Gila Benmayor

AB yolunda kaza olmaması dünya barışı için şart

25 Kasım 2006
İSTANBUL’daki Dünya Ekonomik Forumu’nun eş başkanlarından, Coca Cola International Başkanı Muhtar Kent’e göre forumun zamanlaması son derece isabetli. Avrupa Birliği’nin Aralık Zirvesi’nden önce İstanbul’dan Avrupa’ya önemli mesajlar verildiğine inanan Muhtar Kent şöyle konuşuyor: "Burada konuştuğumuz sadece dar anlamda Türkiye’nin AB’ye üyelik süreci değil. Esas konu Türkiye’nin jeopolitik konumu nedeniyle toplumların uzlaşmalarına, dünya barışına katkısı."

Yani Kent’e göre, Türkiye’nin laik, Müslüman ülke kimliğiyle Avrupa’ya entegre olma sürecinin başarısı dünya barışı için olmazsa olmaz bir koşul.

"AB üyeliği, Türkiye ve Batı toplumu için ’win win’ formülüdür" diyor.

Muhtar Kent, ekonomiden ziyade siyaset ağırlıklı sohbette iki önemli gelişmeye dikkat çekiyor.

Türkiye son yıllarda daha fazla istikrar kazanırken, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölge giderek daha fazla ve hızlı bir şekilde istikrar kaybediyor.

"Irak, şimdi Lübnan bölgeyi daha da istikrarsızlığa sürüklüyor. Burası daha büyük patlamalara gebe bir bölge. Bu yüzden reformların hızıydı, Kıbrıs sorunuydu bunlara fazla takılmamak gerek. Tren kazası kesinlikle olmamalı" diyor Muhtar Kent.

İşte bu yüzden İstanbul’daki forumdan Avrupa’ya, Avrupalı liderlere verilen mesajlar önemli.

"Avrupa bu mesajı iyi kavramak zorunda. ABD de daha güçlü şekilde kabul etmeli" diyor.

NE BREZİLYA, NE MEKSİKA

Forumun hemen hemen her oturumunda gündeme gelen Türkiye ekonomisiyle ilgili görüşlerini sorduğumda Kent’ın cevabı şöyle: "Dünyayı dolaştığımda Türk ekonomisinin dinamizmine ve direncine neredeyse bir nebze kıskançlık uyandırdığını görüyorum. Türk ekonomisinin performansını ne Brezilya, ne Meksika’da görüyorum. Bu ülkeler Türkiye kadar büyüyemedi. Çin hariç bizimki kadar istikrarlı büyüme yok."

Peki Türk ekonomisi için bundan sonrası?

Muhtar Kent’e göre, ekonominin bundan sonra aynı performansı göstermesi için yabancı sermayeye ihtiyaç var. Bu konudaki analizi şöyle:

"Atıl duran bir sermaye kapasitesi vardı. Bu kullanıldı. Bundan sonra kapasiteyi büyütmek için yabancı sermayenin daha fazla gelmesi gerek. Türkiye’deki sermaye artık yeterli değil. Çin’e bu kadar çok yabancı sermaye akmasaydı bu kadar büyüyebilir miydi? Yabancı sermaye için reformların uygulanması, daha fazla şeffaflık, alt yapı ve enerji ihtiyacını karşılamak gerek."

GÖNLÜ AYVALIK’TA


Muhtar Kent, her ne kadar Coca-Cola’nın merkezi Atlanta’da oturuyor görünse de işi nedeniyle hemen hemen her hafta dünyanın değişik köşesinde.

Valizi elinde yaşıyor. Ama gönlü en fazla Ayvalık’ta.

Anne tarafından Ayvalıklı olan Kent iki hafta önce, Ayvalık Ticaret Odası’nın düzenlediği zeytinyağı seminerinden haberdar.

Ayvalık’ta Salih Madra ile birlikte, dededen kalma zeytinliklerini ziyaret ettiğimizden de haberdar.

Beni görür görmez "zeytin ağaçlarım nasıl" diye soruyor.

Uğramaya hiç vakti olmadığı için zeytinliğinin burnunda tüttüğü öylesine belli ki.

Muhtar Kent, belki ilerde Coca-Cola’nın başına geçecek ama onun gönlü Ayvalık’ta ve zeytin ağaçlarında.

Hayat böyle bir şey işte.

İrlanda: Kadınlar iş gücüne katıldı mucize gerçekleşti

İSTANBUL’da "hızlandırılmış" iki günlük Dünya Ekonomik Forumu’nun iki açıdan önemini vurgulamak gerek.

Biri Türkiye’nin global ilişkiler açısından konumlandırılması, diğeri zaaflarının geniş katılımlı uluslar arası ortamda sorgulanması.

Önceki gün ilgi çeken oturumlardan bir tanesi "Eğitimin Türkiye’nin Geleceğini Nasıl Şekillendireceği."

Panelin katılımcıları arasında Güler Sabancı, Sabancı Üniversitesi’nden Üstün Ergüder, Koç Üniversitesi Rektörü Atilla Aşkar, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, Dünya Bankası’ndan Katherine Marshall ve Açık Toplum Enstitüsü’nden Mabel van Oranje ve ARGE danışmanlıktan Yılmaz Argüden var.

Eğitim hem Türkiye’nin, hem dünyanın en önemli meselesi. Ancak Türkiye için çok çok önemli.

Zira Türkiye nüfusu yaşlanacak Avrupa’da özellikle servis sektöründe bazı boşlukları doldurmak istiyorsa bunu ancak eğitimli gençlerle yapabilir.

Bu noktada Yılmaz Argüden’ın ilginç bir formülü var. Avrupa üniversitelerinin bizim gençleri de eğitmeleri.

Nasılsa 10, 20 yıl sonra Avrupalı öğrenci nüfusunda azalma olacak.

Milli Eğitim Bakanı Çelik son iki yılda eğitimde nasıl yol alındığını anlatıyor.

Gerçekten, "Haydi Kızlar Okula" gibi kampanyalarla oldukça fazla yol alınmış.

Ama yeterli değil.

Türk eğitim sisteminde aksayan noktalar çok. Bunlardan biri de kaynakların iyi bir şekilde değerlendirilmemesi.

Güler Sabancı’nın bu noktada genç Sabancı Üniversitesi’ni örnek göstererek kaynaklarının iyi yönetildiğini, dolayısıyla verimliliğin arttığını söylüyor.

Eğitim oturumunun başka ilginç bir anekdot, Ortadoğulu bir katılımcının "teröre eğilimli" çocukların yetişmemesi için Türkiye’den "model" talebinde bulunması.

KADIN İŞ GÜCÜ

Dün sabahki en renkli oturumlardan biri Devlet Bakanı Ali Babacan’ın da katıldığı Türkiye’nin Rekabetçi Avantajları oturumu.

IMF Türkiye temsilcisi Bredenkamp’ın yanı sıra Koç Bilgi Grubu Başkanı Ali Koç, Yaşar Holding Başkanı Feyhan Kalpaklıoğlu’nun katıldığı oturumda İrlanda’dan da Ticaret ve Çalışma Bakanı Michael Martin var.

Babacan, gelişmekte olan ülkeler arasında Türkiye’nin, AB perspektifi nedeniyle en fazla güven veren bir ülke olduğunu belirtiyor.

İyi ki AB perspektifimiz var. Bir de genç nüfusumuz.

Feyhan Kalpaklıoğlu, global ekonomiyle rekabet için Ar-Ge’ye (araştırma-geliştirme) ve alt yapıya daha fazla yatırımın önemine dikkat çekiyor.

Ali Koç, çok kültürlü bir çevrede çalışmaya alışmış Türk işadamının dünyanın her köşesinde adapte olma avantajını yaşadığını söylüyor.

Michael Martin ise Avrupa Birliği üyeliğinden önce belki de Avrupa’nın en yoksul ülkesi olan İrlanda’nın nasıl ekonomik mucize yarattığının ipucunu veriyor: "Kadın iş gücünü ekonomik hayata dahil olduk. İş gücü kapasitemizi katladık."

İşte sihirli formül.

Dünya Ekonomik Forumu
’nun bu sütunlarda yer verdiğim "Cinsiyet Uçurumu" raporunu hatırlatırım.

115 ülke arasında 105’inci sıradayız cinsiyet eşitsizliğinde.

Kriter olarak alınan dört kalem arasında en kötüsü kadınların ekonomik yaşama katılımları.

AKP Hükümeti acaba bu konuda nasıl önlem alacak?

Türkiye Avrupa’nın güvenli Enerji yolu olabilir mi?

PETROL Ofisi CEO’su Jan Nahum’un da konuşmacıları arasında olduğu oturumda Türkiye’nin Avrupa’nın güvenli bir transit enerji yolu olup olmayacağı masaya yatırılıyor.

Yani geçen akşam Almanya eski Şansölyesi Gazprom yöneticilerinden Schröder ile değindiğimiz konu. Schröder ne demişti?

Rusya’nın Türkiye’nin enerjide alternatif bir transit yol olarak ortaya çıkmasından rahatsız olmayacağını iddia etmişti.

Eski Almanla Şansölyesi ne derse desin bu konuda uzmanların kafalarında hala soru işaretleri var. Jan Nahum’a göre, önce Avrupa’nın enerji ihtiyacının ne kadarının Türkiye’den geçtiğini belirlemek gerekiyor.

Avrupa’nın gaz ihtiyacının yüzde 2.5, petrol ihtiyacının ise yüzde 4-5’i Türkiye’den geçiyor.

Bunun daha da artması Avrupa ile Türkiye arasındaki işbirliğine bağlı.

Türkiye’nin boru hatlarını PKK ve diğer terör örgütlerinin saldırılarından koruması koşuluyla elbet.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’da genç Türkiye yaşlı Avrupa’ya karşı

24 Kasım 2006
DÜNYA Ekonomik Forumu, Davos’un karlı tepelerinden Boğaz’ın kıvrımlı kıyılarına indi.<br><br>İstanbul zirvesinin teması "Bölgeleri Birbirine Bağlamak-Yeni Fırsatlar Yaratmak". Zirveyi ağırlayan Çırağan Oteli, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan Boğaz’ın kucağına konmuş.

Belki tarihinde ilk kez Dünya Ekonomik Forumu, temasıyla mekanı bu kadar bağdaştıran bir yerde.

Forumun kurucusu ve CEO’su Klaus Schwab uzun yıllar sonra zirveyi yeniden İstanbul’da toplamaktan memnun.

1970’li yılların başında işadamı Şarık Tara’nın Türkiye’nin önemi konusunda kendisini ikna ettiğini söylüyor.

"Türkiye daima yakından izlediğimiz bir ülke olmuştur" diyor.

KÜRESEL REFAH

Dün zirvenin açılış oturumu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmasıyla başlıyor.

Oturum başlığı şöyle: Türkiye ve Avrupa Birliği, Karşılıklı Çıkarlar.

Başbakan Erdoğan konuşmasında, küreselleşmeyle birlikte ülkelerin birbirlerine ekonomik bağımlılıklarını arttırdığını söylüyor.

Diğer yandan yoksulluk, göç, terör, değişik kültürlere önyargı da artıyor.

"İşte bu noktada Türkiye küreselleşmenin ortaya çıkarttığı sorunların çözümü için her türlü katkıya hazır" diyor.

"Barışı kürselleştirelim ki küresel refaha zemin hazırlayalım" diye ekliyor.

İstanbul’da İspanya Başbakanı Zapatero ile yaptıkları "Medeniyetler İttifakı" toplantısına değinerek "Bu bir küresel barış projesidir" diyor.

Daha sonra Başbakan Erdoğan, foruma katılan yabancı işadamlarına "sağlıklı ekonomi" mesajı veriyor.

Büyümenin yüzde 7.6 olduğunu, milli gelirin arttığını söylüyor.

Doğrudan yatırımın dokuzuncu ayda 12.8 milyar dolara ulaştığını belirtiyor.

2007 yılının seçim yılı olmasına rağmen kazanımları korumaya gayret edeceklerini belirten Erdoğan ülke menfaatini parti menfaatinin önünde tuttuklarını da sözlerine ekliyor.

"Türkiye bir yandan da hızla dünyaya açılıyor. Türk işadamları dünyada 77 milyar dolarlık proje üstlendi. Risk oranı yüksek Afrika ülkelerinde dahi yatırım yaptılar" diyor.

Türkiye’nin doğuyu batıya, kuzeyi güneye bağlayan bir enerji arteri olduğunu vurguluyor.

Sözlerine, Türkiye’nin Avrupa’ya gerçek anlamda küresel bir güç olmanın yolunu açacağını belirterek son veriyor.

TÜRKİYE AVRUPALIDIR

Başbakan Erdoğan
’ın konuşmasından sonra Avrupa Türkiye ilişkilerini tartışacak olan panelistlere kulak veriyoruz.

Kimler var panelistler arasında?

Litvanya Başkanı Valdas Adamkus, Avrupa Komisyonu Ekonomi Komiseri Joaquim Almunia, ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan, Doğan Gazete ve Yayıncılık CEO’su Hanzade Doğan, Doğuş Holding Başkanı Ferit Şahenk.

İşte bu panelin katılımcıları başlı başına önemli bir tablo koyuyor ortaya.

Bir yanda Babacan, Doğan, Şahenk’in temsil ettiği genç dinamik Türkiye, diğer yanda yaşlı Avrupa.

Komiser Almunia, AB’ye yeni katılan Litvanya Başkanı Adamkus ve hatta moderotör Victor Halbersdat yaşlı kıtanın temsilcileri.

Zaten bilinen şeyleri tekrarlıyorlar. Reformların başarısına, Kıbrıs sorununa değiniyorlar.

Hem İspanyol komiser Almunia, hem Adamkus kendi ülkelerinin üyelik sürecinde karşılaştıkları zorluklara değiniyorlar.

Bir noktada anlaşıyorlar:

Türkiye Avrupalı’dır.

GLOBAL OYUNCU OLMAK İSTİYORSA

Daha sonra söz alan Şahenk, Doğan ve Babacan’ın konuşmaları hem daha anlamlı, hem daha etkileyici.

Biraz da sokaktaki adamın AB’ye karşı güvensizliğini, öfkesini yansıtıyorlar.

Özellikle Hanzade Doğan, kamuoyunda desteğin giderek azaldığına dikkat çekiyor.

Birkaç yıl önce yüzde 70’lerde olan destek yüzde 30’lara düşmüş.

Doğan, "Bugün konuştuğumuz şeyler ileride önemsiz olacak. Avrupa’nın uzun vadeli düşünmesi, cesur kararlar alması gerek. Global oyuncu olmak istiyor mu? İstemiyor mu? İstiyorsa Türkiye ile olacak bu" diyor.

Babacan ise tüm reformları Türkiye’nin kendisi için yaptığını vurguluyor.

Kıbrıs meselesinde net konuşuyor: "Avrupa’nın bu konudaki hatalarını taşımayacağız."

Sonuçta hem Türkiye, hem yaşlı Avrupa bir değişim sürecinde.

Panelin genç Türklerine bakarsak Türkiye’nin değişim süreci çok daha hızlı.

Türkiye Avrupa’nın Viagrası

DÜNYA Ekonomik Forumu İstanbul Zirvesi’nde "Avrupa Riskte" diye bir rapor dağıtıyor.

Raporun yazarları arasında Türkiye’den üç kişi var.

AR-GE Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Argüden, Sabancı Üniversitesi’nden Ahmet Evin ve İstanbul’daki Ekonomi ve Dış Politika Merkezi başkanı Sinan Ülgen.

Argüden ile raporu konuşuyoruz.

Avrupa’nın en büyük eksikliğinin vizyon ve liderlik olduğunu söylüyor.

"Sadece savunmada oynayan takım kaybetmeye mahkumdur" diyor.

Avrupa’nın değerlerini ihraç etmek zorunda olduğunu, dolayısıyla genişlemek zorunda olduğunu da belirtiyor.

Argüden özetle, "Avrupa kendi geleceği için Türkiye’yle işbirliği yapmak zorunda. Çünkü Türkiye onun Viagara’sıdır" diyor.
Yazının Devamını Oku

Kıbrıs’ta Türkiye’ye haksızlık yapılıyor

23 Kasım 2006
ALMANYA eski şansölyesi Gerhard Schröder görevine devam etseydi AB ile acaba işler bu kadar sarpa sarar mıydı? Büyük ihtimalle hayır.

Teması "Düşünce Kalitesi" olan KalDer’in 15. Kongresi için İstanbul’a gelen Schröder onuruna, KalDer Yönetim Kurulu üyelerinin verdiği akşam yemeğinde eski Alman Şansölyesi’yle yakın sohbet imkanı bulduk.

Kaybettiği seçimlerden, AB üyeliğine, Rus enerjisine kadar her şeyi konuştuk.

İlk soru neden seçimleri kaybettiği yolunda.

"Reform sürecinin ortasındaydık. Riskli olduğunu biliyorduk ama reformları gerçekleştirmek zorundaydık. Almanya’daki Türklerin yüzde 80’inin oyunu almam da yetmedi maalesef kaybettim."

Peki Merkel’in politikalarını onaylıyor mu? Özellikle Türkiye’nin üyeliği konusunda izlediği tutumu?

"Merkel’i Almanya’da eleştirebilirim. Ancak yurtdışında iken bir Alman politikacısı konusunda fikir yürütmem yakışık almaz" diyor.

Schröder
masanın etrafındaki gazetecilerin sorularına gayet açık.

Ama dikkatli.

"Gazetecilerin nereden vuracakları belli olmaz. Akıllı sorular, aptal cevaplar vardır" diyor.

Temkinli olmasından dördüncü karısı Doris Köpft’ün gazeteci olmasının payı var elbette.

RUSYA’YI ENTEGRE ETMEK

Schröder
’e bir soru da politikadan sonraki hayatına alışıp alışmadığı yolunda.

"Politikayı isteyerek bırakmadım" diyor. "Birkaç ay zordu. Gerçi şimdiki işimle yine politika sınırlarında geziniyorum ama yüzde 150’lik bir kapasiteyle çalıştığım günler gibi değil. İyi ki kendime hemen bir iş buldum yoksa aileme yük olacaktım" diye ekliyor gülerek.

İş buldum dediği şeyi hatırlatmakta yarar var:

Schröder halen Gazprom’un, Rus gazının Almanya’ya taşınması için kurduğu bir şirketin başında.

Yani Gazprom’un üst düzey yöneticileri arasında.

"Avrupa’nın Rus enerji tekelinin altına girmesi tehlikesine ne diyorsunuz" sorusuna verdiği cevap şöyle:

"Rusya Avrupa için önemli bir tedarikçi. Avrupa’nın gaz alabileceği alternatifleri düşünün. İran mı? Irak mı? Yoksa Nijerya mı? Hemen burnunun dibindeki Rusya’dan neden gaz almasın. Rusya’nın güvenilir bir partner olduğunu düşünüyorum. Hem Rusya’yı Batı ekonomisine entegre etmenin hepimizin yararına olacağını düşünüyorum. Bunu da zaten en iyi Türkler bilir. Türk inşaat sektörünün Rusya’daki durumuna bakın. Demek ki Ruslara güveniyor ve iş yapıyor."

Peki Rusya Türkiye’nin transit enerji yolu olması olasılığına ne diyor?

"Rusya böyle bir ihtimale karşı çıkmıyor. Çıkması için bir neden yok. Kaldı ki, Türkiye’nin önemi enerji transit yolu olmanın çok ötesinde" diyor Schröder.

TÜRKİYE’NİN TARİHİ MİSYONU

Bu noktadan sonra konuşmanın seyri daha fazla Türkiye’nin AB üyeliği üzerinde odaklaşıyor.

Schröder bu konuda çok net.

Türkiye’nın Müslüman bir ülke olarak Avrupa Birliği içerisinde tarihi bir misyonu ve sorumluluğu var.

Türkiye’nin üyeliği aynı zamanda bölgede istikrarın ortaya çıkmasını sağlayacak.

Brüksel’deki bürokratları bu tabloyu görmemekle suçlayan Schröder, "Büyüyen Avrupa’ya Türkiye’yi dahil etmek kaçınılmazdır" diyor.

17 Aralık Zirvesi’nde Başbakan Erdoğan’ın "gidiyorum" dediği anda kendisinin Blair ve Chirac ile arabuluculuk yaptığını anlatan eski Almanya Şansölyesi, AB’nin Kıbrıs konusunda Türkiye’ye adil davranmadığını da söylüyor.

"Avrupa Kuzey Kıbrıs’a 250 milyon Euro yardım sözü verdi. Türkiye para istemediğini, izolasyonun kalkmasını istedi. AB haksızlık ediyor bu konuda" diye sözlerine ekliyor.

Tabii bu arada Türkiye’nin üzerine düşen şeyler de var.

Reformların uygulanması, 301’in kaldırılması ve ülkedeki Hıristiyanlara daha liberal davranılması gibi.

Söz Hıristiyanlardan açılmışken Papa’nın ziyaretini soruyoruz Schröder’e.

İki elini havaya kaydırıyor.

Bu konuda konuşmak istemediğini belirtiyor.

Peki ya AB dönem başkanı Finlandiya’nın limanların Rumlar’a açılması için 6 Aralık’a kadar zaman vermesi konusunda ne düşünüyor?

Schröder, "Ültimatomlar başarılı sonuç getirmez" diyor kısaca.

Yani Finlandiya’nın izlediği politikayı onaylamıyor.

Kitabımı  alın okuyun

Schröder’e geçtiğimiz haftalarda Fransa’da kitapçılarda gördüğüm "Kararlar ve Politikadaki Hayatım" kitabını soruyorum.

Satışlardan memnun mu?

Memnun zira Çince dahi basılmakta olduğunu söylüyor.

"Yazık ki yayın hakları henüz ABD’ye satılmadı" diyor.

Kendisinin de konuşması sırasında sık sık "bu kitabımda var" diye atıfta bulunduğu kitabın önümüzdeki günlerde Doğan Kitap’tan Türkçe yayınlanacağını söylüyor.

"Alın okuyun. Çok güzel bir kitap" diyor gülerek.

Hafızam yanıltmıyorsa Schröder yayınevinden kitabı için 1 milyon Euro almıştı.
Yazının Devamını Oku

Kadın erkek eşitsizliğinde Burkina Faso’dan gerideyiz

21 Kasım 2006
DÜNYA Ekonomik Forumu’nun "Cinsiyet Uçurumu" raporu bomba gibi düştü. İstanbul’da değişik platformlarda günlerden beri tartıştığımız "kadın-erkek eşitliği"ne bence son noktayı koydu.

Dünya Ekonomik Forumu’nun, kadın ile erkek arasındaki uçurumu incelediği 115 ekonomi içerisinde 105’inci sıradayız.

Burkina-Faso’nun altındayız.

Bizim altımızda hangi ülkeler mi var?

Moritanya, Fas, İran, Mısır, Benin, Nepal, Pakistan, Çad, Suudi Arabistan ve Yemen.

Türkiye, cinsiyet uçurumun en fazla olduğu Avrupa ülkesinden 20 sıra aşağıda.

"Bizden önce nasıl AB üyesi olurlar" diye itiraz ettiğimiz Bulgaristan 37’nci sırada, Romanya ise 46’ncı sırada.

Kadın-erkek eşitliğinde fena halde sınıfta kaldık.

Dünya Ekonomik Forumu’nun 2005 Mayıs ayında açıkladığı ilk "Cinsiyet Uçurumu" raporunda hatırlayacaksınız 58 ülke arasında 57’nci idik.

Harvard Üniversitesi’nden Ricardo Hausmann, Londra Business School’dan Laura Tyson ve DEF’ten Saadia Zahidi’nin hazırladığı bu ikinci rapor, kadın ile erkek arasındaki uçurumu dört kategoride incelemiş:

Ekonomik hayata katılım ve eşit fırsatlar

Eğitim

Sağlık ve hayatta kalma becerisi

Politikaya katılım

Bu dört kategoride en kötü durumda olduğumuz kalem "ekonomik hayata katılım".

106’ncı sıradayız.

Türk kadını ekonomik hayatta yer almıyor.

Diğer vahim durum "politik katılım" kategorisinde.

Burada 115 ülke arasında 96’ncı sıradayız.

Eğitimde 92’nci, sağlıkta ise 85’inci sıradayız.

İşte tablo ortada.

2005 yılında Dünya Ekonomik Forumu’nun "Cinsiyet Uçurumu" raporu yayınlandığında "Türk kadınının durumu bu kadar kötü değil" diye itiraz edenler çıkmıştı.

Rakamlar, istatistikler konuşuyor.

Cezayirli, Hintli, Etiyopyalı, Malili kadının durumu bile bizden iyi.

Dileyen raporu Dünya Ekonomik Forumu’nun sitesinden indirip okuyabilir.

Zaten bu hafta perşembe ve cuma günleri İstanbul’da toplanacak olan Dünya Ekonomik Forumu, cuma günkü oturumunda bu rapora dayanarak bir oturum düzenlemiş.

Rapor elimin altında dün gazeteye gelirken radyoda Başbakan Erdoğan, İslam Konferansı Örgütü’nün "Kadının Kalkınmadakı Rolü" konferansında konuşuyordu.

Konuşmasının tamamını dinleyemedim.

Ancak şu sözleri kulağıma çalındı:

"Cinsiyet ayrımcılığına yapılan vurgular insanları başka hatalara götürebilir. Dolayısıyla bir uçtan bir diğer uca savrulmak israfla tefrit arasında gidip gelmek bugün karşı karşıya olduğumuz tehlikelerden biri."

Başbakan’ın ne söylemek istediğini anlayamadım doğrusu.

Hangi uçtan, hangi uca savrulacağız?

Zaten basamağın en altındayız.

Öbür uç neresi?

Feminizm mi?

Kadına politikada kota mı?

Yoksa kadının ekonomik özgürlüğü mü?

Hangisi?

Shell’in global senaryolarında Türkiye

YOĞUN bir köprü trafiğinin yaşandığı dün yani haftanın ilk günü Çırağan Oteli’ndeki iki önemli toplantıya yetişmek telaşındaydım.

Biri Dünya Ekonomik Forumu’nun İstanbul zirvesiyle ilgili basın toplantısı, diğeri Shell’in global senaryolarını hazırlayan Dr. Cho Khong’un sunumu.

15 yıldan beri Davos’un müdavimi olan Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Cüneyd Zapsu’nun da katıldığı DEF’in basın toplantısında İstanbul’da perşembe ve cuma günleri nelerin konuşulacağını öğrendik.

Türkiye’nin "jeopolitik önemi", "AB üyelik süreci", "kültürlerarası diyalogda rolü" zirvenin odak noktaları.

Oturumların çoğu bu konularda yoğunlaşacak.

Zapsu’nun verdiği bilgiye göre, zirveye katılacak 380 işadamından yarısından fazlası yabancı.

Çırağan’daki dünkü ikinci toplantıya Dr.Cho Khong’un sunumuna gelince...

Khong, Shell Grubu’na politik trendler konusunda danışmanlık yapıyor.

Enerji stratejilerinin politik gelişmelere göre şekillendiğini düşünürsek Khong’un "2025 Senaryoları" önemli.

Enerjide iki faktör üzerinde önemli duruyor:

Çevre ve Çin.

Bu iki faktör gelecekte enerji stratejilerini belirleyecek.

Türkiye’ye ise "Açık Kapılar" başlığı altındaki iyimser senaryosunda şöyle değiniyor:

"Türkiye’nin laik modeli Müslüman ülkelerde giderek daha fazla yandaş kazanıyor. AB’nin tüm üyesi olan Türkiye bir başarı öyküsü olarak sivriliyor"...

Ancak...

Bu iyimser senaryodan bir, iki sayfa sonra Khong, Boston Üniversitesi’nden Jenny White’ın analizine yer vermiş.

Analizin başlığı "Radikal İslam’a Alternatif: Türkiye’nin Yeni İslam Aidiyeti Modeli"...

Hangi Türkiye?

Laik Türkiye mi? Yoksa İslam aidiyeti modeli Türkiye mi?

Enerji senaryoları üretilirken belli ki bu sorular da gündeme geliyor.

Başbakan geçmeden köprü trafiğini altüst etmek kimin işgüzarlığı

DÜN sabah sadece köprüyü geçmek 1.5 saatimi aldı.

Dakikalarca aynı noktada neden durduğumuz radyodaki haberlerde ortaya çıktı.

Başbakan Erdoğan’ın geçeceği noktalardaki güvenlik önlemleri yüzünden hareket edemiyorduk.

Araba sürücüleri korna çalarak tepkilerini ortaya koysalar da durum değişmedi.

Bu arada korna çalanlardan bazılarının da plakaları polis memurları tarafından not alındı.

Köprüye varmadan güvenlik için yolları kesen polise Başbakan’ın geçip geçmediğini sordum:

"Hayır henüz geçmedi" cevabını aldım.

Demek ki, Başbakan geçmeden insanlara 1.5 saat çile yaşatılmış.

Çırağan Oteli’nde DEF toplantısında Zapsu ile karşılaşınca şikayetlerimi ilettim haliyle.

"Nasıl olur? Başbakan geçmeden 10 dakika önce yolların kesilmesi yolunda talimat verilmiş olmalı" dedi.

Başbakanlık öyle bir talimat verdiyse yolları 1.5 saat öncesinden kesmek kimin işgüzarlığı?
Yazının Devamını Oku

Rasputin’in izinde

19 Kasım 2006
St. Petersburg’un anlı şanlı binaları arasında bir tanesi var ki hikayesi gerçekten müthiş. Rasputin, St. Petersburg’un en cazip efsanelerinden biri. Yusupov Sarayı’ndaki o mahzen odasının nasıl dolup taştığını görmelisiniz.

St. Petersburg’u ilk gördüğümde 1998 yılıydı yanılmıyorsam. Şehrin kanalları üzerinde çoğu ev boş, bakımsız ve hüzünlüydü.

İki hafta önce bir iş gezisi nedeniyle yeniden St. Petersburg’a gittiğimde bambaşka bir şehirle karşılaştım.

Penelope Cruz’lu Lancome ilanları, tüketimin büyüsüne kapılmış insanlar, sayıları 2 milyona ulaşmış arabalar ve eski yüzlerine kavuşmuş binalar.

Çarlık döneminin renklerini uçuk sarı, yeşil, pembeye boyamışlar.

İçlerinde yepyeni hayatlar yaşanıyor.

Ya çokuluslu ünlü şirketlerin merkezleri olmuşlar, ya sanat galerilerine, müzeye filan dönüşmüşler.

St. Petersburg binalarıyla birlikte yeniden hayat bulmuş bir şehir.

Otobüsle geçerken rehberimiz işaret ediyor:

"Bu Çaykovski’nin yaşadığı ev. Biraz ötesinde Gogol oturmuş. Şu pembe ev ünlü Kont Strogonof’un evi"... (Böf Strogonof da zaten elini bir savaşta kaybeden kontun etini kolaylıkla yemesi için Fransız aşhçısı tarafından icat edilmiş.)

Binaların hepsine plaketler takılmış.

İçerisinde yaşamış olanların hikayeleri ağızdan ağıza dolaşıyor.

Geçenlerde Doğan Hızlan 2010 Avrupa Kültür Başkentliği’ne hazırlanan İstanbul’da aynı şeyin yapılması gerektiğini yazmıştı haklı olarak.

İstanbul’da yaşamış olanlarla en küçük saygı, sevgi işareti evlerine sahip çıkmak değil mi?

St. Petersburg’a dönersek anlı şanlı binaları arasında bir tanesi var ki hikayesi gerçekten müthiş.

Çar II. Nikola’nın kız kardeşi Prenses İreneile evli olan Feliks Yusupov’un sarayı.

Kırım asıllı Yusupov’lar dönemin ünlü sanat koleksiyoncuları arasında.

SUİKAST OLAYIYLA TARİHİN SAYFALARINDA

Yusupov
Sarayı’nın haşmeti Paris’teki Versailles Sarayı’yla boy ölçüşebilir abartısız.

Nureyev’in de sahneye çıkmış olduğu şık tiyatro salonuyla, yağlı boya tablolarıyla donatılmış galerileriyle, konser salonlarıyla, Fas tarzı döşenmiş oturma odalarıyla Yusupov Sarayı çarlık döneminin nasıl da şaaşalı olduğunun kanıtı.

Yusupov Sarayı esas bir suikast olayıyla da tarihin sayfalarına girmiş.

Esrarengiz kişiliği bugün dahi kafalarda soru işaretleri yaratan ünlü Rasputin burada öldürülmüş.

Yusupov Sarayı’nın mahzeninde 16 Aralık 1919 tarihindeki suikast gecesi, Rasputin’in balmumu heykeliyle canlandırılmış.

Çar II. Nikola eşi Çariçe Aleksandra’yı hipnoz gücü sayesinde etkisi altına alan ve aileye istediğini dikte ettiren Rasputin’in en azılı düşmanları arasında Feliks Yusupov da var.

Yusupov, 16 Aralık gecesi sarayına Rasputin’i davet ediyor.

Rivayete göre, kadınlara aşırı düşkün olan Rasputin, Yusupov’un karısına da biraz tutkun.

Daveti kabul etmesinin niyeti genç kadını görmek.

Yusupov, çalışma odasının bulunduğu mahzen katında Rasputin’i ağırlıyor.

Kendisine siyanürlü şarap ile kekler ikram ediyor.

Hikáyenin burası biraz muğlak.

Zira siyanürün Rasputin üzerinde öldürücü etkisi olmamış.

Feliks Yusupov hemen üst kata çıkarak arkadaşlarını alıp yeniden Rasputin’in yanına geliyor ve bu kez ateş ederek işinibitirmeyi deniyor.

Rasputin avluya doğru kaçmayı başarıyor.

Peşinden gelenler yine ateş açıyor ve yere yığılan Rasputin’i çarşafa sarıp Neva nehrine atıyorlar.

Üç gün sonra nehirden çıkartılan ceset yine insanları şaşırtıyor.

Çünkü otopsi raporuna göre, Rasputin ateşli silahlardan değil boğulma nedeniyle ölmüş.

Yani nehre atıldığında canlı.

Rasputin suikastıyla ilgili bugün dahi ortaya değişik iddialar atılıyor.

Bunlardan bir tanesi suikastta İngiliz ajanların da parmağı olduğu iddiası.

I. Dünya Savaşı’
na karşı olan Rasputin’in çarı bu konuda etkilemesinden çekinen İngilizler de olaya bulaşmış.

Rasputin, St. Petersburg’un en cazip efsanelerinden biri.

Yusupov Sarayı’ndaki o mahzen odasının nasıl dolup taştığını görmelisiniz.

Yazıyı yine İstanbul’a bağlayacağım.

Zorundayım.

Bizim turist rehberleri İstanbul’u gezdirirken hangi binalarda, hangi efsaneleri anlatıyorlar.

Merak ettim sadece.
Yazının Devamını Oku

Başkan olmamı erkekler engelledi

17 Kasım 2006
BENITA Ferrero-Waldner Avrupa Komisyonu’nun Dış İlişkiler ve Komşuluk Politikaları komiseri. Ferrero-Waldner’i, önceki gün Akdeniz-Avrupa işbirliğini sürdüren EuroMed’in İstanbul’daki Bakanlar Konferansı’nda dinledim.

Eski Avusturya Dışişleri Bakanı olan Benita Ferrero-Waldner, başarılı bir politikacı.

"Kadının Toplumdaki Rolünün Güçlendirilmesi" konferansındaki sunumundan sonra birkaç gazeteciyle kendisiyle bir süre sohbet ettik.

Peşinen söylemem gerekir ki, Ferrero-Waldner, Türkiye’nin AB üyeliğine kesinlikle sıcak bakmayanlardan.

Zaten sohbet önerisini de "sadece kadın meselesi" koşuluyla kabul ediyor.

Türkiye’nin üyeliğine dışişleri bakanlığı döneminde karşı çıkmış.

İlerleme Raporu’nun yayınlandığı günlerde "Türkiye üstüne düşeni yapmadı" diye de bir açıklama yapmış.

Dolayısıyla Türkiye’yi sormuyoruz.

Kadın sorunu üzerinde odaklanıyoruz.

Dünkü Hürriyet’te de okudunuz.

Ferrero-Waldner, "aile içi şiddetin" Avrupa’nın da sorunu olduğu söylüyor.

Genellikle üzeri örtbas edilen, konuşulmayan bir sorun.

Bugünlerde İstanbul’da gösterilen Almodovar’ın "Dönüş" filmi de bu sorunun tamamiyle tabu sayılan yanını, "ensest"i konu alıyor örneğin.

Her neyse, Ferrero-Waldner’e dönersek, kadının nasıl güçlenmesi gerektiğini anlatıyor.

Anahtar sözcük "eğitim".

Kadının ekonomik bağımsızlığını kazanması.

"Avrupa’da da kadın sorunlarında alınacak yol uzun. Aile içi şiddetten tutun ücret uçurumuna kadar" diyor.

Özel sektörde erkek ile kadın arasındaki ücret uçurumu yüzde 20 ile 25 arasında dediğine göre.

Ücret eşitsizliğini önleyecek yasalar var ama uygulanmıyor.

"Avrupa’da da kadının zirveye tırmanması çok zor" diyor.

Kendisinden örnek veriyor.

Avusturya başkanlık seçimlerine adaylığını koymuş.

Yüzde 3 gibi küçük bir farkla kaybetmiş.

Bugün çok net bir şekilde "Erkekler başkan olmama izin vermedi" diyor.

Peki ya kadın kotası?

Türkiye’de kadının parlamentoda yüzde 4.4 temsil edilmesine rağmen AKP Hükümeti’nin karşı çıktığı kadın kotası?

Benita Ferrero-Waldner "Kadının kendi bileğinin gücüyle bir yerlere ulaşmasını isterdim ama kota bazı ülkelerde şart" diyor.

İstanbul’da verilmiş bu mesaj anlamlı değil mi?

Kadının durumunu iyileştirmeye yönelik adımlar atıldığını söyleyen kadın ve aileden sorumlu bakan Nimet Çubukçu "kota mesajını" ciddiye alır mı dersiniz?

International Herald Tribune Gazetesi’den İstanbul’da "lüks tüketim" konferansı

BİR süre önce İnternational Herald Tribune Gazetesi’ndeki ilan dikkatimi çekiyor.

Neredeyse yarım sayfa ilan, gazetenin İstanbul’da düzenleyeceği "2006 Moda ve Lüks Tüketim Konferansı"yla ilgili.

Biraz araştırınca 7-8 Aralık tarihlerindeki konferansla ilgili ilginç ayrıntılar karşıma çıktı.

İlki altı yıl önce Paris’in ünlü George V Oteli’nde yapılan konferansı düzenleyen kişi Herald Tribune Gazetesi’nin ünlü moda editörü Suzy Menkes.

İstanbul’da Ritz-Carlton Oteli’nde yapılacak konferansın sponsorları arasında Harvey Nichols’u İstanbul’a getiren Unitim Holding de var.

Peki bu konferans nedeniyle kimler gelecek İstanbul’a?

Suzy Menkes beraberinde gazetenin üst düzey yöneticileriyle geliyor.

Ki bunların arasında ünlü sanat editörü Süren Melikian da var.

Listedeki diğer isimlerden bazıları şöyle:

Ermenegildo Zegna, Rıfat Özbek, Hüseyin Çağlayan, Massimo Ferretti.

Konferansın açılış konuşmasını ise Fransız PPR Grubunun CEO’su François-Henri Pinault yapıyor.

Pinault ailesi Fransa’nın en varlıklı ailelerinden.

Portföyünde, Printemp, Redoute, Fnac, Le Point Dergisi, müzayede evi Christie’s, Gucci’nin yüzde 60’ı var.

Baba François Pinault dünyanın önde gelen modern sanat koleksiyoncularından.

En son sanat koleksiyonu için Venedik’te Agnelli ailesine ait Grassi Sarayı’nı almış.

PPR’ı (Pinault, Printemp, Redoute’un baş harfleri) İstanbul’a gelecek olan 40 yaşlarındaki oğluna devrettikten sonra baba Pinault kerdisini tamamıyla koleksiyonuna adamış durumda.

Herald Tribune gazetesinin bu konferansı 2010 kültür başkentliğine hazırlanan İstanbul için kaçırılmaz bir fırsat.
Yazının Devamını Oku

Zeytinyağcılar kaptansız gemide

14 Kasım 2006
AYVALIK Ticaret Odası’nın bu yıl düzenlediği zeytinyağı paneli geçen yılkinden kalabalık. Panelin yapıldığı Cunda Adası Kültür Merkezi dar gelmiş.

İzleyenlerden bir kısmı ikinci katta.

Sorular ikinci kattan geldiğinde kafalar yukarıda.

Panel kalabalık olmasına kalabalık ama bittiğinde herkeste bir tatminsizlik duygusu hakim.

Geçen yılı "coğrafi işaretleme" somut bir konu masaya yatırılmışken, bu yıl ortada somut bir konu yok.

Daha doğrusu bu yıl konu "Türk Zeytinyağı’nın İç ve Dış Pazarda Tanıtımı" ancak bunu tartışacak ve çözüm getirebilecek kişileri panel masasının etrafında göremiyoruz.

Peki kimler var?

Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı Oğuz Satıcı, Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçılar Birliği Başkanı Ali Güreli ve Tariş’ten Dr. Mustafa Tan.

Satıcı
birkaç ay önce, Dış Ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’i beraberinde getirme sözü vermiş.

Değil Tüzmen, gelmesi beklenen Dış Ticaret Müsteşar Yardımcısı bile yoktu Ayvalık’ta.

Zeytinyağı üreticilerinin sorularını yanıtlayacak, kaygılarını giderecek bir yetkili de yoktu ortalıkta.

Temmuz ortalarında yine Ayvalık’a yaptığım bir ziyarette "umutlu" görünen zeytinyağcılar bu kez kaygılı.

Nedeni şu: Temmuz ayında ham zeytinyağı fiyatı 5.30 YTL iken kasım ayında 3.20 YTL’ye düşmüş.

Üreticilerin kaybı neredeyse yüzde 40 civarında.

Hem fiyatlar düşme eğiliminde, hem bu yıl ürün bol.

Eldeki zeytinyağı ne olacak?

Bademli’deki zeytinliğini ziyaret ettiğimiz Mehmet Süner’in işaret ettiği gibi hakkında soruşturma açılan Lio’nun üreticinin malını almaması büyük sıkıntı yaratmış.

Lio’nun aldığı zeytinyağı 35 ila 40 bin ton civarında.

Panele dönersek Satıcı, zeytinyağı için bir tanıtım grubunun kurulacağını söylüyor.

Aynen fındıkta olduğu gibi.

Ancak tanıtım grubu Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçıları Birliği çatısı altında kurulmak zorunda olduğundan her iki ürünün de tanıtımını yapacak.

Bu ne anlama geliyor?

Uluslararası arenada İspanya, İtalya, Yunanistan gibi güçlü oyuncular karşısında sadece zeytinyağına odaklanmak gerekirken bunu yapamayacağız.

Zeytin ile zeytinyağını ayırmak mümkün değil mi?

Kritik sorulardan biri bu.

Tanıtım stratejisini baştan iyi belirlemezsek yol almak güçleşebilir.

İkinci kritik soru Uluslararası Zeytinyağı Konseyi’ne ne zaman yeniden üye olacağız?

Zira konsey Japonya dahil her ülkede zeytinyağının tanıtımını yapıyor ve üye ülkeler bundan yararlanıyor.

Diğer kritik bir soru AB Türk zeytinyağına kota verecek mi?

Sorular havada uçuşuyor.

Ayvalık’ta tespit ettiğim tablo şu: Zeytinyağcılar kaptansız bir gemide yol alıyor.

Oysa Türkiye’de zeytin ağacı sayısı hızla artıyor.

Son 10 yılda ağaç sayısı 50 milyon artmış.

Resmi rakamlara göre sertifikalı üretim için bu yıl 57 milyon başvuru yapılmış.

Bugünkü 140 milyon zeytin ağacıyla Türkiye her yıl 200 bin ton zeytinyağı üretecek kapasitede.

Zeytinyağcılar 5 yıl sonra İspanya’dan sonra ikinci büyük üretici olmaya odaklanmış ama geminin kaptanı yok dediğim gibi.

Tarama Raporu’nda zeytinyağına kota yok

AYVALIK Ticaret Odası Başkanı Rahmi Gencer soruyor:

"Türkiye AB’den niye zeytinyağı kotası alamıyor. Bu sorunun cevabı kimde?"

Satıcı
da bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyor.

Gümrük Birliği görüşmeleri sırasında zeytinyağı unutulmuş mu?

Yoksa bir pazarlığa mı kurban gitmiş?

Neticede Türk zeytinyağcıları yüksek gümrük vergisi nedeniyle ve kota olmadığı için ürününü Avrupa’ya satamıyor.

Dünyadaki zeytinyağı üreten ülkeler içersinde bir tek Türkiye’ye kota yok.

Tunus, Cezayir, Ürdün gibi ülkeler dahi kotaya sahip.

Ayvalık dönüşü Brüksel’deki AB uzmanı bir arkadaşıma danıştım.

Elinin altındaki Tarama Raporu’na göz attı ricam üzerine.

Raporda zeytinyağımızla ilgili bir "durum tespiti" var.

Zeytinyağcıların "teşvik primi" aldıklarından söz edilmiş ki buna şaşırdım.

Çünkü Ayvalık’ta başka şey duyduk.

Bizim üretici, AB’den yüklü sübvansiyon alan Avrupalı üreticiler karşısında giderek kırpılan destek nedeniyle haksız rekabetle karşı karşıya.

Neticede, Tarama Raporu’nda kotaya ilişkin bir talep olduğu yer almamış.

Sakıp Sabancı yaşasaydı Ecevit’in cenazesinde olurdu

AYVALIK dönüşü DSP Genel Sekreteri Ahmet Tan aradı.

Buruktu.

Ecevit’in cenazesinden bir, iki gözlemini aktarırken "Niye Türkiye’nin önde gelen işadamları cenazede yoktu" diye sordu.

Hürriyet
Gazetesi’nin dünkü manşeti "Halkın Cenazesi"ne dikkat çekerek "Halk oradaydı ama önde gelen işadamlarımız yoktu. TÜSİAD’ın ağır topları yoktu. Demek ki, iş dünyası halktan kopuk" dedi.

"Sakıp Sabancı yaşasaydı gelirdi. Çünkü o halkla iç içe biriydi" diye de ilave etti.

Ahmet Tan ile konuştuktan sonra benim de aklıma takıldı.

Acaba cenazeye katılmayan iş dünyasının ağır topları Ecevit’i ekonomik krizi tetiklemekten ötürü hiç affetmemiş miydi?
Yazının Devamını Oku

Türk mutfağı için şimdi tam zamanı

12 Kasım 2006
Türkiye’nin tanıtımını yapacaksanız insanları tavlamanın en kolay yolu mideden geçmez mi? Sevim Gökyıldız gibi bu işe gönül vermiş bir avuç insanı bir araya getirmek o kadar zor mu? Ya da yurtdışındaki insanlarımızı gerçek Türk lokantaları açmaya teşvik etmek.

Sevim Gökyıldız
"Fransa’dan döndüm. Anlatacağım çok şey var" diye haber salmış.

Buluştuk.
/images/100/0x0/55ea83a5f018fbb8f884f2e7
Gökyıldız, Mutfak Dostları Derneği’nin ikinci başkanı.

Dört yıldan beri her sonbahar Fransa’nın yolunu tutuyor.

Fransa’nın güneydoğusunda Annecy Gölü kıyısındaki L’Imperial Palace Oteli’nde on beş gün boyunca Türk yemekleri haftası düzenliyor.

Bu sefer giderken beraberinde The Marmara’nın şeflerinden ve "Genç Aşçılar Birliği"nin Başkanı Gökhan Tufan’ı da götürmüş.

29 yaşındaki Tufan, "gastronomi guru"larını, burunlarından kıl aldırtmayan o Fransızları müthiş etkilemiş.

Fransız şefler, Türk mutfağının püf noktalarını öğrenmek için kuyruğa girmiş.

Genç şef bakmış ki öğretmek için ayıracak zamanı yok, hepsini "kurs" için İstanbul’a davet etmiş.

Gökhan Tufan
, anladığım kadarıyla geleceğin önemli şeflerinden biri olma yolunda.

Sevim Gökyıldız’ın anlattıklarına gelince.

"Türk yemekleri haftası bu yıl her zamankinden daha başarılıydı. Her gece 150 ila 200 kişiyi ağırladık" diyor.

Fransızlar, sıcak, soğuk mezelerini yiyip, karnıyarık ile tel kadayıfına sarılmış karidesleri de midelerine indirdikten sonra mutlu ayrılmışlar.

"Afiyet Olsun. İstanbul La Magnifique" yazısının bulunduğu mönüyü beraberlerinde götürmeyi ihmal etmeyerek.

Sevim Gökyıldız, Fransa’da Türk mutfağı tanıtmak için yıllardan beri çırpınıyor.

Birkaç sponsorun desteği dışında yapayalnız.

www.cuisineturque.com sitesinde yurtdışındaki Türk mutfağı meraklılarına ha bire Fransızca tarifler yazıyor.

Tariflerinin inceliklerini merak edenlerle internet üzerinden haberleşiyor.

FABRİKA DÖNERLERİ

Yurtdışına çıktığında, Almanya’da fabrikadan çıkmış dönerleri, kebapları satan lokantalarda "Türk mutfağı" yazısını görünce deli oluyor.

Ben de öyle.

Türk mutfağı’nın bir Fransız, İtalyan ya da Çin mutfağı gibi tanınmamasından üzüntü duyuyor.

Ben de öyle.

Paris, New York, Berlin’de yüzlerce İtalyan, Çin lokantası varken hemen hemen hiç Türk lokantası olmaması kanıma dokunuyor.

Geçenlerde Hürriyet Pazar’da Doğan Uluç’un yazısını hatırlayın.

Birleşmiş Milletler’deki "Yunan Yemekleri Festivali"nde, çoğu ortak bir kültürün ürünü yemekler tamamıyla Yunan mutfağı olarak sunulmuştu.

Gerçek şu: Türk mutfağını dünyaya duyuramadık.

Kabahat bizim.

Bunun için bir strateji oluşturamadık.

Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konunun üzerine hiç ciddiyetle eğilmedi.

Türkiye’nin tanıtımını yapacaksanız insanları "tavlama"nın en kolay yolu mideden geçmez mi?

Sevim Gökyıldız gibi bu işe gönül vermiş bir avuç insan bir araya getirmek o kadar zor mu?

Ya da yurt dışındaki insanlarımızı gerçek Türk lokantaları açmaya teşvik etmek.

Sevim Gökyıldız’ın Fransa’daki deneyimlerinden ve geçen ay New York Times ardından Herald Tribune gazetelerinde Türk mutfağıyla ilgili övgü dolu yazılardan anlıyorum ki Türk mutfağı için atağa geçmenin vakti geldi.

Hemen şimdi.
Yazının Devamını Oku