında nice ödülün sahibi olan Profesör Cevat Erder İstanbul için büyük bir şans.

Vilnius’tan sonraki gelişmelerden söz ederken bazı kaygılarını dile getirdi.

Anladığım kadarıyla, İstanbul Büyükşehir Belediyesi UNESCO’nun öneri ve uyarıları pek duyarlı değil.

Örneğin, İstanbul Metropolitan Planlama’nın "kentsel dönüşüm" diye başlattığı bazı projeler UNESCO’nun önerdiği şeylere taban tabana zıt.

UNESCO "bilimsel yöntemlerle bir restorasyon" önerirken Metropolitan Planlama’nın projeleri bilimsellikten uzak.

Özellikle Süleymaniye’deki "müze kent" projesi.

Bu proje restorasyondan ziyade Osmanlı tarzı bir mimari oluşturma çabasında.

Süleymaniye’de tarihi değerlerin tümden yok edilmeleri söz konusu.

İstanbul Metropolitan Planlama ayrı bir telden çalarken, esas "tarihi yarımada"nın nasıl korunacağına ilişkin plan ortada yok.

Profesör Erder haklı olarak "İki yıl içersinde yol alınmazsa UNESCO bu kez gerçekten listeden çıkartır İstanbul’u. 2010 İstanbul Kültür Başkenti de hayal olur" diyor.

Dünyanın önde gelen restorasyon uzmanının uyarısını dikkate almazsak yazık.

İzmir de UNESCO’nun listesine dahil olmak istiyor

İSTANBUL yıllardan beri "dünya mirası" listesinden çıkartılmamak için uğraşırken, İzmir’in listeye girmek için proje hazırladığı ortaya çıktı.

Projeyi hazırlayan İzmir Ticaret Odası.

Yönetim Kurulu Başkanı Ekrem Demirtaş, gönderdiği mektupta şöyle demiş:

"Proje, sahip olduğumuz kültürel mirasın evrensel yaptırım mekanizmaları kontrolünde gelecek kuşaklara aktarılması için etkin bir yöntem olacaktır."

Ne diyeyim..

İzmir’e bol şanslar.

İstanbul’un yıllardan beri direndiği "evrensel yaptırım mekanizmaları"na daha açık olduğu için belki işi daha kolay.
Yazının Devamını Oku

Nihayet doğal ürünlerle bir Türk kozmetik markası

26 Eylül 2006
İSTANBUL’da son zamanlarda mutlaka gözünüze Fransız kozmetik markası satan dükkanlar ilişmiştir: "L’Occitane en Provence" ile "Durance en Provence".

Bunlara ilaveten bir de "Body Shop" dükkanları var.

Bu markaların iddiası, kozmetikte daha çok doğal ürünlerle fark yaratmak.

Dünyanın neresine giderseniz gidin bu markalar karşınıza çıkar.

Şimdi ilk kez bir Türk markası, Akdeniz’de 400 yıldan beri hem sağlık, hem güzellik için kullanılan "zeytinyağı" ile kozmetikte çıkış yapıyor.

Tariş ve Otacı’nın işbirliğiyle üretilen "Ta-Ze" markalı el, vücut ve saç bakım ürünlerinin tanıtımı için geçenlerde İzmir’deydik.

Tariş Zeytin ve Zeytinyağı Birlikleri Başkanı Cahit Çetin, bir ilke imza atmış olmaktan memnun.

Gerçekten, ürün kalitesi, çeşitliliği ve giderek yaygınlaşan konsept dükkanlarıyla büyük bir atılım içersinde olan Tariş’in kozmetik alanına girmesi önemli bir adım.

İşbirliği yaptığı, Kurtsan Şirketler Grubu’nun Otacı markası doğal bitkiler konusunda uzmanlaşmış.

25 yıllık birikimiyle teknolojiyle doğayı buluşturmuş.

"Zeytinyağı antik çağlardan beri sağlık ve güzellikte kullanılan bir ürün" diyen Cahit Çetin, Tariş’in kozmetik ortaklığı uzun zamandan beri arayışta olduğunu söylüyor.

Tariş’in Otacı markasıyla buluşması bir yerde tesadüfen oluyor.

Kurtsan
Şirketler Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Meltem Kurtsan ile Tariş’in Pazarlama İş Geliştirme Müdürü Ece Güçer’in bir toplantıda karşılaşmış.

Güçer, Tariş ürünlerini çeşitlendirme çabasında.

Meltem Kurtsan ise Otacı markasıyla yeni atılımlar peşinde.

Vizyonu geniş iki kadın biraraya gelirse ne olur?

Dünyanın en zengin doğal ürünlerine sahip Türklerin nihayet kozmetikte dünyadaki "doğal ürünler" trendini izleyecek bir markası olur.

Doğal ürünler pazarının ne kadar kárlı olduğunu keşfeden Fransızlar ya da Yunanlılar gibi.

Ta-Ze’nin, yurt dışında Chicago, Montreal ve Toronto’daki Tariş dükkanlarında da satılma şansına sahip olması önemli.

Düşünün ki, ilk kez Amerikalı ve Kanadalı tüketiciler, "doğal ürün" bir Türk kozmetik markasıyla tanışmış olacak.

Otacı’nın geliştireceği, Tariş’in ise pazarlayacağı Ta-Ze kozmetik markasını iyi izleyin.

Günün birinde dünyanın her hangi bir şehrinde karşınıza çıkabilir.

Zeytinyağında yine kavga var

TARİŞ Zeytin ve Zeytinyağı Birlikleri Başkanı Cahit Çetin ile biraraya gelip "zeytinyağı" konuşmamak ne mümkün?

Nitekim, Ta-Ze kozmetik markasının tanıtımından sonra sohbet zeytinyağına gelip dayanıyor.

Zeytinyağı ve zeytinyağcı ne durumda?

28 bin üyesi olan Tariş önümüzdeki yılları nasıl görüyor?

Biz soruyoruz, Çetin anlatıyor.

Dünyada zeytinyağı talebi sürekli artıyormuş.

Talep 2 milyon 760 bin ton.

Üretim ise 2 milyon 580 bin ton.

Cahit Çetin’e göre, bu yıl Türkiye’de zeytinyağı üretimi 180 bin civarında olacak.

Kişi başına 1 kilogram zeytinyağı tükettiğimize göre, 70 bin ton içerde tüketilecek gerisi ihraç edilecek.

İçerde zeytinyağı sektöründe pazar payı yüzde 27’ye yükselmiş olan Tariş kendi markasıyla ihracat yapabiliyor.

Tariş gibi iki, üç marka daha var.

Geriye kalan zeytinyağı markasız ihraç ediliyor.

Burada da sorun şu:

Zeytinyağı rafine edilip ihraç edilirse Türk menşeli sayılabiliyor.

Ham haliyle ihraç edilirse sayılmıyor.

İspanyollar ya da İtalyanlar kim alırsa rafine edip kendi ürünü gibi satabiliyor.

Cahit Çetin açık konuşuyor: "Zeytinyağının dökme ham ihracatına karşıyız."

Ege İhracatçılar Birliği’
nde dökme ham zeytinyağını destekleyen önemli bir grup var.

Yani Tariş ile Ege İhracatçılar Birliği bir yerde karşı karşıya.

Geçen yıl kasım ayında Ayvalık Ticaret Odası’nın bir toplantısındaydık.

Ayvalıklı zeytinciler "coğrafi işaretleme" meselesi nedeniyle Tariş ile kavgalıydılar.

O zaman "zeytinyağcılar kavga yerine gücünüzü birleştirin" demiştim.

Şimdi de öyle diyorum.

Türkiye, Cahit Çetin’in dediği gibi, zeytinyağı üretiminde dünyada ikinci sıraya yükselecekse ancak oyuncuların anlaşmasıyla, belli bir stratejiyle olabilir.
Yazının Devamını Oku

Bir hayalim var: Çankaya’ya çevreci bir cumhurbaşkanı

24 Eylül 2006
Çevreci bir cumhurbaşkanı neden olmasın? Ama Türkiye’de denizlerimizin kirlenmemesi ya da toprağın çölleşmemesi için mücadele eden bir siyasi göremiyorum. Çevrecilik eski-yeni tüm politikacılarımızdan uzak. ELİMİN altında TEMA’nın göndermiş olduğu bir kitap var: "Dünyayı Nasıl Tükettik".

Lester R. Brown
’ın yazdığı kitap, bilimsel verilere dayanarak, küresel ısınma sonucu acil önlem alınmadığı takdirde başımıza neler geleceğini ortaya koyuyor.

Felaket tellallığı yapmak istemem ama dünya bir süre sonra bizi bes-le-ye-me-ye-cek.

Her yıl dünya nüfusuna 76 milyon kişi ekleniyor.

Tahıl üretimi çeşitli nedenlerden tehdit altında.

Isının sadece bir derece yükselmesi tahıl üretim alanlarının yaklaşık yüzde 10 azalması demek.

Otomobil kullanımının artması da tarım alanlarının yollara, otoyollara ve otoparklara dönüşmesine yol açıyormuş.

Brown’ın kitabı bunun gibi bir sürü örnekle dolu.

Bence okullarda çocuklara okutulması gereken bir kitap.

Dünyayı bekleyen tehlikeleri ne kadar erken yaşta fark edersen o kadar iyi.

Bu arada söz otomobilden açılmışken geçenlerde Kaliforniya Eyaleti Adalet Bakanı Bill Lockyer’in ABD’nin önde gelen altı otomobil üreticisine karşı "çevreye zarar verdikleri" için dava açtığını hatırlatayım.

Bakan Lockyer, Chrysler, General Motors, Ford ile Toyota, Nissan ve Honda’nın Amerikalı üreticilerini yılda atmosfere 289 milyon ton karbondioksit (CO2) yaymakla suçluyor.

"Otomobillerin yol açtığı sera gazı Kaliforniya eyaletini milyarlarca dolarlık zarara uğratıyor, halk sağlığını tehdit ediyor" diyor.

BRANSON’DAN ÜÇ MİLYAR DOLAR

Kyoto Anlaşması’nı imzalamamakta direten Bush Yönetimi’ne açıkça meydan okuyan biri çıktı nihayet.

Ama cesur savcı çevreci mücadelesinde yalnız değil.

Kaliforniya Valisi, eski aktör Arnold Schwarzenegger’in desteğini almış belli ki.

Çünkü Schwarzenegger, Kaliforniya eyaletinde 2020’ye kadar küresel ısınmaya yol açan gazların yüzde 25 azaltılmasını öngören bir yasa tasarısına onayını vermiş.

Böylelikle "çevreci politikacıların" arasına katılmış.

Esasında çevrecilik daha çok eski politikacıları cezbeden bir şey.

ABD’nin eski başkanı Bill Clinton örneğin.

Kurduğu vakıf, geçen ağustos ayında "Clinton İklim Girişimi" diye küresel ısınmaya karşı mücadele eden yeni bir oluşumun temelini atmıştı.

Son haberlere göre, "Clinton İklim Girişimi" İngiliz Virgin Grubu’nun Başkanı işadamı Richard Branson’u da ikna etmeyi başarmış.

Önceki gece baktım televizyonda, Branson, 3 milyar dolarlık bir yardım vaadi için Clinton ile el sıkışıyor.

Çevreci eski politikacıların arasında Clinton dönemi eski başkan yardımcısı Al Gore da var.

2000 yılında inanılmaz bir oy sahtekarlığıyla başkanlığı kıl payı kaçıran Gore, siyasetten elini ayağını çektikten sonra daha sıkı bir çevreci kesildi.

"Yerkürenin geri dönülmez noktaya gelmesi için önümüzde sadece 10 yıl var" diyen Gore’un "Rahatsız eden bir gerçek" adındaki filmi ekim ayının ilk günlerinde Avrupa’da gösterime girecek.

Bush yerine bugün Gore iktidarda olsaydı bırakın Irak, Afganistan gibi rezaletleri, dünyanın sağlığı da çok daha fazla garanti altına alınırdı kuşkunuz olmasın.

Bugün "Google"a danışmanlık yapan Al Gore’un yazık ki politikaya dönmek gibi bir niyeti de yokmuş.

DÜNYAYI KURTARMAK İSTEYEN ADAM

Çevreci eski politikacı kervanında Fransa’nın eski sosyalist dışişleri bakanı Hubert Vedrine’i de görüyoruz.

Eski bakana göre dünyanın bir numaralı sorunu küresel ısınma.

Eski politikacılar çevreciliğe soyunur demiştim ama aksi de mümkün.

Fransız basınının "Dünyayı kurtarmak isteyen adam" diye lanse ettiği televizyon muhabiri Nicolas Hulot, Elysee Sarayı’nın adaylarından.

Son araştırmalara göre, her iki Fransızdan biri onu cumhurbaşkanı olarak görmek istiyormuş.

Çevreci bir cumhurbaşkanı neden olmasın?

Türkiye’ye gelince, bırakın dünyanın geleceğini denizlerimizin kirlenmemesi ya da ne bileyim toprağın çölleşmemesi için mücadele eden eski bir siyasi göremiyorum.

Çevrecilik eski-yeni tüm politikacılarımızdan uzak.

Üzgünüm ama belediye başkanlarımızdan da.

Ağustos ayının son günlerinde İstanbul’a gelen "Clinton İklim Girişimi"nden bir ekibin Kadir Topbaş ile görüşemediklerini hatırlıyorum da...

Son dakikada Çankaya’ya göz dikmiş bir çevreci çıkıp Başbakan’a meydan okur mu?

İşte onu bilemem.
Yazının Devamını Oku

Kretschmer giderayak ’kadın hakları’ dedi

22 Eylül 2006
BÜYÜKELÇİLERİN bazıları için Ankara’dan ayrılma vakti geldi. Ayrılmaya hazırlananlardan biri dün gece AKP İstanbul Milletvekili Egemen Bağış’ın İstanbul Modern’de bir "veda yemeği" düzenlediği İngiliz Büyükelçi Peter Westmaccott.

Diğeri ise AB Türkiye Temsilcisi Dr. Hansjörg Kretschmer.

Önceki gece Marmara Grubu’nun ağırladığı Kretschmer kendisinden beklendiği gibi kısa bir veda konuşması yapıyor.

Peki ne söylüyor, nasıl mesajlar veriyor?

"Türkiye’nin üyeliği tarihi bir olay olacak. Çünkü bir Müslüman ülkenin Avrupa değerlerini özümsediğini gösterecek" diyor.

"Ama" diye ilave ediyor: "Henüz Türkiye, Avrupa liberalizmini kucaklamış değil. Kültürel farklılık Türkiye’nin Avrupa değerlerini sahiplenmesini zorlaştırıyor."

İnsan haklarına, ifade özgürlüğüne, demokrasinin aksadığı noktalara değiniyor.

"Ordunun rolü Avrupa’daki orduların rollerinden farklı olmamalı" diyor.

Kretschmer, reformlara ödün gözüyle bakmamayı, sabırlı olmayı ve Avrupalılar’ın hem akıllarına, hem yüreklerine hitap etmeyi tavsiye ediyor.

Avrupa Komisyonu’nun iki şeyi yakından izlemeye aldığını söylüyor.

Biri reformların uygulanması, diğeri de kadın hakları.

Reformların uygulanması zaten her platformda, her fırsatta tekrarlanıyor.

Kretschmer’in "kadın haklarından" söz etmesi, komisyonun Türk kadının siyasi ve iş hayatında temsilini, aile içi şiddeti daha da yakından izleyeceğini işareti.

Türk kadını parlamentoda yüzde 4.4, iş hayatında ise yüzde 25’lik (ki bunun yüzde 60’ı da ücretsiz aile işçisi) bir oranla temsil ediliyor.

Hem siyasette, hem iş hayatında Avrupalı hemcinslerine göre çok geride.

Ayrıca eğitim eşitsizliği, namus cinayetleri gibi meseleler var.

Avrupa Komisyonu, Avrupa Parlamentosu üyesi, Hollandalı milletvekili Emine Bozkurt’un hazırladığı "Türk Kadının Durumu" raporu sayesinde soruna daha duyarlı.

Zaten Emine Bozkurt da şimdi ikinci bir raporun taslağını ekim ayının sonunda Komisyon’a sunmaya hazırlanıyor.

Kasım ayında ise rapor Türkiye’den gidecek bazı isimlerle tartışılacak. Aralık ya da ocak ayında oylamaya sunulacak.

Kadının durumunu emin olun önümüzdeki günlerde çok daha fazla konuşacağız.

Kadın girişimci sayısı Garanti’yle artacak

GARANTİ Bankası ile KAGİDER’in (Türkiye Kadın Girişimciler Derneği) toplantısının Kretschmer’in "kadın hakları" mesajından hemen ertesi sabahına denk gelmesi hoş bir tesadüf.

Toplantı Garanti Bankası’yla KAGİDER arasındaki bir işbirliğiyle ilgili.

Hem büyük illerde, hem Anadolu’nun ücra köşelerinde kadın girişimcileri desteklemek için projeler üreten KAGİDER bir süreden beri bankalarla temas halinde.

İşin doğrusu kadın girişimcilere kredi kolaylığı arayışında.

Küçük ve orta ölçekli işletmelere yani KOBİ’lere kredi konusunda hayli deneyimli olan Garanti Bankası, KAGİDER’in çağrısını ilk yanıtlayan banka oluyor.

Dolayısıyla önceki sabah Garanti Bankası Genel Müdür Yardımcısı Nafiz Karadere’nin ağzından kadın girişimcilere nasıl hizmet verileceğini dinliyoruz.

İlk etapta kadın girişimcilere "ücretsiz" eğitim verilecek.

"Kadınların iş hayatına atılmaları için kıvılcımı çakmak istiyoruz" diyor Karadere.

Yukarıda vermiş olduğum rakamı da tekrarlıyor.

Çalışan kadınların oranı bizde yüzde 25 iken OECD ortalaması yüzde 53.

Bunun nedenleri çeşitli.

Ataerkil toplum yapısından, eğitim eşitsizliğine, çalışma hayatıyla ilgili bilgi eksikliğinden sermaye eksikliğine uzanan geniş bir yelpaze.

Şimdi bilgi ve sermaye eksikliği için Garanti Bankası devreye girmiş durumda.

Banka kadın girişimcilere 30 bin dolara kadar kredi verecek.

Bunun vadesi 7 yıl, faizi de yüzde 1.5 olacak.

Nafiz Karadere önemli bir noktaya işaret ediyor.

Kredi kartları ödemeleri, kadınların erkeklere göre borçlarına yüzde 50 daha sadık olduklarını ortaya koymuş.

Özetle, kadına kredi vermek erkeğe oranla çok daha az riskli.

Vakko Beyoğlu’nu neden bıraktı

VAKKO belki ilk kez bu kadar kalabalık kadrosuyla gazetecilerin karşısında.

Yönetim Kurulu üyelerinden, baş stilistlere, üst düzey yöneticilere kadar herkes Vakko’nun bir grup gazeteciye, Les Ottomans’da düzenlediği öğle yemeğinde.

Cem Hakko, 72 yıl önce "Şen Şapka" ile başlayan, son günlerin gözde moda tasarımcısı New York’lu Zac Posen ile devam eden süreci, geçirmekte olduğu değişimi anlatıyor.

Halle Berry, Gwyneth Paltrow gibi ünlüleri giydiren Zac Posen Vakko’nun son koleksiyonunu çizmiş.

"Global olmaya başladık. Yabancı markalar artık global rakiplerimiz" diyor Cem Hakko.

Vakko
markası Almanya, İspanya dahil 148 satış noktasında.

Tezgahlarında dokunan kumaşlar ABD’de, Ortadoğu’da.

"Günün birinde İtalya’ya kravat, İsviçre’ye çikolata satmalıyız" diyen Vitali Hakko’nun hayallerinin çoğu gerçekleşmiş.

Aile şirketi yarı yarıya kurumsallaşmış.

Bünyesindeki "Power Grup" giderek büyümüş.

Bu arada "Vakko Yelken Yarışması" da başarılara imza atmış.

Önümüzdeki günlerde Esenyurt’ta yeni bir fabrika, Nakkaştepe’de ise yönetim binası projeleri var.

Vakko 1962 yılında taşındığı Beyoğlu’ndaki mağazasından çok farklı bir çizgide.

Ama artık bir zamanlar özdeşleştiği Beyoğlu’nda değil.

"Neden Beyoğlu’ndan taşındınız" diye sorduk.

"Biraz da taşınmaya zorlandık. Arabalı müşterilerimiz gelemez oldu. Taksim’de arabalarını park edenleri bizzat alıp arka yollardan mağazaya getiriyorduk. Sonra o yollar da kapandı" cevabını aldık.

Hem yol durumu, hem de Beyoğlu’nda müşteri profilinin değişmesi Vakko’yu oralarını terk etmeye zorlamıştı anlaşılan.
Yazının Devamını Oku

Antalya, Cannes olur mu

19 Eylül 2006
ANTALYA Belediye Başkanı Menderes Türel’in şöyle bir hayali var: Antalya Altın Portakal Film Festivali günün birinde Cannes Festivali gibi uluslararası bir üne kavuşacak.

Dünyanın zenginleri yatlarıyla Antalya Limanı’na demirleyip film festivaline katılacak.

Türel’in hayali gerçekleşebilir mi?

Antalya, Cannes ile boy ölçüşebilir mi?

Bu soruları ortaya atıp, hayatımda ilk kez katıldığım film festivalinde gördüklerime geçiyorum.

Antalya Film Festivali’nin bu yılki ana sponsoru Metro Grubu’nun içinde yer alan Real hipermarketler zinciri.

Real’in ekim ayında Antalya’da açılacak olması nedeniyle bir süreden beri bu şehre gidip gelen Genel Müdür Ulf Groth, festival için 500 bin Euro verdiklerini söylüyor.

Real hipermarketinin arsasını Menderes Türel şehre bir kültür merkezi yapılması şartıyla vermiş.

Önce kültür merkezi açılmış, sonra hipermarket.

Groth, Antalya Belediye Başkanı’yla alışverişten memnun, dolayısıyla sponsorluk önerisini reddetmemiş.

Aynı zamanda II. Avrasya Film Festivali’nin de sponsorluğunu üstlenmiş.

Festivalin açılış kokteylinde ayaküstü sohbet ettiğimiz Menderes Türel’e festivalin bu yılki bütçesini soruyorum.

Rakamın henüz tam belli olmadığını ancak 5 milyon dolar civarında olduğunu söylüyor.

Sohbetimize, iki yıldan beri festivali düzenleyen TÜRSAK Başkanı Engin Yiğitgil de katılıyor.

Yiğitgil’e göre, Roma, Venedik Festivali’ne alternatif olarak bir film festivali düzenlemek için kolları sıvamış.

Bunun için 18 milyon Euro’luk bir bütçe ayırmış.

Menderes Türel’e dönersek, bu yıl festivalde ilk kez bir "film pazarı" düzenlendiğini anlatıyor.

Film alıcılarıyla satıcılarını buluşturan "fuarvari" bu organizasyon festivalin büyümesi için, mali olanaklarını artırması için son derece önemli.

Özellikle de Türk filmlerinin pazarlanması için.

60 standın kurulduğu "film pazarı"na katılan bir arkadaşımdan öğrendiğime göre, bu yılki ilk organizasyonda alıcıdan fazla satıcı varmış.

"Film Pazarı"nın ilk yılı olduğu için alıcı ile satıcının eşitlenmesi önümüzdeki yıllarda mümkün.

Ancak bence üzerinde önemle durulması gereken konu festivalin organizasyonu.

Yiğitgil, "Bazı aksamalar Cannes Festivali"nde de oluyor dese açılış gecesi "Konyaaltı Açıkhava Tiyatrosu"nda, özellikle çıkışta yaşanan kargaşa öylesine geçiştirilecek cinsten değildi.

Bizim gruptan çoğumuz, tören sonrası, tiyatronun önündeki ormanlık arazide, ellerinde ayakkabılarıyla panik içerisinde arabasını arayan bir Faye Dunaway gördük.

Ne tarafa gideceğini bilemeyen Helen Miller’in durumu daha da kötüydü.

Arabasına ulaşamayınca Faye Dunaway’ın yanına kocasıyla birlikte sıkışmak zorunda kaldı.

Yine açılış töreninde doğru dürüst bir İngilizce çeviri olmamasından tutun da, basın odası kurulmamasına kadar sürüyle aksaklık daha sayabilirim.

Böyle bir festival için neden doğru dürüst bir organizasyon şirketiyle çalışılmadığı aklıma takılan başka bir soru...

Özetle, evet belki günün birinde Antalya, Cannes olabilir ama organizatörlerin eleştirilere kulak vermeleri koşuluyla.

TYD’den ’Turizm Üst Kurulu’ önerisi

FRANSA ve İspanya’nın elde ettikleri yüksek turizm gelirlerine rağmen nasıl yeni arayışlar içerisinde olduklarına ilişkin yazım üzerine Turizm Yatırımcıları Derneği (TYD) Başkanı Oktay Varlıer aradı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’na "Turizm Üst Kurulu" önerdiklerini anlattı.

Kurul, Fransa ve İspanya’daki benzer oluşumların fonksiyonlarını yerine getirmek üzere tasarlanmış.

Peki kurul ne yapacak?

Buna geçmeden önce Kültür ve Turizm Bakanlığı, geçtiğimiz günlerde tamamladığı "2023 Turizm Stratejisi" taslağıyla ilgili bir bilgi, Varlıer’in dediğine göre, strateji taslağında Türkiye’nin "turizm gelişme bölgeleri" saptanmış.

Mesela, hangi bölgede kış turizmi, hangi bölgede termal turizmi olacak bunlar ortaya konmuş.

"İpek Yolu", "Zeytin Yolu"
diye turizm koridorları açılmış.

Varlıer, "Bunlar çok iyi tasarlanmış. Ama bu çalışmanın mikro düzeye indirilmesi gerek. Maliyetler ne olacak? Altyapı için kamu kuruluşlarının ayıracakları ödenekler belli değil. Hangi bölgeye ne zaman, nasıl öncelik verilecek? O da yok" diyor.

Diyelim ki "2023 Strateji" taslağı bir turizm master planına dönüştü, işte o andan itibaren TYD’nin önerdiği "Turizm Üst Kurulu" devreye giriyor.

Hem master planının uygulanmasını, denetlenmesini üstleniyor.

Türkiye’nin tanıtımını da.

Varlıer’e göre, "Turizm Üst Kurulu" siyasetin üzerinde, yaptırım gücü de olan bağımsız bir yapıya sahip olmalı.

Öyle bir bağımsız yapı ki, turizmin geleceğini küçük hesaplar için baltalayanlara set çeksin.

TYD’nin bu önerisi gerçekten Türkiye’nin turizmde önünü açabilir.

Okul sütü bu yıl da unutuldu

OKULLARIN açıldığı gün eski Devlet Bakanı Hasan Gemici’den bir e-posta geldi.

Bakanlığı döneminde, ilköğretim öğrencilerinin her gün bir bardak süt içmeleri için bir proje başlatan Hasan Gemici, projenin bu yıl da rafa kaldırılmasından şikayetçi.

Gemici 2001-2002 eğitim yılında 1 milyon öğrenciye süt dağıtıldığını hatırlatıyor.

"Amacımız dört ilde başlatılan projeyi 5 yılda tüm ülkeye yaymaktı" diyor.

2004 yılında son verilen projeyle ilgili Tarım Bakanı Mehdi Eker, geçtiğimiz ayında "okul sütü"nün yeniden başlayacağını duyurmuş.

Gemici diyor ki "Söz verildi ama bu konuda birşey yapılmadı..."

"Türkiye’de 20 milyon insan yoksulluk, 1 milyon insan açlık sınırında. Çocuklarımızın yarısı okula yeterli kahvaltı yapmadan gidiyor. Bu durumda dersi nasıl dinleyebilir?"

İşte bir gerçeğimiz daha.

Ne kadar faydalı olursa olsun bir iktidarın başlattığı projeleri bir sonraki iktidar sürdürmüyor.

Okul sütü ülke geneline yayılsaydı kötü mü olurdu?
Yazının Devamını Oku