Gila Benmayor

Sakıp Sabancı Konferansı’nın buluşturduğu ünlü isimler

8 Mayıs 2009
<b>WASHINGTON</b><br>BROOKINGS Enstitüsü’ndeki 5. Sakıp Sabancı Konferansı’nın açılış konuşmasını yapan Güler Sabancı "Bu konferansın bir amacı da öğrencilerimize dünyanın karmaşıklığını anlama fırsatını vermek" diyor. ABD’nin önde gelen bu düşünce kuruluşunda beş yıldan beri ünlü konuşmacıları ağırlayan konferans uydu yayınla Sabancı Üniversitesi öğrencileri tarafından izleniyor.

İstanbul’daki öğrenciler ünlü konuşmacılara soru sorabiliyorlar.

Nitekim, bu yıl öğrencilerin sorularına muhatap olan isim Oxford Üniversitesi Rektörü eski Hong Kong valisi Chris Patten.

Patten’in "Çok Taraflı İlişkilerin Türkiye ve Avrupa’ya getirdikleri" konuşması bana kalırsa tam gençlere yönelik bir mesaj taşıyor.

Çünkü AB üyeliği konusunda kafaların her zamankinden fazla karışık olduğu bir dönemde "Bugünün Avrupa’sı nedir" sorusuna cevap arıyor.

Sizi bilmem ama ben daha çok çevremdeki gençlerden "AB diye bir şey kalmayacakÖ Ne diye üyelik için uğraşıyoruz" gibi sözleri duyuyorum.

Patten, AB’nin devam eden bir süreç olduğuna inanıyor.

NASIL BİR YOL SEÇECEK

Birliğin bazı konularda zaafları olsa da, vizyoner ve hatta devrimci bir meşale taşıdığını söylüyor.

Bu sözleri bizim gençlerin duymaları önemli.

Peki ya Türkiye’nin üyeliği? "Pozisyonum açık. Daima üyeliği savundum. Türkiye’nin üyeliği Avrupa’ya hem ekonomik hem politik katkı yapacaktır" diyor.

Ardından şöyle bir şey ilave ediyor:

"Türkiye nasıl bir ülke olmak istediğine karar vermeli. İleriye mi gidecek? Yoksa geriye mi? Umarım ki, daha başarılı, daha cesur bir ülke olma yolunda ilerler."

Chris Patten’in konuşmasının tüm ayrıntılarına girmeyeceğim.

Ancak konuşmasından kısa bir süre sonra başka ünlü bir ismin, düşünür ve siyaset bilimcisi Prof. Francis Fukuyama’nın da benzer sözlerle "Türkiye nasıl bir yol seçeceğine karar vermeli " dediğini belirtmek istiyorum.

FUKUYAMA: BELİRSİZLİK ARTIYOR

Demek ki Türkiye’nin geleceği ile ilgili kafalarda soru işaretleri az değil.

"Tarihin sonu" kitabıyla bir dönem fırtınalar estiren Fukuyama’da nereden çıktı diyeceksiniz?

Sakıp Sabancı Konferansı’ndan sonra Brookings Enstitüsü’nün bir salonunda yenilen öğle yemeğinde bakın masanın etrafında kimler bir araya gelmiş:

Güler Sabancı, Kemal Derviş, Prof. Francis Fukuyama, Chris Patten, Strobe Talbott, ABD’nin eski Ankara Elçileri Mark Grossman, Morton Abramowitz.

Fukuyama’ya dönersek, Türkiye’nin AB üyeliğinde belirsizliklerin giderek arttığını söylüyor.

Kültürel farklılığı, kimlik, etnik köken gibi şeyleri daha açık konuşmanın AB üyelik sürecine katkısı olacağına inanıyor Fukuyama.

DERVİŞ: TÜRKİYE ŞİMDİ DAHA GÜÇLÜ

Brookings Enstitüsü’nde Başkan Yardımcılığı’na atanan, aynı zamanda Sabancı Üniversitesi Uluslararası Danışma Kurulu Üyesi olan Derviş, AB üyelik süreciyle ilgili şu ilginç saptamada bulunuyor.

"Avrupa’nın koşullarını yerine getirerek üye olma mekanizması artık yürümeyecek" diyor.

Şöyle devam ediyor:

"Türkiye 10 yıl öncesinin Türkiye’si değil. Daha güçlü. Paradigmalar değişti. Üyelik süreci tek tarafın yöneteceği bir şey olamayacak artık. Türkiye’nin daha aktif olacağı bir aşamaya girmek zorunda."

Washington
’daki AB-Türkiye ilişkileri tartışmaları böyle.

5. Sakıp Sabancı Konferansı’nın nicedir Avrupa kıtasına sıkışmış bu tartışmaları alıp "Yeni Dünya"ya taşımış olması işin başka boyutu.

Obama’ların lokantasında yemek yedik

AVRUPA Birliği heyecanından olsa gerek Washington’da ilk gün, Brookings uzmanlarından dinlediğimiz "Obama’nın 100 günü" değerlendirmesini neredeyse es geçiyordum.

Özetle genel kanı şöyle:

Obama küresel krize rağmen tüm sorunlara aynı anda el atmaktan çekinmemiş.

Hem ekonomide hem iç politikada sorunları çözme konusunda son derece cesur kararlar almış.

100 Günlük performansı genel hatlarıyla başarılı bulunan Barack Obama ne yapmış?

Kendisini ve desteğini esirgemeyen eşi Michelle Obama ’yı ödüllendirmek için şehrin en ünlü Fransız Lokantası’nda yer ayırtmış.

Kendilerine ayrılan küçük bir odada eşiyle baş başa yemek yemiş.

Ödediği paranın yüzde 20’sini bahşiş olarak bırakmış.

Biz de, Obama çiftinden tam bir gün sonra "Citronelle" Lokantası’nın yolunu tuttuk.

Şef Michel Richard’ın lokantasında yediğimiz yemekler doğrusunu söylemek gerekirse bizi öyle mutluluktan havalara filan uçurmadı.

Ama şefin bizi mutlu etme gibi bir kaygısı olduğunu da pek sanmıyorum.

Zira Obama’ların tercihi televizyonlarda o kadar konuşuldu ki Citronelle 3 yıllık müşterisini garantiledi.
Yazının Devamını Oku

Obama’dan çokuluslu şirketlere kötü haber

5 Mayıs 2009
<b>WASHINGTON</b><br>ABD’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından Brookings Enstitüsü’ndeki 5. Sakıp Sabancı Konferansı için Washington’dayız. "Domuz gribi" nedeniyle yolculuk sırasında bazı sıkıntılar doğabileceği kaygısı meğer yersizmiş.

Sadece aktarma yaptığımız Frankfurt Havalimanı’nda gribe karşı uyarı panoları gördüm.

Yolculuk boyunca havalimanlarında yüzleri maskeli yolcular dahi tek tüktü.

Başkan Obama’nın "gözde kuruluşu" olarak bilinen Brookings Enstitüsü’nde 5. Sakıp Sabancı Konferansı’ndan önce uzmanların ağzından "Obama’nın ilk 100 Günü"nü dinleyeceğiz.

5. Sakıp Sabancı Konferansı’nın konuşmacısı Oxford Üniversitesi Rektörü Chris Patten.

Kendisini Hong Kong’un, Çin’e devrinden önceki son valisi ve Avrupa Komisyonu üyesi olarak da tanımıştık.

Vereceği konferansın konusu şöyle:

"Atlantik Bölgesi Ortakları. Çok Taraflı İlişkilerin Türkiye ve Avrupa’ya Getirdikleri."

Yeni Dışişleri Bakanımız Profesör Dr. Ahmet Davutoğlu’nun da beğeneceği bir konu bu sanırım.

OFF-SHORE 700 MİLYAR DOLAR

"Obama’nın ilk 100 Günü"nü dinlemeye hazırlanırken dün sabah The Wall Street Journal’in başlığındaki haber dikkatimi çekti.

Habere göre, Başkan Obama çokuluslu Amerikan şirketlerin ve Amerikalı zenginlerin "off-shore cennetlerine" kısıtlama getirmeye hazırlanıyormuş.

Son verileri göre, çokuluslu Amerikan şirketlerin ABD dışında, son yıllarda 700 milyar dolar kadar birikmiş parası var.

Vergisi ödenmeyen önemli bir miktar bu.

Obama Yönetimi’nin gözü işte bu parada.

Yönetimin, bu şirketlerin Amerikan vergi sisteminin ve hatta yatırım yaptıkları gelişmiş ülke vergi sistemlerinin dışında kalmalarını sağlayan yasal yapıya müdahale etmeye hazırlandığı söyleniyor.

Ayrıca yüzlerce çokuluslu şirketin "off-shore hesap" açmasına izin veren yasalar gözden geçirilecek.

Büyük bir olasılıkla hesap açılmasını zorlaştıracak.

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER 

Bu arada The Wall Street Journal’in haberine göre, Başkan Obama, yürürlükteki vergi yasalarından cesaret alan çokuluslu şirketlerin daha çok yurtdışı yatırımlara yönelmesinden şikayetçiymiş.

Vergi yasalarını değiştirerek bu şirketlerin kendi ülkelerine yatırımın ve ABD’de yeni iş alanlarının de önünü açmak istiyormuş.

İşte bu noktada kafamda bir soru işareti var.

Bu işin ucu, eninde sonunda yabancı yatırım beklentisinde olan bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri etkilemez mi?

Bu arada General Electric, Hewlett-Packard, Cisco, Johnson& Johnson gibi şirketleri de etkileyen bu girişime Amerikan iş dünyasından itiraz sesleri yükselmeye başlamış.

Burası lobilerin güçlü olduğu bir ülke.

Bakarsınız, Başkan Obama’nın bu planı rafa kaldırılıvermiş.

Ben olsam da olmasam da misyonumuz devam edecek

LÜTFİ Kırdar konser salonu ilk kez böylesine kalabalıktı.

Ünlü piyanist Fazıl Say ve arkadaşlarının Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin 20’nci yıldönümü için verdiği konser dinleyici kitlesiyle bir rekordu.

Balkonlar yetmemiş sahneye de sandalyeler konmuştu.

Böyle bir kalabalığın ÇYDD Başkanı Prof. Türkan Saylan tekerlekli sandalyesiyle sahneye getirildiği anda hep birlikte ayağa kalkıp alkışlamaya başladığını düşünün.

Müthiş bir manzara.

Konser için hastaneden izin alan Türkan Saylan’ın konuşması ilk kez kendisini yorgun düşüren hastalığının işaretini veriyordu.

Dokunaklıydı çok konuşma.

"Ben olsam da, olmasam da misyonumuz devam edecek" diyordu Saylan.

Hem konserin başında, hem sonunda yaptığı konuşma insanları ağlattı desem abartı değil.

Ergenekon’un 12’nci dalgasında tutuklanan ve iki hafta cezaevinde kalan Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğretim görevlilerinden Profesör Dr. Ayşe Yüksel için de bir alkış istedi Saylan.

O gece alkışlar sadece Saylan ve Yüksel’e değildi elbet.

15 yıl önce ÇYDD için bir konser vermiş olan Fazıl Say ve arkadaşları da ayakta alkışlandı dakikalarca.

Kimlerdi Say’ın arkadaşları?

Keman sanatçıları Patricia Kopatchinskaja ve Cihat Aşkın, viyolonsel Çağ Erçağ, ney sanatçısı Burcu Karadağ, bariton Güvenç Dağüstün ve "bandoneon" ustası Tolga Salman.

Hepsi Fazıl Say’ın piyanosu eşliğinde sanatlarını öylesine bir ahenk içersinde icra ettiler ki, söze dökmek güç.

Hele o "Nihavend Longa" üzerine doğaçlamalar...

Konseri düzenleyenlere, sanatçılara herkese teşekkürler.
Yazının Devamını Oku

Hilmi Güler Nabucco kurbanı mı?

3 Mayıs 2009
KABİNE değişikliğinde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler gitti, yerine Taner Yıldız geldi.<br><br>Güler, dünyada ’enerji arz güvenliği’ meselesinin zirve yaptığı günlerde bakanlık yaptı. Peki onun döneminde en çok neleri konuştuk?

Nabucco Projesi’ni, ilk nükleer santral ihalesini, yenilenebilir enerjiyi, enerji verimliliğini arttırmaya yönelik En-Ver Projesini.

Nereden bakarsanız bakın hepsi birbirinden önemli.

Hilmi Güler, bunlarla ilgili bilgi paylaşmaya daima açık biriydi.

Dün Türkiye’nin enerji stratejisini en iyi bilen isimlerden biriyle son gelişmeleri konuşurken dedi ki:

"Güler bir umut taciriydi. Her şeyi fazlasıyla toz pembe gösteriyordu".

Hilmi Güler’
in "yalnız da kalsak mutlaka yapılacak" dediği Nabucco Projesi örneğin.

Bugün gelinen noktada durum şöyle:

Türkiye üzerinden Avrupa’ya gaz taşması öngörülen, AB Komisyonu’nun desteklediği Nabucco kelimenin tam anlamıyla "komada".

Enerji dünyasında işler ışık hızıyla gelişiyor.

Bakın anlatayım.

RUSLAR AZERİLERLE ANLAŞINCA

Ocak ayında İstanbul’a gelen, merkezi Viyana’daki Nabucco Uluslararası Gaz Boru Hattı Direktörü Reinhard Mitschek iddialı konuşmuştu.

3 bin 200 kilometrelik boru hattının yapımında geri sayımın başladığını söylemişti.

Mitschek’e göre, Nabucco için gerekli 30 milyar metreküp gazı Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan’ın yanı sıra ilerde İran, Irak’tan da temin etmek mümkün olabilecekti.

Boş bir hayal. Zira uzmanlara göre, enerji üstünlüğü korumak isteyen Rusya, Kazakistan, Türkmenistan hatta Özbekistan’ın gazını "kapatmıştı".

Geriye Şah Deniz’den 9 milyar metreküp ayırmayı vaat eden Azerbaycan kalıyordu.

Ne ki yaklaşık bir ay önce Rus Gazprom, Azerilerle gazını satın almak için anlaşınca Nabucco tümden açıkta kaldı.

Bu arada elbet işin siyasi boyutu da var. "Ermenistan yakınlaşması" Rusya’nın Bakü nezdinde elini daha da güçlendirdi. Enerji uzmanı, ekonomist Mehmet Öğütçü’ye bakarsanız "Nabucco’da siyasi momentum" kaçtı.

GÖZLER GÜNEY AKIM’DA

Nabucco’yu isteyen bir Avrupa Komisyonu, bir de Türkiye kaldı.

Projeye başında sıcak bakan Fransa, İtalya, Almanya kendi hesaplarının peşinde.

Bu arada Türkiye Nabucco pazarlığında hızlı davranmadığı için Rus Gazprom’un desteklediği Güney Akım Projesi ön plana geçti.

Bu projeyi Ruslarla ortak yürüten İtalyanlar, Fransızlar ve AB Komisyonu’nun Nabucco bütçesine darbe indiren Almanya gözlerini Güney Akım Projesi’ne çevirmiş durumda.

Neticede enerji yollarının kesiştiği yerde, stratejik bir konumda olduğumuz doğru.

Ama mesele konumdan ziyade enerji kartlarını büyük bir ustalıkla açmak.

Aynen dünyanın en ünlü satranç ustalarını çıkartan Rusya’nın yaptığı gibi.

Hilmi Güler’in bu kartları doğru açıp açmadığı konusunda kafasında soru işaretleri var.

Tabii bunun yanı sıra, enerji çevreleri tarafından "fiyasko" olarak tanımlanan nükleer enerji ihalesi var.

Rusların ortak olduğu tek bir teklifin sunulduğu nükleer ihale de Hilmi Güler’in karnesinde başarısızlık hanesine geçmiş. Şimdi yeni bir Enerji Bakanımız var.

İlk sınav 7-8 Mayıs tarihlerinde Prag’daki Enerji Zirvesi’nde. Bakalım Nabucco bu zirvede nasıl gündeme gelecek?
Yazının Devamını Oku

Sosyal projeleri çöpe atan CHP’li Belediye Başkanı

1 Mayıs 2009
YEREL seçim sonrası ne bekliyorduk, neyle karşılaştık. Beklentimiz "sosyal belediyecilik" anlayışının daha çok yaygınlaşmasıydı.

Özellikle 29 Mart seçimlerinde olumlu bir rüzgar yakalayan CHP’li belediyelerde "sosyal proje" patlaması.

Küresel ekonomik krizin daha fazla hissedildiği, yoksulluğun arttığı, işsizliğin rekor seviyelere tırmandığı bir dönemde "sosyal projeler"in hızla artması gerekmez miydi?

Sadaka kültürünün önünü kesecek iddialı projeler.

Oysa tam tersi oldu.

Kadıköy’de 15 yıldır sosyal projeleri başarıyla uygulayan merkezler teker teker kapatılıyor.

Projelerin çoğunun Türkiye’de "model" olduğunun da altını çizelim.

Peki merkezleri kapatan kim?

Kadıköy’den de 7 mahalle alarak 17 mahalleyle yeni ilçe olan Ataşehir’in çiçeği burnunda Belediye Başkanı Battal İlgezdi.

GEREKÇE: PARA YOK

Merkezlerin kapatıldığını duyduğumda önce inanamadım.

Zira yıllarca Kadıköy Belediye Başkanlığı Yardımcılığı yapan İnci Beşpınar’ın sosyal projelerini çok yakından izleyen biriyim.

Beşpınar kadınları, çocukları, engellileri, işsizleri, mesleksizleri kucaklayan projeleri hayata geçirmiş.

En ücra, yoksul mahallelerde "İnci Abla" diye ünlenmiş.

Kendisine destek olan 400 kişilik bir gönüllü ordusuna sahip.

AB fonlarından yararlanmayı iyi biliyor.

10 tane Aile Danışma Merkezi, 6 tane Meslek Edindirme Merkezi, Çocuk Evi, (kreş) Aşevi gibi merkezler kurmuş.

Son seçimlerde Kadıköy Belediyesi’nden istifa etti. Ataşehir için CHP’den aday adayı oldu.

Aday olarak gösterilmeyince seçimleri kazanması için Battal İlgezdi’ye destek verdi. Yıllarca çalıştığı mahalleleleri bu kez oy için dolaştı.

Ataşehir Belediyesi’nin sosyal projeleri rafa kaldıracağını duyunca İnci Beşpınar’ı aradım.

İddiaları doğruladı.

Battal İlgezdi’nin gerekçesi, yıllardan beri binlerce kişiyi ağırlayan merkezleri Kadıköy Belediyesi’nden devralmak için "yeterli para" olmadığı.

HİZMET GÖNÜLLÜLERDEN

Bu merkezlerin aylık kira bedelleri 40-50 milyon lira.

Anladığım kadarıyla, müteahhit kökenli İlgezdi belediyelerin "kár amacı" güden işletmeler oldukları görüşünde.

Nerede kaldı sosyal belediyecilik?

İlgezdi partisinde kötü örnek oluyor. Kaldı ki, kiranın dışında başka masrafı da yok.

"Hepsinde 10 kadar personel çalışıyor. Hizmeti gönüllüler veriyor zaten" diyor Beşpınar.

Aile Danışma Merkezleri’
ndeki psikolojik, hukuk, sağlık danışmanlıklarını gönüllüler üstlenmiş.

Gençlere üniversite kursları verenler öyle. Meslek edindirme kursları da öyle...

İnci Beşpınar son derece başarılı bir sistem oturtmayı başarmış.

Yeni Belediye Başkanı Battal İlgezdi, bunları alıp geliştireceği ve geriye kalan 10 mahalleye yayacağı yerde elinin tersiyle itiyor.

Yıllarca Kadıköy Belediyesi’nde hizmet veren Beşpınar’ın bu deneyimlerini Ataşehir’e aktarmasını önlüyor.

PARTİSİNE ZARAR VERİYOR

Beşpınar’ın 400 gönüllüsünden biri olan Aysun Çalık, İlgezdi’yi vazgeçirmeye çalışmış. İlgezdi’yi ikna etmek mümkün olmamış.

İçerenköy Aile Danışma Merkezi’nde çalışan Aysun Çalık, merkezin kapatılacağını duyunca insanların ağladıklarını anlatıyor.

Atatürk Mahallesi’ndeki kreş de topun ağzında.

Beşpınar "Çocuklarını bu kreşe bırakan annelere biz asgari ücretle işe yerleştirmiştik. Kreş kapandığı takdirde işi bırakmak zorunda kalacaklar" diyor.

Bu arada İlgezdi’nin bu konuda söyleyeceklerini merak edip aradım. Ne ki konuşmak pek mümkün olmadı.

İlgezdi önce "Merkezleri Kadıköy Belediyesi kapatıyor" dedi. Sonra "Kim ne derse desin kapatacağım" dedi ve telefonu "pat" diye yüzüme kapattı.

Battal İlgezdi bildiğini okuyabilir.

Ama sosyal belediyeciliği elinin tersiyle iterek öncelikle partisine zarar verdiğini bilmeli.

Şunu da bilmeli.

Beşpınar projelerini pekálá başka belediyelerde uygulayabilir.

Nitekim dün aradığımda, Bandırma’nın CHP’li Belediye Başkanı Sedat Pekel’in davetlisi olarak deneyimlerini aktarıyordu.
Yazının Devamını Oku

Kredi kartına evet Paracard’a hayır

28 Nisan 2009
AVRUPALILAR kredi kartındaki "yenilikçiliğimize" şaşırıyorlar.Visa Europe’un CEO’su Peter Ayliffe "yenilikçilik" konusunda Türkiye’nin İngiltere’den sonra ikinci sırada olduğunu söylüyor. Yine bizlere özgü bir ikilem söz konusu.

Bir yanda bol miktarda kredi kartı mağdurumuz var.

Diğer yanda kredi kartlarında en sofistike, en öncü ülkelerden biriyiz.

Peter Ayliffe ile Visa Europe’un Berlin’deki yıllık toplantısı sırasında sohbet imkanı buldum.

Ayliffe, "temassız kart"a Türkiye’nin diğer ülkelere oranla çok daha çabuk alıştığını söylüyor.

120 bin dolaylarında "temassız kartın" yıl sonuna kadar 400 bine ulaşması bekleniyor.

"Çip&Pin"
diye bilinen şifreli karta da geçişimiz İtalyanlar ve İspanyollara oranla çok daha hızlı olmuş.

Visa Bölge Müdürü Berma Ülman hatırlatıyor.

"Kredi kartına taksit" de yine yenilikçiğimizi gösteren parlak bir buluşumuzdu.

KREDİ KARTLARININ FIRST LADY’Sİ

Berna Ülman
, Romanya, Yunanistan, İsrail gibi ülkelerin bizden çok sonra böyle bir sistemi devreye soktuklarını söylüyor.

Fransa şimdi bunu deneme aşamasında.

Ülman’a göre "kredi kartına taksit" sistemi 2001 krizinde hem tüketiciyi, hem perakendeciyi daha güçlü kılmış.

Küresel ekonomik krizde bir can simidi olabilir.

Bu arada kart alışkanlığımızla ilgili ilginç bir nokta.

Kredi kartlarına düşkünlüğümüz o kadar fazla ki, Avrupalıların tercih ettikleri "Paracard" uygulaması bizde pek yürümüyor.

Ya kredi kartı kullanıyoruz, ya da bankamatiklerden nakit çekiyoruz.

Oysa Ülman şöyle bir noktaya dikkat çekiyor:

Türkiye’deki ATM (bankamatik) sayısı 20 bin iken 1.6 milyon pos makinesi var.

Pos makinelerinde "Paracard"ları kullanarak alışveriş yapmak da mümkün.

"Debit Kart" diye de bilinen kartla alışveriş yaptığınızda direkt banka hesabından paranız çekiliyor.

Basit ama biz Avrupalı’nın tercih ettiği bu uygulamayı sevmiyoruz.

Berlin’deki Visa Europe toplantısında Türk bankaların nasıl öne çıktıklarını katılımcılar arasında yapılan elektronik oylama da ortaya koyuyor.

Yapı Kredi Bankası kredi kartlarında "en iyinin en iyisi" seçiliyor.

Genel Müdür Yardımcısı Nazan Somer ise "Kredi Kartlarının First Lady’si" olarak takdim ediliyor.

Avrupalı beyin avcıları bankacılarımızın peşinde

BANKACILIK sektöründe ve özellikle kredi kartlarındaki yenilikçiliğimiz Avrupa bankalarının dikkatini çekmiş.

Beyin avcıları bankacılarımızın peşinde.

Berlin’deki Visa Europe toplantısına katılan Burak Bilge, Garanti Bankası’dan Avusturya’nın ikinci büyük bankası Erste Group Bankası’na transfer olmuş.

Bankanın kredi kartları bölümünde yönetici.

"Kredi kartlarında Avrupalılara göre çok öndeyiz" diyor.

Bilge’nin söylediğine göre, Erste Group önümüzdeki günlerde Türkiye’ye geliyor.

Banka, İstanbul’da oldukça önemli bir aracı kurumunu satın almak üzereymiş.

Anlaşma önümüzdeki günlerde açıklanacak.

Duvar yıkılır yıkılmaz Doğu’dakiler dönerciye koşmuş

VISA Europe toplantısının yapıldığı Berlin, duvarın yıkılmasının 20. yıldönümünü kutluyor.

Bu vesileyle 11 Nisan’da başlayan etkinlikler duvarın yıkıldığı 9 Kasım’a kadar devam edecek.

Şehri ziyaret etmeyi planlayanlar bu fırsatı asla kaçırmamalı derim.

Etkinliklerin ayrıntılı takvimini veren Wall Street Journal, duvarın yıkıldığı günü yaşayanlarla konuşmuş.

Tarihi günü anlatanlar arasında Berlin’e 1970’li yıllarda gelen Saim Aygün adında bir lokantacı var.

Aygün, sahibi olduğu Hasır Lokantasına, 9 Kasım gecesi aniden yüzlerce Doğu Berlinli’nin akınına uğradıklarını söylüyor.

"Döneri duymuşlardı. Hayatlarının ilk dönerini tatmak istiyorlardı. Pidedeki döneri gördüklerinde şaşırmışlardı" diye anlatıyor.

Gazeteye göre döner, Berlin’de "ayaküstü yemek" denince ilk akla gelen şey.

Aynı gün, dönerin Avrupa’daki önlenemez yükselişi International Herald Tribune’e de konu olmuştu.

Yazıya göre, İtalya’nın kuzeyinde yeni yürürlüğe girecek bir yasa doğrudan döneri hedefliyor.

Yasa, bar ve lokanta lisansı olmayan büfelerin kendi ürettiklerinin dışında yiyecek maddesi satmalarını yasaklıyor.

Kimilerine göre, pizzanın döner karşısında mevzi kaybetmesine karşı hazırlanmış bir yasa bu.

Dönerin böyle yaygınlaşması, hak ettiği şöhrete kavuşması sevindirici.

Ama madalyonun öbür yüzünde şu var:

Yurtdışında Türk mutfağı denince ilk akla gelen şey olması mutfağımıza büyük haksızlık.
Yazının Devamını Oku

Denizi tanımayan İstanbullu 150 bin çocuk

26 Nisan 2009
YERYÜZÜNDE ortasından deniz geçen tek şehir İstanbul.<br><br>İstanbul her şeyden önce deniz demek. Gününe göre mavi ya da yeşil olan Marmara Denizi’ni hayatında görmemiş olan, yosun kokusunu hiç içine çekmemiş olan İstanbullu olabilir mi?

Deniz Temiz Derneği, Turmepa’nın tespitine göre bal gibi olur.

2007 yılından beri Türkiye çapında Milli Eğitim Bakanlığı’yla birlikte "Sınırsız Mavi" Projesini yürüten Turmepa, İstanbul’daki okullara gönderdiği soru-cevap anketlerinden 150 bin öğrencinin denizle hiç tanışmamış olduklarını tespit etmiş.

Ancak Turmepa Genel Müdürü Levent Ballar, 2012 yılına kadar devam edecek projenin henüz sekizinci sınıf çocuklarına kadar ulaştığını, daha üst sınıflara gelince "denizi görmemiş çocuk" sayısının artacağını söylüyor.
/images/100/0x0/55eb5128f018fbb8f8b97648
Ballar’a göre, bu çocukların ailelerini de hesaba katarsanız İstanbul’da hiç denizi görmemiş olanların sayısı pekálá 2 ila 3 milyona ulaşabilir.

Peki bu insanlar denizle nasıl tanışacak?

Turmepa bu konuda 23 Nisan Çocuk Bayramı nedeniyle müthiş bir adım atıyor.

150 bin çocuk arasından seçilen 3 bin 200 çocuğu İDO’nun gıcır gıcır Fatih vapuruyla, üç ayrı seferde Marmara Denizi’nde geziye çıkartıyor.

ESKİ İSTANBULLU YENİ İSTANBULLU

Çocuklar Güngören, Sarıgazi, Atışalanı, Bağcılar gibi ilçelerden.

İstanbul dışında olduğum için geziyi kaçırdım.

Levent Ballar, denizi şimdiye kadar sadece televizyondan izlemiş çocukların şaşkınlıklarını, heyecanlarını anlatıyor.

"Denizin rengine, büyüklüğüne şaşırdılar en çok" diyor.

Turmepa çocukları denizle buluşturmaya devam edecek.

Daha çok deniz kirliliğiyle savaşan bir sivil toplum kuruluşu (STK) olarak üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor.

Denizi hiç görmemiş İstanbullu olabilir mi diye sormuştum.

Osmanlı Bankası Müzesi geçenlerde yaptığı bir sempozyumun başlığını "Eski İstanbullular, Yeni İstanbullular" koymuştu.

Sanırım kıyılardan çok uzaklarda yaşadıkları için denizi tanımayanlara "Yeni İstanbullular" diyebiliriz.

"Yeni İstanbulluların" şehrimizin güzellikleriyle, kültürel ve tarihi değerleriyle, İstanbul’u İstanbul yapan şeyleriyle tanışmalarını sağlamak sadece STK’ların işi mi?

Belediyeler ne güne duruyor?

Belediye seçimleri öncesi "sosyal barıştan", "sosyal projelerden" söz eden hem AKP’li, hem CHP’li adayları hatırlıyorum.

Vaatlerin hepsi rafa mı kalktı?

Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki sempozyumda 1950’lerden sonra İstanbul nüfusunun tam 12 kat arttığının altı çizildi.

Haliyle "Yeni İstanbullular" şimdi "Eski İstanbullulara" göre çok daha kalabalık.

Aralarında deniz görmeyeni de var, İstiklal Caddesi’ni duymamış olanı da.

Mesele gecekondu mahallelerinden TOKİ’lere geçince de çözülmüyor yazık ki.

Skylife Dergisi’nde yazanlar İstanbul’u bilmiyor

YİNE Osmanlı Müzesi’ndeki sempozyumdan aklımda ilginç bir şey kaldı.

Dinleyiciler arasında olan bir akademisyen İstanbul’daki kimi mezecilerin "lakerda"yı bilmediklerini söyledi.

Bir tanesi pişirilip pişirilmeyeceğini sormuş.

Boğaz sularında palamut ve toriklerin cirit attığı Bizans dönemine kadar uzanan, şehrimiz mezelerinin en hası "lakerda"yı İstanbullu bir mezeci nasıl bilmez?

Aynı şekilde kimi zaman, eli kalem tutanların da İstanbul’u bilmediklerini görüyorum.

Önceki gün uçakta elime geçen THY’nin Skylife Dergisi’ne göz atıyordum.

Prens Adaları’yla ilgili bir yazı dikkatimi çekti.

Yazıyı yazan ilk durağı Kınalıada’da fayton olduğunu sanıyor.

"Denizi mi seyretsek, yoksa bir fayton turu mu yapsak kararsızız" demiş.

Kınalıada faytonu olmayan tek ada.

Tarihinde olmamış.

Az sonra aynı adayla ilgili ikinci hata.

"Süslü evleriyle Prens Adaları içinde en zengin görünen Kınalıada".

Kınalıada,
adalar arasında en mütevazı olanıdır.

Yazıyı yazan hemen iskelenin karşısında gördüğü ahşap ikiz evlere kanıp "en zengin" sıfatını yapıştırmış.

Tabii Skylife’daki yazısının gerisini okumadım.

Ama diyeceğim şu:

Lakerdanın nasıl yeneceğini bilmeyen mezeciyi geçin.

Hiç olmazsa yazı yazma gibi bir mesleği benimsemiş olanlar, yaşadıkları şehri tanıma zahmetine girip doğru bilgileri aktarsalar.
Yazının Devamını Oku

Bizi yönetenlerin yüzde 53’ü kadın olsaydı

24 Nisan 2009
GEÇENLERDE PepsiCo Güney Doğu Avrupa Bölgesi Başkanı Ümran Beba ile öğle yemeğinde buluştuk.<br><br>Trafik nedeniyle küçük bir gecikmeyle Feriye Lokantası’na vardığımda gözlerime inanamadım. Ümran Beba masada tam altı kadın yöneticisiyle birlikte oturuyordu.

8 Mart kutlaması filan olduğunu sanmayın.

Şaşırdığımı gören Beba "Böyle bir tablo normal. Zira Türkiye’de PepsiCo ve Pepsi Bottling Group bünyesinde karar mekanizmalarında yer alan üst düzey kadın yönetici oranı yüzde 53" diyor.

Kendimi bir an cennette sandım.

Meclis’teki kadın oranının yüzde 9’dan yüzde 53’e çıktığını düşünün.

Türkiye’nin çehresi nasıl değişirdi.

Ekranlarda görünür görünmez içinizde televizyonu hemen kapatma isteği uyandıran o erkek siyasilerin yerine kadınları koyun.

Memleket nasıl bambaşka olurdu.

Zira Ümran Beba’nın da belirttiği gibi "Kadın ve erkeğin yönetim tarzları farklı. Farklılık doğal olarak şirkete yansıyor. Daha demokratik, daha çok tartışmanın olduğu bir ortam oluyor".

TÜRKİYE ÖRNEK VAKA


Beba "Kadın yönetici sayısının yüzde 50 oranını aşabileceğini ortaya koyduk. Bunu paylaşmak, örnek olmak istiyoruz" diyor.

PepsiCo CEO’su da bir kadın: Hint asıllı İndra Nooyi .

Yoksa şirket "kadın kotası" mı uyguluyor?

Ümran Beba "Kota değil ama odaklanma diyelim" diyor.

"İşe eleman aldığımızda mutlaka kadın adayları da görmek istiyoruz" diye ilave ediyor.

Yüzde 53’lük oran PepsiCo sisteminde yok.

Türkiye gerçekten bir örnek vaka.

Bunda da 15 yıldan beri şirket bünyesinde çalışan Beba’nın payı olduğunda kuşku yok.

ABD’de bu oran yüzde 36.

Avrupa ortalaması ise yüzde 25, ki oranı İngiltere ve Türkiye arttırmış.

Güney Doğu Avrupa’nın oranı yüzde 38.

Bu durumu da iş hayatında erkek-kadın ayrımının olmadığı komünist gelenekten gelen ülkeler açıklıyor.

KADINLARA ESNEK ÇALIŞMA

Ümran Beba, Güney Doğu Avrupa Bölgesi Başkanlığı görevini devralmadan önce sorumluluk alanına giren Ortadoğu ülkelerinde kadın yönetici oranını nasıl arttırdıklarını anlatıyor.

Mısır, Pakistan gibi ülkelerde üst düzey kadın yönetici oranı yüzde 14 düzeyinde iken İstanbul’da bir toplantı yapılıyor.

Kadın yönetici oranının nasıl artırılacağı üzerinde kafa yoruluyor.

Neticede daha esnek çalışma saatleri, telafi izni, evden çalışma gibi çözümlerle bu oran yüzde 20’lere çıkartılıyor.

Yani üzerinde çalışınca karar mekanizmalarında kadın oranını artırmak pekálá mümkün.

Şimdi Türkiye PepsiCo, yüzde 25’lik oranı yukarı çekmesi için Avrupa’ya örnek olacak.

Benim önerim, Ümran Beba’nın iş hayatındaki deneyimlerini kadın siyasetçilerle değil erkek siyasetçilerle de paylaşması.

Kadın istihdamının yüzde 58’i kayıtdışı

2006 yılında kurulmuş olan Türkiye’de Kadın Emeği ve İstihdamı Platformu kısa adıyla KEİG "Nisan 2009" Raporunu göndermiş.

Yukarıdaki cennet tablodan bakın nerelere geliyoruz.

Kadın istihdamında yüzde 24’lük bir oranla dünyanın en gerisinde olmamız yetmiyormuş gibi kadınların yüzde 58’si kayıtdışı çalışıyor.

27 STK tarafından hazırlanan raporda kadın istihdamıyla ilgili en çarpıcı bilgiden bir tanesi kayıtdışılık.

Bu oran erkeklerde yüzde 38.

Kayıtdışı çalışma en çok imalat sanayinde ve hizmet sektöründe.

Bunun yanı sıra başka bir sorun "ücret eşitsizliği"nin büyük olması.

Kentlerde kadın ile erkek ücretlerinde yüzde 22’lik bir fark var.

Özel sektörde ise bu fark yüzde 50’ye çıkıyormuş.

Raporun özellikle "kadınların işyerinde yükselme olanaklarının son derece sınırlı" olmasını vurgulaması ise PepsiCo örneğinin ne kadar önemli olduğu da ortaya koyuyor.

Raporu hazırlayan STK’lar arasında KAGİDER’in de olmasına rağmen kadın istihdamı sorununun sadece kadın girişimciliğini destekleyerek çözümlenemez tespiti de çarpıcı.

Hiref Tasarım’ın başarısı

KAGİDER, Garanti Bankası ve Ekonomist Dergisi’nin ortak düzenledikleri "Türkiye’nin Kadın Girişimcisi" ödülünün birincisi Hiref Tasarım’dan Ebru Çerezci.

Hiref’
ten ilk kez 2003 yılında bu sütunlarda söz etmiştim.

Adını Osmanlı döneminin sanat örgütü "Ehl-i Hiref"ten alan Hiref, Güvenç Kılıç ve kız kardeşi tasarımcı Ebru Çerezci tarafından yeni kurulmuştu.

Tasarımlarını yurtdışına taşımayı hedefleyen Hiref bunun için "Dünya El Sanatları Konseyi"ne üye olmuştu.

Hiref hedefine doğru adım adım ilerledi.

Ebru Çerezci’nin Anadolu’yu karış karış gezerek zengin kültürümüzden esinlendiği tasarımları bugün yurtdışında.

2009 yılında Körfez ülkelerine dokuz Hiref dükkánı geliyor.
Yazının Devamını Oku

Umutlar Kayseri maçına kaldı

21 Nisan 2009
KÜRESEL Siyasal Eğilimler Merkezi, Kültür Üniversitesi bünyesindeki yeni bir düşünce kuruluşu.<br><br>İngilizce’den kısaltılmış olarak GPOT diye anılıyor. Dün sabah GPOT’da Ermenistan’dan bir misafir vardı.

Erivan Basın Kulübü Başkanı Boris Navasardyan.

1998 yılından beri çeşitli vesilelerle Türkiye’ye gelen Navasardyan ile birlikte Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin arka planında kısa bir ufuk turuna çıktık.

Navasardyan’a bakarsanız ilişkilerin normalleşmesi için ele geçirilmiş olan tarihi fırsat 16 Nisan günü kaçmış.

Yani Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü toplantısı nedeniyle Erivan’ı ziyaret ettiği gün.

Babacan’ın Erivan ziyaretinden beklenen olumlu işaretler gelmeyince sınır kapısının açılması yine başka bir bahara kaldı.

Peki bundan sonra Türkiye-Ermenistan ilişkileri tekrar ne zaman ısınabilir?

Navasardyan bu konuda kararsız.

"Belki önümüzdeki ekim ayında Kayseri’de oynanması planlanan futbol maçı yeni bir ortam hazırlar" diyor.

Umutlar Kayseri’ye kalmış gibi.

Tabii maç bu şehirde oynanırsa.

Zira son gelen haberlere göre Kayserililer ikiye bölünmüş durumda.

Bazı çevreler maçın burada oynanmasına hayli tepkili.

100 KİŞİDEN 5’İ OLUMSUZ

Navasardyan’a göre bu arada Erivan’da ilişkilerin normalleşmesine ilişkin heyecan biraz sönmüş durumda.

Nedeni önümüzdeki 21 Mayıs günü Erivan’da yapılacak belediye seçimleri.

Meğer Ermenistan’da da yerel seçimler bizdeki gibi genel seçim havasında geçiyormuş.

Hatta muhalefet bu seçimlere "Başkanlık seçimlerinin 2. turu" gözüyle bakıyormuş.

Navasardyan, şöyle bir tespitte bulunuyor:

"Eğer Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde bir düzelme olsaydı bu Ermeni-Azeri sorunun çözümüne de katkıda bulunurdu. Böyle bir yakınlaşma model olurdu."

Dediğine göre, Ermenistan’da Türkiye’ye yakınlaşmaya bakanların sayısı giderek artıyor.

"Konuştuğum 100 kişiden sadece 5’i olumsuz bakıyor" diyor.

Oysa geçenlerde gazetelerde okuduğumuz bir kamuoyu anketinde Ermenilerin yüzde 61’inin yakınlaşmaya karşı olduğu iddia ediliyordu.

Navasardyan’a göre, anketi yaptıran şirket de yakınlaşma karşıtı.

Bu yüzden araştırmayı manipüle etmiş.

Görüldüğü gibi, Türkiye ile Ermenistan arasında ilişkilerin normalleşmesi öyle kolay değil.

Bugünden yarına "peynir diplomasisi" ya da "futbol diplomasisiyle" olacak şey değil.

Her iki tarafta da direnen kesimler var.

TÜRKİYE NE KAZANACAK?

Ancak Navasardyan’ın söylediklerinden benim özetle çıkardığım şu:

Yakınlaşma sürecinde, daha güçlü, diplomaside köklü geleneğe sahip, dünyaya çok daha açık, dünyayı daha iyi tanıyan Türkiye’ye daha büyük rol düşüyor.

Peki Türkiye’nin ilişkilerin normalleşmesinden çıkarı ne?

Bu soru da soruluyor Navasardyan’a.

Zira sınırın açılması öncelikle Ermenistan’ın ekonomisini olumlu etkileyecek.

Nüfusunun bir bölümünü ekonomik sıkıntı nedeniyle kaybetmiş olan ülke nefes alacak.

Peki ya Türkiye?

Navasardyan bu soruya cevap olarak "İlişkilerin normalleşmesi Türkiye’nin uluslararası imajına katkı yapacak. Soykırım baskılarının hafiflemesine yol açabilecek" diyor.

"Türkiye’nın sınır kentlerinde ekonomik canlanma yaşayacak" diye ilave ediyor.

Bakalım beş ay sonraki maç normalleşme umutlarını filizlendirecek mi?

Yoksa bir mucizeyle beş aya kalmadan yeniden bir hareketlenme olacak mı?
Yazının Devamını Oku