Gila Benmayor

Türkiye ciromuz 300 milyon Euro

11 Kasım 2006
ALMAN Henkel Grubu’nun güz dönemi basın ve finans uzmanları toplantısı St. Petersburg’da. Henkel Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ulrich Lehner başta olmak üzere grubun ağır topları 2006 yılı, üçüncü dönem finansal durumun açıklanacağı toplantı için burada.

Yıllık kazancı 10 milyon Euro’ya geçen ve Avrupa’nın "en yüksek ücretli CEO"ları arasında olan Profesör Lehner ile Münih’ten St. Petersburg’a kadar aynı uçaktayız.

Münih Havalimanı’ndaki sohbete sonra döneceğim.

Henkel’in dönemsel toplantılarında gelenek şu:

Hangi ülke daha fazla ciro yaptıysa toplantı orada.

Henkel Grubu’nun 1990 yılında geldiği Rusya’da işleri iyi gidiyor.

Yıllık büyüme oranı yüzde 26.

Grubun dikkatini yoğunlaştırdığı Brezilya, Hindistan, Çin gibi "gelişmekte olan pazarlar" içerisinde Rusya başı çekiyor.

Buradaki beş üretim merkeziyle Rus tüketiciye ulaşan Henkel’in işini kolaylaştıran faktörler var elbet.

Rus kadınlarının kozmetik ürünlerine düşkün olmaları ya da grubun önemli faaliyet alanı olan "inşaat yapıştırıcılarının" Rusya’da patlama yaşayan inşaat sektöründe kapışılması gibi.

Lehner, Rusya’da global markalarına lokal, yani yerel markalar ekleyerek "Glocal Strateji"de başarılı olduklarını söylüyor.

Hatta bu başarı Harvard Üniversitesi’nde "Henkel Vakası" olarak inceleniyormuş.

Sonuçta Rusya pazarının, Henkel Grubu’nun geçen yıl 12 milyar Euro’luk bir ciroyu yakalamasında payı büyük.

Tabii bu ciroda Ar-Ge’ye yatırılan 326 milyon Euro’nun da rolünü unutmamak gerek.

Almanya’nın en eski ve saygın şirketlerinden biri olan Henkel’in başarı çizgisinde inovasyona yatırımı asla ihmal etmemiş.

STAN’LI ÜLKELER

Peki Türkiye pazarının durumu ne?

St. Petersburg’un 150 yıllık Grand Hotel Europe’daki sunumundan sonra sohbet ettiğimiz Profesör Ulrich Lehner’e bu soruyu yönetiyorum.

Burada küçük bir parantez açmak istiyorum.

Profesör Lehner Avrupa’nın en pahalı CEO’ları arasında yer almakla birlikte son derece mütevazı.

Uçaktan indikten sonra öyle kendisini bekleyen bir limuzini filan yok.

St. Petersburg Havalimanı’nda bizi bekleyen otobüse birlikte biniyoruz.

Sorularımı da aynı alçakgönüllülükle cevaplıyor zaten.

Sunumuna değinerek "gelişmekte olan ülkeler" arasında Türkiye’nin Brezilya, Çin ya da Rus pazarı kadar ağırlığı olmadığı kuşkusuna kapıldığımı söylüyorum.

"Yanılıyorsunuz" diyor "Türkiye büyümekte olan bir pazar ve bizim için son derece önemli."

"Türkiye’nin her tarafında yaşam standartlarının aynı olmadığını biliyoruz ama yine de hızla gelişen bir pazar"
diye de ilave ediyor.

Türkiye’de en güçlü oldukları alan tüketici ve inşaat yapıştırıcıları.

Lehner’e göre, Türkiye’nin Henkel için bir önemi de "stan’lı ülkelere" bir sıçrama tahtası olmasından.

Nedir bu "stan’lı ülkeler"?

Profesör Lehner
sayıyor:

Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan.

Türkiye’deki yatırımlarının durumu?

Henkel’in Türkiye’deki yıllık büyüme oranı 15 dolaylarında.

Yatırımı ise yine yıllık ortalama 15 ila 20 milyon Euro.

"Ancak" diyor Lehner, "Buna eğitim, pazarlama harcamaları gibi kalemler de dahil."

Grubun Türkiye’deki yıllık cirosu ise 300 milyon Euro civarında.

Profesör Lehner’in sohbet sonrası uzattığı kartviziti ilginç.

İlk kez, arkasında grubun ilkelerinin yer aldığı bir kartvizit görüyorum.

Güler Sabancı’nın FT yazısı ikna edemedi

DEDİĞİM gibi, Profesör Lehner ile Münih Havaalanı’nda karşılaşıyoruz.

Tanışma faslından sonra elbet konu Türkiye’ye ve AB üyeliğine geliyor.

Henkel’in CEO’su şimdiye kadar sohbet etme imkanı bulduğum Avrupalı işadamlarından hayli farklı bir çizgide.

Açıkçası Türkiye’nin üyeliğine sıcak bakmıyor.

Sadece bizim üyeliğimize değil Avrupa’nın genişlemesine de karşı.

"Yeni 10 üye ülke için çok çabuk karar verildi. Genişleme mekanizmasının daha yavaş yapılması gerekirdi. Yani 10 üyenin hepsi birden değil birer birer kabul edilmeleri gerekirdi" diyor.

Lehner’e göre, Avrupa’nın sorunları çok fazla ve Türkiye’nin üyeliği bu sorunları artıracak.

Peki Henkel’ın CEO’su Türkiye’yi tanıyor mu?

"Türkiye’yi iyi biliyorum" diyor "İstanbul’a birkaç kez geldim. Tatillerimi Ege’de geçirdim. Ama Türkiye İstanbul ve Ege demek değil. Batı ile doğu arasında uçurumlar var."

Bırakın batı ile doğuyu İstanbul’daki uçurumun farkına varmış.

"Geçenlerde Koç Ailesi’nin bir davetine katıldım örneğin. İstanbul’un batılı yüzüydü ama havalimanına adımımı attığımda her şey değişmişti" diyor.

Tesadüfen, uçakta elime aldığım Financial Times Gazetesi’nde Güler Sabancı’nın "AB’nin neden Türkiye’ye ihtiyacı var" yazısı var.

Gazeteyi Profesör Lehner’e götürüyorum.

"Okuyun" diye rica ediyorum.

St. Petersburg’a iner inmez Sabancı’nın yazısını soruyorum.

Cevabı "Beni ikna edemedi" oluyor.
Yazının Devamını Oku

Akdeniz’i kaybederseniz turist de kalmaz

7 Kasım 2006
AKDENİZ denince akan sular durur. Dolayısıyla Antalya Ticaret Odası’ndan "Akdeniz Turizm Forumu"na ilişkin bir davet alınca soluğu fırtınalı bir günde Antalya’da aldım.

Hele programda en sevdiğim yazarlardan Amin Maalouf’un da ismini görünce hiç tereddüt etmedim.

Maalouf forumda yoktu.

Ancak dünya turizminin ağır toplarından "Dünya Turizm ve Seyahat Konseyi" Başkanı Jean Claude Baumgarten oradaydı.

"Akdeniz Turizm Forumu", Akdeniz Ticaret ve Sanayi Odaları Birliği (ASCAME) tarafından ilk kez iki yıl önce Tanca’da düzenlenmiş.

İkinci forum için Antalya, diğer adaylar Palermo ve Pire’yi geride bırakmayı başarmış.

Bu arada küçük bir parantez açarak Antalya’nın giderek bir kongre ve fuar merkezine dönüşmekte olduğunu belirtmeliyim.

Forumun amacı "Akdeniz’de turizm nereye gidiyor" meselesini masaya yatırmak. Antalya forumunda bir şey dikkatimi çekiyor.

Akdeniz’in zenginleri İspanya, Fransa, İtalya’dan ziyade daha fazla güneydeki "yoksul komşular" Fas, Tunus, Mısır gibi ülkelerin temsilcileri burada.

Dünyada her yıl yüzde 4.6 oranında büyüyen turizm pastasından Akdeniz’e düşen pay yüzde 30. Akdeniz çanağı turizmin başlangıç noktası.

Ekonomileri büyük oranda turizme bağlı olan Fas, Tunus, Mısır, Türkiye gibi ülkeler arasında ciddi rekabet var.

Sahneye Hırvatistan gibi yeni bir oyuncunun çıkması hepsini tedirgin etmiş.

Ancak en önemlisi Batı’da İslam’a karşı kuşkuların, karikatür krizinin turizme etkileri. Rakamlar ortada.

Akdeniz çanağındaki Müslüman ülkelerdeki turist sayısında bu yıl düşüş olmuş.

Buna karşı nasıl önlem alınacak?

Yüzde 30’luk pasta nasıl büyüyebilir?

Antalya’da işte bunlar masaya yatırılıyor.

Konuşmacılar arasında Avrupa Kalkınma Bankası Turizm Bölümü Başkanı Hans-Harald Jahn da var.

Jahn, 2001 ile 2006 yılları arasında Akdeniz ülkelerine 9.5 milyar Euro’luk finans sağladıklarını söylüyor.

Turizm projelerine nasıl kredi verildiğini anlatıyor. Toplantıdan sonra çoğu turizmcinin peşine düştüğü Jahn, Akdeniz turizminde işbirliği için iki tane anahtar sözcük söylüyor.

"Çevre ve eğitimde işbirliği."

"Turizmciler Akdeniz’in daha fazla kirlenmemesi için bugün güçlerini birleştirmedikleri takdirde Akdeniz yok olacak. Venedik Lagunası’na dönüşecek"
diyor.

Özetle, Akdeniz için ya önlem alırsınız ya da on, yirmi yıl içerisinde turistlere veda edersiniz demeye getiriyor.

Eğitimin önemine de Çin örneğini vererek dikkat çekiyor.

2005 yılında Çinli turist sayısı 30 milyon.

Giderek artan Çinli turistlerden kuşkusuz Akdeniz de yararlanacak ancak eğitimli insan kaynağına sahip olması koşuluyla.

Avrupa Kalkınma Bankası’nın bu arada turizm eğitimi için sağladığı bazı fonların olduğunu hatırlatıyor Jahn.

Eğitimden altyapı finansmanına kadar Avrupa Yatırım Bankası Türk turizmciler için de iyi bir alternatif gibi görünüyor.

Dünya Turizm ve Seyahat Konseyi Başkanı Baumgarten’e gelince...

Konseyin Başkanı da Akdeniz’in vakit kaybetmeden koruma altına alınması gerektiği görüşünde.

"Akdenizli ülkeler ’Başka Akdeniz Yok’ gibi bir slogan altında birleşebilirler" diyor.

Türk turizmine ilişkin görüşlerini soruyorum.

"Türkiye önümüzdeki 10 yılda büyüme trendini sürdürecek olan turizm pastasındaki payını akıllı politikalarla büyütebilir" diyor.

Akıllı politikalar için önce turizm master planı gerek.

Ancak plan henüz ortada yok.

Peki turizmde yeni trend nedir?

Baumgarten’e göre, şimdilerde yeni trend kısa ve daha çok sayıda tatil.

Türkiye Avrupa’ya yakınlığı nedeniyle bu akımdan yararlanabilir.

İlgililere duyurulur.

Hilton, Marriot ve Accor’un gözü Türkiye’de

SÖZ turizmden açılmışken PricewaterhouseCoopers’ın göndermiş olduğu bir rapor var.

PwC’in "Avrupa Otelcilik Rotası" raporuna göre, Hilton, Accor, Marriot gibi otel zincirlerinin gözü Türkiye’de.

Örneğin, Fransız Accor Grubu önümüzdeki yıllarda Türkiye’de 50 yeni otel faaliyete geçirmeyi planlıyormuş.

Geçtiğimiz yıl, Fas yolculuğu sırasında Quarzazate şehrinde kaldığımız oteli de yeni satın almış olan Accor anladığım kadarıyla otel alıp yeniliyor.

Türkiye’de öyle de aynı yolu izlemesi olası.

PwC’nin raporuna göre, gelişmekte olan ekonomilerdeki (Çin, Türkiye, Hindistan, Brezilya, Meksika, Rusya ve Endonezya) otel yatırımları önümüzdeki yıllarda giderek artacak.

Sadece Hindistan’ın 5 yıl içersinde 125 bin oda talebi varmış.

Rahşan olmadan asla

ÖNCEKİ gün yitirdiğimiz eski Başbakan Bülent Ecevit ile birkaç yurtdışı yolculuğu yapma fırsatı buldum.

Muhalefet lideri iken bir İsrail ve Filistin yolculuğunu hatırlıyorum.

Birkaç yıl önce ise Başbakan iken Hindistan yolculuğunu.

Ünlü Hint şair, yazar, filozof Tagore’u Türkçe’ye çevirmiş olan Bülent Ecevit o yolculuk sırasında "Hayatım boyunca Hindistan’ı görmek istiyordum" diyordu sürekli olarak.

Tagore nedeniyle Hindistan sevgisini meğer yıllarca içinde beslemişti.

Rüyasını gerçekleştirmekten ötürü pek mutluydu.

Hemen hemen bir hafta süren İsrail yolculuğu ise Ecevit çiftiyle daha yakından olmak için bir fırsattı.

O yolculukta çiftin birbirlerine ne kadar düşkün olduklarına bizzat tanık olmuştum.

Yoğun program sırasında Rahşan Hanım’dan birkaç dakika ayrı düştüklerinde Bülent Ecevit hemen soruyordu: "Rahşan nerede?"

Rahşan Hanım yanında olmadan nefes almıyor gibiydi.
Yazının Devamını Oku

Geleceğin hikáyesini yazan adam

5 Kasım 2006
Attali’ye göre, yeni teknolojiler, zenginliğin, rekabetin ve iktidarın bir tek yerde toplanmasına artık gerek olmadığı bir noktaya getirecek dünyayı. 20 ila 30 yılda ABD kendi kabuğuna çekilecek. İki elin parmağı kadar ülke dünyanın yüreği olacak. Jacques Attali Fransız yazar, romancı, fütürist ve iktisatçı.

Geçenlerde Nobel Barış ödülünü kazanan Bangladeşli Muhammed Yunus’un yakın dostu.

Birlikte kurdukları PlaNet Finans dünya çapında mikro krediler sağlayan bir kurum.

Paris’te, Davos’ta ve Ürdün Ölü Deniz’de olmak üzere üç ayrı yerde söyleşi yapmak fırsatını bulduğum Attali’nin yeni piyasaya çıkan kitabı "Geleceğin Kısa Bir Hikáyesi".

Bundan sekiz yıl önce de "21. Yüzyılın Sözlüğü" kitabını kaleme alan Attali bir anlamda "geleceğe" kafasını takmış durumda.

Dünyamızı "neler bekliyor" meselesi üzerine senaryolar üretmeye bayılıyor.

Son kitabında ürettiği senaryolar çoğumuzun hayallerini zorlayacak nitelikte olsa da Attali’ye kulak vermeye değer.

Zira "mikro kredi"ye ilk inananlardan ve Yunus’a ilk desteği verenlerden biri.

Nobel Barış Ödülü de haklı olduğunun kanıtı.

"Geleceğin Kısa Bir Hikáyesi"nde de haklı çıkacağı bazı şeyler olabilir.

Kim bilebilir?

"Geçmişin bazı sürprizlerinden geleceği anlamaya, hayal etmeye çalıştım" diyen Jacques Attali’nin bu son kitabında bakın neler söylüyor, neler tahmin ediyor.

"Tarihin bir hareketi, akışı var. Dünyanın siyasi, ekonomik, teknolojik ve kültürel ’yüreği’ beş bin yıl önce Ortadoğu’ya yerleşmiş. 14. yüzyıldan sonra Akdeniz ile Kuzey Denizi arasında dört yüzyıl boyunca bocalamış. Atlantik’i aşarak ABD’ye yönelmiş. Oradan da devam edecek, Pasifik’i geçecek."

Ancak dünyanın siyasi, ekonomik, teknolojik ve kültürel "yüreği" sonsuz değil.

Bu kavram bir süre sonra yok olacak.

ÇILGIN PİYASANIN HAKİMİYETİ

Çünkü Attali’ye göre, yeni teknolojiler, zenginliğin, rekabetin ve iktidarın bir tek yerde toplanmasına artık gerek olmadığı bir noktaya getirecek dünyayı.

İddiasına göre, 20 ila 30 yılda ABD kendi kabuğuna çekilecek.

İki elin parmağı kadar ülke dünyanın "yüreği" olacak.

Jacques Attali buna "çokmerkezcilik" adını takmış.

2050’lerden sonra ise bambaşka bir şey çıkıyor ortaya:

Devlet kavramı tarihe karışıyor, her şeye çılgın ve "kaotik" bir piyasa hakim oluyor.

Fütüristimiz bu duruma da "hiperimparatorluk" diyor.

Devletin, adaletin sonu, kural tanımazlığın, korsanlığın hakimiyeti.

Yani, bugün dünya gelirinin yüzde 15 ila 20’sini elinde bulunduran yasadışı ekonominin payı yüzde 50’nin üzerine çıkacak.

İşte bu noktada dünyayı büyük bir tehlike bekliyor.

Büyük çatışmalar patlak veriyor.

Kıyamet gibi bir şey.

DÜNYANIN SONU MU?

Dünyanın sonu gelebilir ama neyse ki Attali’nin "romantik şövalye" tarafı ağır basıyor ve dünyaya "kötülük" yerine "iyiliğin" hakim olacağını varsayıyor.

Daha doğrusu iyiler yani demokratik kalmayı başarmış uluslar güçlerini birleştiriyor.

"Kolektif akıl" dönemini başlatıyorlar.

Kötülüğün karşısında ittifak kurma anlamında.

Attali buna tüm yeryüzünü kucaklayan bir "hiperdemokrasi" demiş.

"Hiperdemokrasi"nin elitleri ise Muhammed Yunus’a benziyor biraz.

Bireysel özgürlüğünü artırmaktan ziyade mutluluğunu diğerlerinin mutluluğunda arıyor.

Dünya vatandaşı olarak kökleri her yerde.

Hiçbir çıkar gözetmeden değer yaratma peşinde.

Ütopyanın bu kadarı da fazla diyebilirsiniz ama yine de kulağa hoş geldiğini itiraf edin.

Peki dünyanın geleceği derken diğer galaksilere doğru bir yolculuk durumu var mı?

Attali’ye göre "hayır".

Işığın hızını geçmedikçe dünyalının uzaklara gitmesi mümkün değil.

Güneş sisteminin "tutsağı" olmaya devam.

Galaksilere yolculuk olmasa bile "Geleceğin Kısa Bir Hikáyesi" Yunus benzeri bireyler dışında yüreğimi sıkmadı desem yalan.

Daha dün Antandros’ta MÖ 3 bin yılına ait yeni kral lahitleri ortaya çıkartılmışken geleceğin böylesine kurcalanması fazla hoşuma gitmiyor.

Dolayısıyla bana müsaade.

Şimdilik geçmişimle baş başa kalmak istiyorum.
Yazının Devamını Oku

Selin dünya ekonomisine maliyeti çok büyük

3 Kasım 2006
YAŞADIĞIMIZ "tsunami" benzeri sel felaketi üzerine TEMA e-posta gönderdi.<br><br>"Bu son felaket olmayacak" diye uyarıda bulunuyor. Ormanların tahribi, dere yataklarına inşaat, kaçak yapılaşma, plansız yollar felaketin boyutunu büyüten şeyler.

Türkiye’nin bu konularda üzerine pek çok şey düşüyor.

Önlem almak hayat kurtarır.

Bugün Türkiye’de, geçen hafta İspanya’da, geçen yıl ABD’de sellere yol açan şey "küresel ısınma".

"Küresel ısınma" bundan böyle giderek daha fazla çevre felaketine yol açacak.

Dünya Bankası’nın eski şef ekonomistlerinden Sir Nicholas Stern, "küresel ısınma"yla tam 700 sayfalık bir rapor hazırlamış.

Amacı hükümetleri uyarmak.

Stern’in hesaplarına göre, önümüzdeki 10 yılda acilen önlem alınmadığı takdirde "küresel ısınma"nın dünya ekonomisine maliyeti 5.5 trilyon Euro olacak.

Bu maliyet, iki dünya savaşından ve 1929 Büyük Bunalımı’nın toplam maliyetinden fazla imiş Stern’e göre.

Ancak madalyonun bir de başka yüzü var.

Dünya, seller ve kuraklık yüzünden yollara düşen 200 milyon dolayındaki göçmen kriziyle de karşı karşıya kalacak.

Stern’in hazırladığı rapor geçtiğimiz ay başında Meksika’da bir araya gelen çevre bakanlarına sunulmuş.

Stern, o toplantıda acilen önlem alınmasını istemiş.

"Sera gazlarını sınırlamak için Kyoto Anlaşması’nın 2010 yılında bitmesini beklemeden yeni bir anlaşma gerekiyor" demiş.

Hem İngiliz basını, hem Fransız basını Stern’in uyarılarını ciddiye almış görünüyor.

Esas mesele, saldığı gazlarla iklimin dengesini en fazla bozan ve Kyoto’yu bile imzalamamış olan ABD’nin takınacağı tavır.

Seçim heyecanıyla rapora tepkisiz kalması muhtemel.

Anlamadığım nokta şu:

Pek çok meselede başı çeken Amerikalı STK’lar böylesine ciddi bir konuda nasıl daha fazla ses çıkartmıyorlar?

Tekstilciler enseyi karartmayın

İSTANBUL Sanayi Odası’nın 5. Kongresi’nin sektör oturumları önünü görmek açısından önemli.

Kongrenin ilk günü tercihim tekstil ve konfeksiyon sanayi oturumundan yana.

Oturumun iki yabancı konuğu var.

Biri Uluslararası Hazır Giyim Federasyonu Başkanı Vassilis Masselos.

Diğeri, İspanyol Persentili Internacional’den Cecilio Marino Calvo.

Konuşmacılardan, Avrupa Giyim ve Tekstil Organizasyonu Euratex Başkan Yardımcısı Bülent Başer, hem dünyada, hem Türkiye’deki tekstil ve hazır giyim sektörleri için pembe bir tablo çiziyor.

Sektörler hem dünyada, hem Türkiye’de büyüme trendinde.

Üretici durumundaki iki devin Çin ve Hindistan’ın, 2010 yılına kadar tüketici olarak ciddi bir potansiyel olarak ortaya çıkmaları büyümeyi teşvik eden bir faktör.

Şimdiye kadar üreten bu iki büyük ülke hızla tüketen toplumlara dönüşüyor.

Başer’in verdiği rakamlara göre, Türkiye’nin tekstil ve hazır giyim ihracatında büyüme trendi Çin ve Hindistan’ı geçmiş.

"10 yılda yükselen bir başarı çizgisi yakaladık" diyor.

Türkiye’nin avantajları AB pazarına coğrafi yakınlığı ve entegre altyapı.

AB tekstil ve hazır giyimde ihracatının yüzde 25’ini, Türkiye’nin de dahil olduğu AB aday üyelerinden ve Akdeniz havzasından yapıyor.

Yapması gereken bu yüzde 25’lik pastada payını büyütmek.

Bunu nasıl yapacak?

"Hızlı moda" trendine ayak uydurarak.

Anladığım kadarıyla bu trendin başı çeken markaları Zara ve H&M.

Başarılarının anahtar sözcükleri teknoloji, tasarım, hızlı tedarik ve yılda 6 ila 8 koleksiyon.

Türkiye’nin bu yoldan giderek başarmaması için hiçbir neden yok.

Konuşmacılar arasında Masselos’un söylediği iki şey dikkatimi çekiyor.

Biri şu: "Markaya fazla kafanızı takmayın".

Diğeri de "İstanbul’u moda merkezi yapacağınıza genç tasarımcılara yatırım yapın. Şehre değil insanlara..."

Bence akılda tutulması gereken öğütler.

"Markalaşma yerine yabancı marka satın alın" da akılcı gibi görünüyor.

Oturumdan çıkardığım sonuç şu:

Çin ve Hindistan tehlikesi olsun ya da olmasın Türk tekstilciliği birkaç hamleyle daha da zirveye çıkabilir.

Akgül’den sanayicilere israfı önleme öğütleri

AKP Diyarbakır milletvekili ve Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Başkanı Prof. Dr. Aziz Akgül de İSO Kongresi’nin konuşmacıları arasındaydı.

Akgül’ün konuşmacı olduğu öğle yemeğine kalamadım ama kendisiyle sohbet imkanı buldum.

Akgül, mikro kredi konusunda kendisine örnek aldığı Muhammed Yunus’un Nobel Barış Ödülü almış olmasından dolayı pek mutlu.

Önümüzdeki günlerde Türkiye’nin mikro kredi serüvenini anlatmak için Kanada yolcusu.

1998 yılından beri Diyarbakır’da uyguladığı mikro kredilerden 4 bin yoksul kadın yararlanmış.

"Aldıkları kredi yüzde yüz geri döndü" diyor.

Diyarbakır’daki uygulamayı önümüzdeki günlerde Ankara Mamak’a da uygulamayı planlıyor.

Mikro kredinin dışında Aziz Akgül’ün odaklandığı en önemli konu israf.

Sunumuna göz atıyorum.

Sanayicilere, 1 milyon işlemde en fazla 3 hatayı öngören "altı sigma" yöntemini anlatıyor.

"İsraf, gereksiz, amaçsız ve yararsız yere yapılan her şeydir" diyor.

OECD ülkeleri içerisinde en müsrifi Türkiye imiş.

Peki bunun müsebbibi kim?

İkide bir kaldırımları döşeyip söken, yıkılacak binaya ruhsat veren, hiç çalışmayacak fabrikanın temelini atan, devletin kadrolarını şişiren kim?

"Altı Sigma" dersi sanayicilerden önce işte bunlara olmalı.
Yazının Devamını Oku

Mısır ve ayçiçeğiyle sanayi devrimi olur mu

31 Ekim 2006
GEÇENLERDE Büyükada’daydım. Ormanlık arazilere büyük tabelalar asmışlar.

"50 pet şişesi toplayana 50 kontör bedava."

Bedava kontörler kimsenin ilgisini çekmemiş olacak ki, Büyükada’nın o güzelim çam ormanları tam bir çöplük.

Pet şişe ve naylon torba çöplüğü.

Doğada 100 ila 400 yıl arasında yok olan plastik ve plastik türevi maddelerin yol açtığı kirlilik sadece Büyükada’da değil.

Tüm İstanbul’da, Gökova’nın körfezleri dahil tüm Türkiye’de.

Ve tüm dünyada.

Petrolden üretilen plastik yeryüzünün başına büyük belá.

Bu yüzden bayram tatili sırasında okuduğum Le Monde Gazetesi’ndeki "bio plastik" haberi önemli.

Öylesine önemli ki, Le Monde şöyle demiş:

"İtalya’da, Terni’de mısır ve ayçiçeğe dayalı sessiz bir sanayi devrimi gerçekleşmekte."

Meselenin özü şu:

İtalyan Novamont Şirketi, mısır ve ayçiçeği yağlarından, doğada üç ila sekiz haftada yok olan "bio-poliester" üretmeyi başarmış.

Düşünürseniz bu gerçekten bir devrim.

Elinizdeki naylon torba veya plastik şişe bir süre sonra yok olacak.

Çevreci diye geçinen Avrupa’nın bile plastik tüketimi 40 milyon ton.

Doğadan yok olmayan milyonlarca ton plastik, naylon her neyse.

1989 yılında kurulmuş olan Novamont doğada eriyip giden, ya da dönüştürülmeye elverişli malzemelerde başı çeken bir şirket.

Ancak ilk defa bitkisel yağlardan "bio-poliester" üretecek bir fabrika kurması sektörde büyük heyecan yaratmış.

Tarım ürünlerinden her gün kullanılacak eşya üretilmesi bir "ütopya" olmaktan çıkmış.

Novamont bugün kaynağının yüzde 30’unu araştırmaya ayıran bir şirket.

Mısır ve ayçiçeğinin yanısıra kolza, keneotundan da pastik üretmek için araştırmalarını sürdürüyor.

"Bio-plastik" üretmek pahalı bir iş ancak mısır ve ayçiçek üreticilerine de yeni ufuklar açıyor.

Novamont’un fabrika kurduğu Terni’de ayçiçeği üreticileri gayet memnun.

Hatta kurdukları kooperatifin ilerde fabrikaya ortak olması da söz konusu.

Mısır ve ayçiçeğinden plastik elde edilmesi çevre için büyük bir adım.

Yıllar, uzun yıllar sonra Büyükada’ya yolunuz düştüğünde, çam ormanları bugünkü gibi çöplük değilse bilin ki bunda Novamont’un payı olacak.

Dünya turizmcilerinin oyu Hülya Aslantaş’a

DÜNYA turizm sektörünün en eski ve en geniş tabanlı sivil toplum kuruluşu "Skal Enternasyonal".

1932 yılında Paris’te kurulmuş.

20 bini aşkın üyesi var.

Türkiye’deki üye sayısı ise 750.

"Skal Enternasyonal", geçtiğimiz günlerde Tayland’da yapılan 67. kongresinde bir Türk turizmci Hülya Aslantaş’ı 2. başkan olarak seçti.

İki yıldan beri Skal’ın Yönetim Kurulu üyesi olan Aslantaş, kurumun medya ve tanıtımından sorumlu.

Ö
nümüzdeki yıl Skal’ın Antalya’da yapacağı kongresinde başkan seçilmeyi umuyor.

2000 ile 2004 yılları arasında TÜRSAB Başkan yardımcılığı yapmış olan Aslantaş’a bu yeni görevinin Türk turizmine nasıl bir katkı sağlayabileceğini sordum.

"Hem içerde, hem dışarda sesimizi daha iyi duyurmaya yarayacak" cevabını aldım.

Yaramaya başlamış bile.

Zira Aslantaş’ın da katkısıyla Skal International’ın "eko-turizm" ödülü TEMA’nın Camili Projesi’ne gitmiş.
Yazının Devamını Oku

Tilmen Troya’ya rakip mi?

29 Ekim 2006
Profesör Nicolo Marchetti ile bir Gaziantep gezisi sırasında tanıştım. Bologna Üniversitesi, Arkeoloji Bölümü öğretim görevlilerinden olan Marchetti dört yıldan beri yaz aylarını Gaziantep’e 80 kilometre uzaklıktaki Tilmen Höyük’te geçiriyor.

İtiraf etmem gerekir ki , Marchetti’ye rastlamadan önce Tilmen Höyük’ten pek haberdar değildim.

Ancak Marchetti’nin "kazısına aşık" arkeolog heyecanı bir süre sonra bana da bulaştı.

"Acaba" diye düşünmeye başladım "Gaziantep’te ikinci bir Zeugma vakasıyla mı karşı karşıyayız?"

Yanılmışım.

Dört bin yıl öncesine dayanan Tilmen’i Troya ya da Boğazköy ile karşılaştırmak mümkün.

Zeugma ile değil.

Hatta Nicolo Marchetti’ye bakarsanız, Tilmen Troya’dan çok daha fazla etkileyici.

Özellikle şehircilik açısından.

"Tilmen’i ziyaret ettiğinizde yolların, evlerin yerleri belli. Dört bin yıl önce şehirciliğin nasıl olduğunu anlamanız mümkün" diyor Marchetti.

Peki Bologna Üniversitesi’nden Nicolo Marchetti’nin yolu nasıl düşmüş Tilmen’e?

Marchetti uzun yıllardan beri Ortadoğu’da kazı yapıyor.

Suriye, İsrail’deki kazıları bitince eline Tilmen Höyük ile ilgili yayınlar geçiyor.

Tilmen’i 1958 yılında ilk ortaya çıkartan kişi İstanbul Üniversitesi’nden Profesör Bahadır Alkım.

Alkım ekibi burada 1959 ile 1972 yılları arasında 10 kazı dönemi gerçekleştiriyor.

Alkım’ın ekibinden Profesör Refik Duru 2002 yılında Tilmen Höyük’te bir restorasyon çalışması gerçekleştiriyor.

DÖRT ÜNİVERSİTENİN İŞBİRLİĞİ

Bir yıl sonra da bayrağı Marchetti ve ekibine teslim ediyor.

Bologna, İstanbul, Adana ve Marmara üniversiteleri elemanlarından oluşan ekip dört yıl sonra mükemmel bir şekilde korunmuş antik şehri ortaya çıkartıyorlar.

Kral Sarayı’yla, akropolisiyle, tapınaklarıyla, şehir girişindeki aslanlı kapılarıyla M.Ö 2000 yılına kadar dayanan antik bir yerleşim merkezi.

Şehrin antik adı bilinmiyor.

M.Ö 1800 yıllarında Maraş bölgesinde hüküm sürmüş Anumkirbi adındaki bir kralın başkentlerinden biri "Khashum" olduğu tahmin ediliyor.

Marchetti’e göre, eski Babil ve eski Asur mektuplarında sık sık "Khashum"un adı geçiyor.

Antik şehrin yok olmasına yol açan ise Hitit Kralı I Hattuşili.

İmparotorluğunu güney ve güneydoğuya doğru genişleten, Halep’e doğru ilerleyen Hitit Kralı Tilmen’i yakıp yıkıyor.

Profesör Marchetti’ye göre, Tilmen Höyük kazılarında ortaya çıkartılan eserlerde küllerin ve yoğun duman izlerinin bulunması şehrin yakıldığının kanıtı.

Bu arada İtalyan arkeologdan, kalıntıların ortaya çıkartılması için İtalya’da geliştirilmiş son derece modern aygıtların da kullanıldığını öğreniyorum.

Mesela uçurtma benzeri bir aletle antik şehrin kuşbakışı fotografı çekilmiş.

Aynı şekilde, saray duvarlarının nemini ölçmek için son derece sofistike bir alet yerleştirilmiş.

ARKEOLOJİK PARK OLUYOR

Peki Tilmen neden bu kadar önemli?

Profesör Marchetti’ye göre, Tilmen Mezopotamya ile Anadolu arasında bir geçiş noktasında.

Mezopotamya ile Anadolu uygarlıklarının birbirlerinden nasıl etkilendiklerini anlamak için bu antik şehir bakmak yeterli.

Homer’in İlyada’sından 800 yıl önce yazılmış epik bir Hitit şiirinde de adı geçiyor.

İtalyan arkeolog bu arada, 12 tablet üzerine yazılmış bu epik şiirin İlyada’ya esin kaynağı olabileceğini de ekliyor.

Yani Tilmen, Anadolu’nun henüz tam aydınlığa kavuşmamış geçmişine ışık tutan bir yer.

İşin güzel yanı önümüzdeki yaz sezonundan itibaren Tilmen adının artık daha çok duyulacak olması.

Zira Marchetti’nin söylediğine göre, 2007 yaz aylarında Tilmen Höyük bir arkeolojik park olarak hizmete girecek.

Anlayacağınız Troya’ya ciddi bir rakip geliyor.
Yazının Devamını Oku

Topbaş: Belediye olarak depreme hazırlıklıyız

27 Ekim 2006
İSTANBUL yine sallandı.<br><br>Hem de iki kez. Profesör Doktor Naci Görür’e göre, bunlar "büyük depremin ayak sesleri".

Görür, dün bir gazetedeki demecinde "Feveran ediyorum ama sesimi duyuramıyorum. Başbakanlık’taki deprem zirvesine 6 klasör rapor sunduk. Kararlar alındı ama uygulanmadı" diyor.

Profesör Görür, "Neden halk depreme dayanıklı konutlar istiyoruz, diye yürümüyor. Sokaklara dökülmüyor" diye de soruyor.

Haklı.

Herkes depremden korkuyor ama tepkisiz.

Depreme hazırlıkla ilgili eleştirilerin hedefinde yine yöneticiler olunca, dün sabah İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı aradım.

Kendisine, 2003 yılının ağustos ayında hazırlanmış olan "İstanbul Deprem Master Planı"nı sordum.

İTÜ, Boğaziçi, Ortadoğu Teknik, Yıldız Teknik üniversitelerinin işbirliğiyle hazırlanan 1.200 sayfalık master planının uygulanması hangi aşamadaydı?

Topbaş’ın verdiği bilgiye göre, İstanbul’un zemin etüdü çalışmaları hemen hemen tamamlanmış durumda.

Peki ya hasarlı binaların tespiti?

"Deprem Master Planı"nda pilot bölge olarak seçilen Zeytinburnu’nda, 16 bin bina taranmış.

Tarananlar arasında 2 bin 290 binanın depreme birinci derecede riskli olduğu ortaya çıkmış.

Fatih’te 36 bin, Küçükçekmece’de 55 bin binanın taranmasına devam ediliyormuş.

Topbaş
"İstanbul nüfusunun yüzde 50’sinin yaşadığı ve deprem riski taşıyan 8 ilçede binaların tek tek taranması için ihale yapıldı. 1 yıl içersinde bu ilçelerin röntgeni çekilecek" diyor.

Yine dün konuştuğum, Büyüşehir Belediyesi’ne bağlı AKOM (Afet Koordinasyon Merkezi) Başkanı Mesut Pektaş’a göre, İstanbul’daki tüm riskli binalara ilişkin istatistiki bilgiler, 2008 yılına kadar tamamlanacak.

İstanbul’daki bina sayısı 1 milyon 600 bin.

Bunların yüzde 70’i ruhsatsız.

Ancak ruhsatsız bina illa riskli anlamında değil.

KENTSEL  DÖNÜŞÜM YASASI

Peki diyelim, İstanbul’un tüm binaları tek tek incelendi, riskli olanlar tespit edildi. Sonra ne yapılacak?

"Çare güçlendirmek ya da yıkıp baştan yapmak" diyor Topbaş.

Buna yol açacak "kentsel dönüşüm yasası" ise Meclis’te.

Topbaş’a göre, "kentsel dönüşüm yasası", bina sahiplerini mağdur etmeyecek, hem kamunun hem özel sektörün önünü açacak bir yasa.

Bu yasa çıkınca belediyenin insanları riskli bölgelerden başka yerlere nakletmeleri kolaylaşacak.

Yasanın meclisten geçmesini beklerken, İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir yanda da gecekondu ve deprem riskinin olduğu bölgeler için Avrupa Birliği fonlarından yararlanmanın yollarını arıyormuş.

Neticede İstanbul depreme hazırlıklı mı?

Değil mi?

Topbaş’a bu soruyu yöneltiyorum./images/100/0x0/55ea89edf018fbb8f8868f4b

"Kimseye rahat uyuyun diyemem. Evi sağlam değilse adam nasıl uyuyacak. Belediye kendi hizmet birimleri itfaiyesi filan depreme hazırlıklı. Kavşakları, viyadükleri güçlendirdik. Ama vatandaşın otokontrolü de şart. Bir televizyon aldığınızda garanti belgesini alıyorsunuz. Bina satın aldığınızda aynı şekilde garanti istemek zorundasınız" diyor.

Kadir Topbaş, bir yönetici olarak İstanbul depremine hazırlanmak için elinden geleni yaptığına emin.

Eğer biz vatandaş olarak bir şeylerin eksik olduğunu düşünüyorsak Naci Görür’ün dediği gibi sesimizi yükseltmeliyiz.

Boynu bükük, depremi beklemenin kimseye yararı yok çünkü.

Özcan Deniz ücrette bayram lideri oldu

RAMAZAN Bayramı süresince Antalya’daki otel ve tatil köylerinde sahneye çıkan sanatçılar arasında en yüksek ücreti 130 bin YTL ile Özcan Deniz aldı. Deniz’i 115 bin YTL ile Sibel Can, 110 bin YTL ile Ajda Pekkan izledi. Antalya Vergi Dairesi Başkanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre, Ramazan Bayramı’nda Antalya ce çevresindeki tatil beldelerindeki otel ve tatil köylerinde 38 sanatçı sahneye çıktı. Joy Kimeros Resort Oteli ile Mirada Del Mar Oteli’nde sahne alan Özcan Deniz, iki işletmeden toplam 130 bin YTL ücret alarak sanatçılar arasında en fazla ücret alan sanatçı unvanına sahip oldu. Sungate Port Royal Oteli ile Papillion Ayscha Oteli’nde sahneye çıkan Sibel Can, vergi denetim elemanlarına toplam 115 bin YTL ücret beyanında bulunarak en fazla ücret alan sanatçılar arasında ikinciliği, Majesty Mirage Park’ta sahne alan Ajda Pekkan da 110 bin YTL ile üçüncü oldu.

BEYAN YÜKSELDİ: Geçen yıl Kurban Bayramı’nda Antalya’da sahne ücretini düşük gösteren sanatçılar, bu yıl aldıkları ücreti ortalama yüzde 40 daha yüksek beyan etti. Geçen yıl Titanik Beach Resort Hotel’deki sahne ücretini 10 bin YTL gösterince hakkında inceleme başlatılan İbrahim Tatlıses, Ramazan Bayramı’nda 2 ayrı oteldeki sahne ücretini 40’ar bin YTL olarak gösterdi. Üç günlük Ramazan Bayramı’nda Antalya’daki beş yıldızlı otellerde konser veren 33 sanatçı, toplam 1 milyon 387 bin YTL ücret aldıklarını beyan ettiler. Geçen yıl 9 gün süren geçen kurban bayramında aynı sahnelerde şarkı söyleyen 58 sanatçı, 1 milyon 635 bin 214 YTL beyan etmişlerdi.
Yazının Devamını Oku

Kahramanmaraş orkidesini korumak isteyen gençlerden haberiniz var mı?

24 Ekim 2006
ŞEKER Bayramı’ndan iki üç gün önce Coca-Cola Kurumsal İletişim Müdürü Ebru Bakkaloğlu koltuğunun altında dosyasıyla geldi Dosyasının içinde gençler vardı.

Ne yapıyormuş bu gençler diye merak ettim.

Eğitim, spor, çevre ve kültür-sanat alanlarındaki sorunlara sahip çıkarak, ellerini taşın altına koyuyorlarmış.

Projeler hazırlayıp uygulanmasına yardımcı oluyorlarmış.

Görme engelliler üniversiteye nasıl hazırlanır?

Kahramanmaraş’ta nesli tükenmekte olan orkide nasıl korunur?

Şırnak’ta aile planlaması nasıl yapılır?

İntiharların yaygın olduğu Batman’da genç kızlara psikolojik destek nasıl sağlanır?

Proje geliştiren gençler bunlara ve benzer sorunlara çare arayışında.

Ebru Bakkaloğlu anlattıkça ilgim arttı.

Daha doğrusu onu dinlemek bana iyi geldi.

Şükür ki, bu memlekette sadece tarikatların eline düşen, namus cinayetleri işleyen, varoşlarda çeteler kuran gençler yoktu.

Coca Cola Türkiye, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından oluşturulan "Hayata Arı" Gençlik Fonu taşın altına ellerini koyan gençlerin hizmetinde.

Toplam 1,5 milyon dolarlık.

2005 mayıs ayından beri yürürlükte ve beş yıl daha gençlik projelerini destekleyecek.

Peki 5 bin ile 15 bin dolar arasında değişen proje desteğini almak için gençlerin neler yapması gerekiyor?

16 ile 26 yaş arasında olmaları ve en az beş kişilik bir gençlik grubu oluşturmaları yeterli.

2005 yılında Türkiye’nin farklı şehirlerinden 10 proje fon tarafından desteklenmiş ve hayata geçirilmiş.

2006 yılında ise yine 10 farklı şehirden bu kez 12 proje seçilmiş.

Yukarıda sözünü ettiğim, görme engelliler, Kahramanmaraş orkidesi, Şırnak’ta aile planlaması işte bu projelerden bazıları.

Görme engellileri üniversite sınavlarına hazırlama projesini Robert Kolejli gençler hazırlamış.

Görmeyen gençler için üniversiteye hazırlık testi olmadığını fark edip kolları sıvamışlar.

Proje şöyle:

Yaklaşık 50 tane test kitabı gönüllüler tarafından CD’lere okunacak.

Daha sonra CD’ler görme engellilerle ilgili vakıflara dağıtılacak.

Tahmin edebileceğiniz gibi 50 test kitabını okumak için gönüllü bulmak pek kolay iş değil.

Coca-Cola bünyesinde bu projeye destek için bir okuma odası açılmış.

Bu arada okurlar arkasında görme engellilerini üniversiteye hazırlamak için gönüllü olmak isteyenler ilgili@coca-cola.com.tr adresine mail atabilirler.

Ebru Bakkaloğlu’nun anlattığı projeler arasında Bitlis ile ilgili olanı da çok ilginç geldi.

O da şöyle: Tarihi İpek Yolu üzerindeki Bitlis eskiden olduğu gibi, farklı kültürlerin buluştuğu bir şehir haline getirmek için etkinlikler düzenlenecek.

Peki gençler bu "Hayata Artı" fonundan nasıl haberdar oluyorlar?

Okullara, üniversitelere bilgi ulaştırılıyormuş.

Yerel Gündem 21 de gençlere ulaşmak için destek oluyormuş.

Ayrıca CNN Türk’te cumartesi sabahları gençlere yönelik program başlamış.

Bakkaloğlu’nun anlattığı projelerden gençlerimizin fırsat verildiği takdirde son derece yaratıcı oldukları ortaya çıkıyor.

Gençlerimize güvenelim, onlara yol gösterelim diyerek tüm okurlara mutlu bayramlar.

Türk Eğitim Vakfı’nın sergisini ihmal etmeyin

AYŞEGÜL Dinçkök, Türk Eğitim Vakfı’nın (TEV) Tanıtım Komitesi Üyesi,

Dinçkök gönderdiği e-postada 1 ile 15 Kasım tarihleri arasında EKAV Sanat Merkezi’ndeki bir serginin haberini veriyor.

Türk Eğitim Vakfı’nın 40. yıldönümünde aralarında Ara Güler, Cem Boyner, Serdar Bilgili, Mehmet Günyeli, Rauf Denktaş gibi isimlerin de olduğu 20 sanatçının 40 fotografı seçilmiş.

EKAV Sanat Merkezi’nde 15 gün süreyle sergilenecek bu fotograflar satışa çıkartılacak ve geliriyle 153 Meslek Lisesi öğrencisine ve 61 üniversite öğrencisine burs verilecek.

İlerde yukarıdaki projelere imza atacak gençlere burs imkanı için TEV’in sergisini ihmal etmeyin.

Çince yerine önce İngilizce

DÜNKÜ gazetelerde dikkatinizi çekmiştir mutlaka.

Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik liselere Çince ders konacağını söylemiş.

Kuşkunuz olmasın, Çin en güçlü global oyuncu olma yolunda dev adımlarla ilerlerken Çince öğrenmenin gerekli olduğuna kesinlikle inanıyorum.

Ama biraz gerçekçi olalım.

Türkiye, şimdilik Çinçe’den önemli konumda olan "İngilizce" sorununu henüz çözemedi ki.

Talim Terbiye Kurulu eski Başkanı Profesör Ziya Selçuk’un "bu ülkede öğrencilere verilen milyonlarca saatlik İngilizce dersleri havaya gitti. Yabancı lisan öğretemedik" sözleri hala aklımda.

Yurt dışı platformlarda meslekdaşlarının karşısında iki çift laf edemeyen bürokratları, siyasileri gördükçe içim hep cız eder.

Hüseyin Çelik, Çince yerine İngilizce’yi öğretmenin yollarını bulsa bence daha isabetli olur.
Yazının Devamını Oku