4 Nisan 2005
TÜRKİYE için uzun bir süre olan, birkaç aydır IMF Heyeti Ankara’ya uğramıyordu. Bu hafta yeniden IMF’le görüşmeler başlayacak.Aslında geçen Aralık ayında anlaşma sağlandığı söylenmiş, hatta yeni stand-by anlaşması için Heyetin bir daha Ankara’ya bile gelmeyeceği, üzerinde mutabakata varılan niyet mektubunun yazılmasıyla, işlemin başlayabileceği kaydedilmişti.Ancak bu bir-kaç ay içinde, işler yine değişti, Hükümet yine yan yollara sapmaya başladı ve IMF Heyetinin gelip, yeniden rakamları ve önlemleri gözden geçirmesi ihtiyacı doğdu.Yani IMF ziyareti, ‘formalite ziyareti’ olmanın ötesine geçiyor. 2005 yılına ilişkin hedeflerin yeniden gözden geçirilmesi., bütçe rakamlarını yeniden hesaplanması, özetle dengelerin yeniden çatılması gerekecek.Bu birkaç aylık gecikme, Devlet Bakanı Ali Babacan her ne kadar, ‘Program içinde yürüyoruz’ dese de, önemli sapmalara neden olmuş gözüküyor. Bütçe dengelerinin öyle ya da böyle tutturulmasının dışında, özellikle ilkesel anlamda çok fazla program anlayışı içinde kalınmadığı gözleniyor. İşte bu nedenle IMF Heyeti de Ankara’ya gelip, dengeleri yeniden hesaplayıp konuşma ihtiyacı duydu. Daha doğrusu, çıkan tartışmalar sonucunda IMF tedirgin oldu, Aralık ayındaki değerlendirmelerden sapma olduğunu, yeni bir incelemeye gerek olduğunu değerlendirdi, bunun üzerine de ekonomi yönetimi IMF Heyetini çağırdı.Peki mutabakatın sağlandığı Aralık ayından bu yana ne değişti?Önce içteki değişikliklere gelirsek... Her şeyden önce Hükümetin yeni bir stand-by anlaşmasını layıkıyla uygulayacağı konusunda endişeler ortaya çıktı. Aralık ayındaki görüşmelerde, Şubat ayı gibi gereken sosyal güvenlik yasası ve bankacılık yasasının TBMM’ye gönderileceği, gelir idaresiyle ilgili yasanın da çıkacağı söylenmişti. Ancak böyle olmadı. Bazı kurumların bu sürede IMF ve Dünya Bankasıyla ilişkileri kesildi, bu kurumlar açıkca IMF’e karşı demeçler verdiler ve bürokrasinin direnip, siyasetçilerin de gerekli kararlılığı göstermemesiyle; örneğin bankacılık yasasıyla ilgili süreç fazla uzadı. Sonunda IMF’in dediği yine oldu ama birşeyler yıprandı. Sosyal güvenlikle ilgili IMF’in itirazları ise uslubunca giderildi ve sonuçta o taslak da TBMM’ye gitme aşamasına gelmek üzere.Gelir İdaresi ile ilgili ise ‘IMF’i sözde tasarıyla aldatma’ girişimleri, tutmuş gözüküyor.PETROL FİYATLARININ ETKİSİHükümetin bu düzenlemeler konusunda çok da basiretli davranmadığı ortaya çıkarken, asıl tedirginlik ise Başbakanın teşvikle ilgili popülist kararıyla ortaya çıktı. Bürokratlar da dinletemedi ve hala ‘ek yük getirmeyecek’ bir teşvik yasası üzerinde anlaşılmış değil. Bu hafta içerisinde özellikle bu konuda yoğun tartışmalar olması bekleniyor. Maliye bürokrasisi her ne kadar ‘ek yük çok az’ dese de, taslaklar epeyce yükün altına girileceğini ve sistemin iyice bozulacağını gösteriyor. IMF bu düzenlemenin ne olacağını görmek isteyecek...Dışsal etkilere gelince.. Herşeyden önce bütçe dengelerinde 40 dolar olarak alınan dünya petrol fiyatlarındaki büyük artışın bütçe dengelerine etkisi konuşulacak. Nasıl bir düzeltme yapılacağı tartışılacak. Bunun dışında FED faiz artırımları nedeniyle kısa vadeli portföy yatırımlarının parasal dengelere etkisinin de tartışılmasını bekliyoruz. Bütün bunların içerde elektrik ve doğalgaz fiyatlarında artırım isteği, ödemeler dengesine etkisi ve cari açığın finansmanı ve bunun dengelere etkisi açısından değerlendirilmesi gerekecek. Bu değerlendirmeler sonucu belki yeniden hesaplanması gereken dengeler ortaya çıkacak.Yani IMF’le görüşmeler o kadar kolay geçmeyecek. Türkiye’nin ABD ile ilişkisinin gerildiği bir döneme denk gelmesi de, IMF’le bu görüşmelerin eskisi kadar toleranslı geçmemesine yolaçabilir. Bu etkinin görüşmeler başladığında anlaşılmaya başlanacağını tahmin ediyoruz.IMF’in Gelir İdaresi gibi düzenlemelerdeki umursamaz tutumu ise anlaşılır gibi değil.Peki IMF’le anlaşamama tehlikesi var mı? Müzakereler eskisi kadar toleranslı geçmese de böyle bir tehlikenin olacağını, şahsen beklemiyoruz. Eninde sonunda anlaşılacaktır...
button
Yazının Devamını Oku 
2 Nisan 2005
<B>BANKACILIK</B> Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) üst yönetimi, isimlerini vermeden, kamuoyuna, <B>‘Yapı ve Kredi Bankası’daki Turkcell hisseleri için Çukurova’ya verilen ve yılbaşında biten opsiyon hakkı süresinin uzatılamayacağı’ </B>görüşünü yayıyor. Bu konuda Banka yönetiminin takındığı tutuma da, doğal olarak hak veriyor. Burada üzerinde durulması gereken nokta şu: Acaba BDDK’nın ya da onayını alarak Yapı ve Kredi Bankası yönetiminin böyle bir hakkı, yani opsiyon süresini uzatma hakkı var mı?
Bu sorunun yanıtı: ‘Kesinlikle evet, böyle bir yetkisi var.’
BDDK yönetimi kurumların tüzel kişiliği yokmuş, devamlılık esas değilmiş gibi, kararlarına dayanak oluşturmak için ‘Akçakoca’nın başkanlığında Kurumun verdiği süre yılbaşında bitmiş’ diyerek, sanki ‘eski yönetim olsa bu süreyi uzatmazmış’ havası vermeye çalışıyor.
Oysa eski yönetim olsa opsiyon süresini şimdiye kadar uzatmıştı.
Böyle bir yetkisi varken BDDK’nın bu kararı vermekten kaçınmasının normal olmadığını, bunun sadece ‘sorumluluk almamak’ ile açıklanabileceğini de söylemeden edemeyeceğiz.
VİZYON GEREKİR
Denetim yaklaşımı ile kurumlar yönetilmeye çalışılırsa, ‘ileride başımıza iş gelebilir’ kaygısının öne çıkması, bu kaygıyla işlerin yavaşlaması, radikal kararların alınamaması, zamanında yapılmayan işler nedeniyle kamunun zararı kaçınılmaz olur.
Özetle demek istiyoruz ki; önemli işler yapmak, kararlar almak için geniş vizyon gerekir.
Bununla birlikte sorumluluk almak, ‘ileride bize dava açılabilir’ kaygısının aşılması, elbette ki hukuka uygun ama cesaretle, makro ekonomik dengelerin de gözetilmesiyle, gerekli kararların hem de zamanında alınması gerekir.
Böyle bakınca da BDDK yönetiminin Yapı ve Kredi Bankası’ndaki Turkcell hisselerinin satışı için Çukurova Grubu’na tanınan verilen opsiyon süresini rahatlıkla uzatması gerekir.
Gerekirse riski alıp kararı vermek yerine, ‘Olmazsa mahkeme karar versin’ demek ise işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir.
Kimse unutmasın ki; Yapı ve Kredi Bankası’nın satışı ile Turkcell’in satışı birbirinin içine girmiş, birbirini besleyen bir süreç haline geldi. Yani biri olmazsa diğeri de olmayacak, her iki önemli kurum da belirsizlik içinde kalacak.
Peki opsiyon süresi uzatılmaz, satışlar yapılamazsa ne olur?
Telekom örneğinde olduğu gibi, ‘şimdi satmasak ne olur, ileride satarız’ derseniz, gerekçe yaptığınız ‘Bankanın 250 milyon dolar zararı olur’ derken, milyarlarca dolar zarar doğar.
Bu satışlar nedeniyle kamunun elde edeceği tahsilat bunun borçlanma, faiz haddi yani kamu dengesine etkisi, bunun da ötesinde ekonomide yaratacağı moral etki gözardı edilemez.
Yazının Devamını Oku 
31 Mart 2005
<B>ANKARA</B>’da siyasi kulisler yine hareketlenmeye başladı. AKP’den şimdiye kadar teker teker, epeyce istifa oldu ama dünkü istifada ilk kez, AKP’li bazı milletvekillerinin istifa için toplantı yapmaya giden arkadaşlarını engellemeye çalıştıklarına şahit olduk. Bu haftaya kadar, istifalar ‘nasıl olsa üç-beş kişidir’ diye pek fazla ciddiye alınmazken, bu hafta içindeki istifalar AKP içinde moral bozukluğuna ve telaşa yol açmaya başladı.
Yani; yeni bir süreç başlıyor ve bu sürecin temiz geçmesi beklenemez.
Daha önce de yaşandığı gibi, istifa edenler geride kalanları, geride kalanlar da istifa edenleri akla hayale gelmedik sözlerle suçlayabilir. Şimdiden bu tür şaibeli söylemler de başladı zaten.
CHP’den istifa edip SHP’ye geçenler, ‘3 trilyonluk Hazine yardımı almak için parti değiştirdiler’ iddiasından bunalmış durumdalar. ’Herkesin CHP’nin yetersizliğini gördüğünü ama bu yetersizlik nedeniyle istifa ettikleri için şimdi kendilerinin suçlandığını’ söylüyorlar.
AKP içinde ise daha büyük telaş var. AKP’den ayrılanların çoğunun ANAP’a geçmesi ise ayrı bir tartışma konusu oluyor. Kimisi ANAP’ın bir şey yapamayacağını artık süresini doldurduğunu söylerken, aynı zamanda ‘Acaba merkez sağda yeni adres mi oluşuyor?’ sorusunun kulislere yayılmasına da neden olabiliyor. Daha çok da yönetimden zaten memnun olmayan AKP’li milletvekilleri arasında bu söylem geçerli olabiliyor.
Bunun da ötesinde, şaibeli söylemler de şimdiden başladı. Bazı AKP’li milletvekillerinin, yöneticilerinin, istifa edeceğini duydukları milletvekillerine gidip, ‘Maddi bir sorunun varsa çözelim’ dedikleri de, kulislerde konuşulmaya başladı.
Başlayan süreçte bu söylentiler çok normal. Bundan sonra bu tür şaibeli söylemlerin artması, her türlü ‘belden aşağı’ oyunun devreye girmesi de, kaçınılmaz olacak.
Bu arada AKP yönetiminin eskiden daha rahat ve sert biçimde, parti disiplinine uyma uyarıları yaptıkları milletvekillerine, şimdi çok daha esnek yaklaşmaya başladıkları da söyleniyor. Örneğin, uygulanan ekonomik politikaları sert biçimde eleştiren AKP’li bir milletvekili, eskiden olsa yöneticiler tarafından çekilip fırça atılırken, şimdi sadece yazılı küçük bir uyarıyla, nazik biçimde dikkatinin çekilmesiyle işi geçiştirebiliyor.
EKONOMİYİ ETKİLEMEMELİ
Bu arada, adı yolsuzluklara ve şaibeye karışabilecek milletvekillerine karşı da, zorunlu olarak daha toleranslı davranılmaya başlanacağını, şimdiden görebiliyoruz.
Örneğin; siyasi kulislerde adı toplu konut olayına karışan 19 milletvekilinin, bu işten ne kadar para kazandıkları konusunda bir araştırma yapıldığı ve ortaya büyük rakamların çıkması üzerine geçen ay parti yönetiminde bir tartışmanın yaşandığı da söyleniyor. Bazı yöneticiler, bu milletvekillerinin ihraç edilmesini bile istemiş ama parti yönetimi, ‘bir şey yapmama’ kararı almış.
Bu tür örnekler, ileride giderek çoğalacak ve istifalar devam etse de, bir süre dursa da AKP içindeki bu tartışmaların sonu pek gelemeyecek.
Bunun dışında, parti içinde eski ‘homojen’ görüntünün de bozulmaya başladığı gözleniyor. Parti içindeki liderlik çatışmasının su yüzüne çıkmaya başladığı, AKP’li milletvekilleri tarafından bile açıkça söylenmeye başladı. Eskiden bu söylentiler fazla dışarıya sızmaz, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ ilkesi daha fazla uygulanırken, şimdi oldukça önemli dedikodular sızdırılmaya başladı.
Bu arada hızlanan istifaların, olası bir Kabine değişikliğini engelleyen en önemli unsurlardan biri olduğu da belirtiliyor. Yeni Bakanlar Kurulu atamasından sonra çok fazla küskün milletvekili yaratılmasından ve bunun istifaları hızlandırmasından korkulduğu için, uzun zamandır düşünülmesine rağmen, kabine değişikliğine yanaşılmadığı söyleniyor.
Yani; siyasetin yeniden ekonominin önüne geçeceği döneme giriyoruz. Umarız bu dönem ekonomide fazla tahribat yaratmaz. Bunun için sağduyulu ekonomi yöneticilerinin, bu süreci görüp önceden önlemleri almaları gerekebilir.
Yazının Devamını Oku 
29 Mart 2005
<B>UZUN</B> zamandır <B>‘Bağımsız Gelir İdaresi’</B> özlemi vardı. Hem vergici bürokratlar, hem de diğer ekonomik birimler, vergi politikası ve idaresinin siyasi kararlarla sık sık değişmesinden, rasyonel sistem kurulamamasından rahatsız olmuşlardır. Bu nedenle günlük siyasi kararlardan bağımsız, teknik bir gelir idaresi kurulması, sağduyulu herkes tarafından istenmiştir.
Bağımsız Gelir İdaresi, birçok benzer kurum gibi, ancak IMF ve Dünya Bankası’nın bastırmasıyla gündeme geldi. IMF uzun zamandır bağımsız bir gelir idaresi kurulmasını istiyordu ve sonunda yeni stand-by için, bu idarenin oluşumunu şart koştu.
Neredeyse bir yıldır Gelir İdaresi Yasa Taslağı üzerinde çalışılıyor. Yoğun tartışmalar sonucunda bir taslak metin çıktı ama bu bile son metin olmadı. TBMM’de kurulan Alt Komisyon, bugün Yeminli Mali Müşavir ve muhasebecilerin örgütü TÜRMOB’un görüşlerini dinleyecek ve artık bu hafta içinde taslağın normal komisyona getirmesi gerekecek.
Şu anda IMF için gereken düzenlemelerde, en çok işi kalan Gelir İdaresi düzenlemesi. Diğer yasa tasarılarının TBMM’ye gönderilmesi yeterli görülürken, gelir idaresi yasasının çıkması şart koşuluyor. Bu nedenle biran önce hızlandırılması gerekiyor.
Peki, taslak gerçekten bağımsız bir gelir idaresi öngörüyor mu?
Bizce, kesinlikle hayır. Bir sürü ayak oyunu yapılıyor, bürokrasinin kendi içindeki gruplar arasında çatışmalar sürüyor, protestolar yapılıyor, buna göre bazı değişiklikler yapılmaya çalışılıyor ama anlayış aynı. Hemen hemen hiç kimse, taslağı hazırlayanlar bile, çıkarılacak yasa ile gerçekten bağımsız bir gelir idaresi kurulmasını beklemiyor, bunun için çalışmıyor.
Yani IMF şartları yerine gelsin diye, ‘adet yerini bulsun’ diye bir yasa çıkacak.
Taslağın bu haliyle çağdaş bir gelir idaresi kurulup, verginin tabana yayılması, kayıtdışı ekonominin kayda alınması, tabanın genişletilmesi sağlanabilecek mi?
Bizce bu sorunun yanıtı da, kesinlikle hayır. Zaten tartışmalara bakarsanız, kimsenin derdinin vergi tabanının genişletilmesi, acil hale gelen kayıt dışı ekonominin kayda alınması, çağdaş, politik kaygılardan uzak bir gelir idaresi kurulması olmadığını görürsünüz. Tartışmalar hangi grup yeni idarede etkin olacak, hangi grubun mensupları daha fazla maaş alacak, kim başkan ve başkan yardımcısı olacak gibi konularda yoğunlaşıyor.
Bunları göre göre, IMF’in bu taslağa onay vermesi de, ayrı bir fiyasko...
BÜROKRATLARIN SORUMLULUĞU
Maliye Bakanlığı’ndaki vergi idaresi ile ilgili mevcut bürokratların, taslağın bu şekilde oluşmasında büyük sorumluluğu var. Tabii ki, bakan ve üst düzey bürokrasinin görüşlerinin dışına taşmadığı görülen Vergi Konseyi’nin sorumluluğu da var. Yani ‘üstadların el çaka yer çaka oyunu’ ile, göstermelik olarak ‘sivil toplumun da görüşü’ alınmış oluyor...
Hadi IMF Türkiye’nin gerçeklerini göremedi, siyasiler de IMF için gerekiyor diye bu yasayı kerhen çıkartıyor diyelim, yıllardır bu işin içinde olan, aksaklıkları gören, siyasilerden hep baskı gören bürokratlar da mı bunu göremiyor, bu taslağa razı oluyorlar.
Herkes biliyor ki; şu anda hakim olan vergi yönetimi, çağdaş, kayıtdışını önlemeyi, vergi tabanını yaymaya amaçlayan bir yönetim görüntüsünden uzak. Kalıcı, çağdaş bir vergi politikası ve uygulaması kurmak yerine, gelir eksik kalınca sigara, içki, akaryakıta zam yapan, düzenlemeleri mahkemeden dönen, bir düzenlemeyi yıl içinde bile 4-5 kez değiştirmek zorunda kalan, ‘salma’ yöntemiyle bir anlamda mükellefleri korkutarak vergi almayı tercih eden bir anlayış..
Böyle olunca, ‘sistem yok ama tahsilat çok’ oluyor. Tahsilat çok olunca da, vergi tabanı ne kadar genişliyor, ne kadar sağlıklı denetim yapılıyor, kimsenin buna baktığı yok...
AB yolundaki Türkiye’de böyle bir vergi anlayışı olamayacağı açık. Mevcut yönetim vizyon koyamayıp, ‘günlük’ anlayışla bu işi götürmeye çalışınca, bürokrasi için, ‘birileri istedi diye çok iş yapıyorlar, ileride başları ağrıyacak’ söylentileri de giderek artmaya başlıyor.
Siyasiler hep aynı da, bürokratlar da günlük, popülist anlayışa girince kötü oluyor...
Yazının Devamını Oku 
29 Mart 2005
UZUN zamandır ‘Bağımsız Gelir İdaresi’ özlemi vardı. Hem vergici bürokratlar, hem de diğer ekonomik birimler, vergi politikası ve idaresinin siyasi kararlarla sık sık değişmesinden, rasyonel sistem kurulamamasından rahatsız olmuşlardır.Bu nedenle günlük siyasi kararlardan bağımsız, teknik bir gelir idaresi kurulması, sağduyulu herkes tarafından istenmiştir.Bağımsız Gelir İdaresi, birçok benzer kurum gibi, ancak IMF ve Dünya Bankası’nın bastırmasıyla gündeme geldi. IMF uzun zamandır bağımsız bir gelir idaresi kurulmasını istiyordu ve sonunda yeni stand-by için, bu idarenin oluşumunu şart koştu.Neredeyse bir yıldır Gelir İdaresi Yasa Taslağı üzerinde çalışılıyor. Yoğun tartışmalar sonucunda bir taslak metin çıktı ama bu bile son metin olmadı. TBMM’de kurulan Alt Komisyon, bugün Yeminli Mali Müşavir ve muhasebecilerin örgütü TÜRMOB’un görüşlerini dinleyecek ve artık bu hafta içinde taslağın normal komisyona getirmesi gerekecek.Şu anda IMF için gereken düzenlemelerde, en çok işi kalan Gelir İdaresi düzenlemesi. Diğer yasa tasarılarının TBMM’ye gönderilmesi yeterli görülürken, gelir idaresi yasasının çıkması şart koşuluyor. Bu nedenle biran önce hızlandırılması gerekiyor.Peki, taslak gerçekten bağımsız bir gelir idaresi öngörüyor mu?Bizce, kesinlikle hayır. Bir sürü ayak oyunu yapılıyor, bürokrasinin kendi içindeki gruplar arasında çatışmalar sürüyor, protestolar yapılıyor, buna göre bazı değişiklikler yapılmaya çalışılıyor ama anlayış aynı. Hemen hemen hiç kimse, taslağı hazırlayanlar bile, çıkarılacak yasa ile gerçekten bağımsız bir gelir idaresi kurulmasını beklemiyor, bunun için çalışmıyor.Yani IMF şartları yerine gelsin diye, ‘adet yerini bulsun’ diye bir yasa çıkacak.Taslağın bu haliyle çağdaş bir gelir idaresi kurulup, verginin tabana yayılması, kayıtdışı ekonominin kayda alınması, tabanın genişletilmesi sağlanabilecek mi?Bizce bu sorunun yanıtı da, kesinlikle hayır. Zaten tartışmalara bakarsanız, kimsenin derdinin vergi tabanının genişletilmesi, acil hale gelen kayıt dışı ekonominin kayda alınması, çağdaş, politik kaygılardan uzak bir gelir idaresi kurulması olmadığını görürsünüz. Tartışmalar hangi grup yeni idarede etkin olacak, hangi grubun mensupları daha fazla maaş alacak, kim başkan ve başkan yardımcısı olacak gibi konularda yoğunlaşıyor.Bunları göre göre, IMF’in bu taslağa onay vermesi de, ayrı bir fiyasko...BÜROKRATLARIN SORUMLULUĞUMaliye Bakanlığı’ndaki vergi idaresi ile ilgili mevcut bürokratların, taslağın bu şekilde oluşmasında büyük sorumluluğu var. Tabii ki, bakan ve üst düzey bürokrasinin görüşlerinin dışına taşmadığı görülen Vergi Konseyi’nin sorumluluğu da var. Yani ‘üstadların el çaka yer çaka oyunu’ ile, göstermelik olarak ‘sivil toplumun da görüşü’ alınmış oluyor...Hadi IMF Türkiye’nin gerçeklerini göremedi, siyasiler de IMF için gerekiyor diye bu yasayı kerhen çıkartıyor diyelim, yıllardır bu işin içinde olan, aksaklıkları gören, siyasilerden hep baskı gören bürokratlar da mı bunu göremiyor, bu taslağa razı oluyorlar.Herkes biliyor ki; şu anda hakim olan vergi yönetimi, çağdaş, kayıtdışını önlemeyi, vergi tabanını yaymaya amaçlayan bir yönetim görüntüsünden uzak. Kalıcı, çağdaş bir vergi politikası ve uygulaması kurmak yerine, gelir eksik kalınca sigara, içki, akaryakıta zam yapan, düzenlemeleri mahkemeden dönen, bir düzenlemeyi yıl içinde bile 4-5 kez değiştirmek zorunda kalan, ‘salma’ yöntemiyle bir anlamda mükellefleri korkutarak vergi almayı tercih eden bir anlayış..Böyle olunca, ‘sistem yok ama tahsilat çok’ oluyor. Tahsilat çok olunca da, vergi tabanı ne kadar genişliyor, ne kadar sağlıklı denetim yapılıyor, kimsenin buna baktığı yok...AB yolundaki Türkiye’de böyle bir vergi anlayışı olamayacağı açık. Mevcut yönetim vizyon koyamayıp, ‘günlük’ anlayışla bu işi götürmeye çalışınca, bürokrasi için, ‘birileri istedi diye çok iş yapıyorlar, ileride başları ağrıyacak’ söylentileri de giderek artmaya başlıyor. Siyasiler hep aynı da, bürokratlar da günlük, popülist anlayışa girince kötü oluyor...
button
Yazının Devamını Oku 
28 Mart 2005
<B>BİR</B> süredir, her gelen haftaya<B> ‘IMF’le ilişkiler açısından kritik hafta’ </B>diyoruz. Artık Hükümetin IMF’le yeni stand-by anlaşmasını daha fazla savsaklamayacağını, gereken yasaları çıkarmak için harekete geçeceğini söyleyip, duruyoruz. Önümüzdeki hafta Nisan ayına giriyoruz ve hala gereken yasalar çıkmış değil.
Piyasada herkes Hükümetin niye bu kadar işi yavaştan aldığını soruyor, çoğusu ‘nasıl olsa gerekeni yapacaklar’ diye düşünüyor ama iş geciktikce sinirler de bozuluyor.
Geçtiğimiz hafta Başbakanın bir gazetede, konuyla ilgili sorulara verdiği yanıtları izledik. Aslında Başbakanın verdiği yanıtlar, bu işin neden bu kadar savsaklandığını da biraz ortaya koyuyor. Herşeyden önce şunu söyleyelim ki; AKP iktidarının ilk zamanlarında söylediğimiz ‘esnaf çıkarcılığı ile olaya yaklaşma’, maalesef hala etkinliğini koruyor. Aslında söyleşiyle aynı günlere denk gelen, TÜSİAD Başkanına, Hükümeti eleştirdiği için ailesini ileri sürerek çıkışması, KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a torununun aldığı pasaportla eleştiri yöneltmesi, zaten başlı başına bu anlayışa birer örnekti. Ancak röportajda söyledikleri de, satır araları okunduğunda bu anlayışı iyice ortaya çıkarıyordu.
Herşeyden önce Başbakanın ‘eleştiriye kişisel olmadığı takdirde tahammülüm’ var deyip, ardından, ‘Ben Sabancı ile her zaman görüşüyorum, kapılarım açık bana açıp söylemeden kamuoyuna bu eleştirileri söylemesi’ne kızdığını söylemesi, aslında ne kadar tahammüllü olduğunu da ortaya koyuyor. Aynı röportajında, basına karşı ceza yasasındaki kısıtlayıcı hükümlerin düzeltilmesi konusunda, ‘uygulamaya girsin bakalım’ demesi de bizce aba altından sopa göstermenin, eleştirileri önlemeye çalışmanın başka bir yolu.
IMF’le ilişkilere Başbakanın bakışı deyip, nerelere geldik değil mi?
Bütün bu saydıklarımızın aslında genel bir bakışın, dolayısıyla IMF’le ilişkilere bakışın da bir göstergesi olduğunu düşünüyoruz. Yani; basın özgürlüğü konusunda da, IMF’le ilişkiler de aslında içselleştirilmiş bir anlayış, benimsenen bir uygulama yok. Zorunlu olunduğu için, kerhen hayata geçirilmeye çalışılanlar, o nedenle de mümkün olduğunca savsaklama var.
IMF’le ilişkiler neden gönüllü olsun, değil mi?
Durup dururken IMF’le ilişki kuralım,yeni stand-by yapalım, IMF’in gözetiminde yürümeye devam edelim diyecek kimse, zaten yok. Ancak ülkenin ekonomik gerçeğini görmek, IMF’le ilişkilerin zorunluluğu ve getireceklerini görüp, buna göre davranmak ayrı. Bu ilişkiyi kurarken, arkadan dolanıp, küçük oyunlar oynayıp puan almaşa çalışmak, aslında kendi itibarını, ülkenin itibarını zedelemeye çalışmak demek.
BAŞBAKANA GERÇEĞİ ANLATMIYORLAR
Başbakan bu söyleşisinde daha önceki iktidarların IMF’e söz verip tutmadığını, bu nedenle bir güvensizlik oluştuğunu, şimdi bu durumun kendilerini de zor durumda bıraktığını söylemiş.
Eski siyasilerin anlayışı da, şimdi kendilerinde bulunan anlayıştı da, zaten bu nedenle bir güvensizlik oluştu. Bunu ekonomi yöneticileri kendisine söylüyor mu bilmiyoruz. Bizce söyleseler, yani böyle arkadan dolanıp küçük oyunlar oynayarak, küçük puanlar almaya çalışmanın bu güvensizliğin oluşmasına neden olduğunu söylemiş olsalar, tavrı böyle olur muydu bilmiyoruz. Ya eskiyi bilen, o ilişkilerin içinde olmuş yetkin bürokratlar kalmadığı için, ya bunları bilenler olsa bile Başbakana söylemekten korktukları için, ya da bürokrasi de kendileri gibi ‘küçük esnaf oyunları ile puan alma anlayışında’ olduğu için, şimdi yapılanların yeni güvensizlikler oluşturacağını ve ileride bunların önümüze fatura olarak çıkacağını, demek ki Başbakana söylemiyorlar.
Son iki haftada faizlerde görülen artış, acaba IMF’le geciken anlaşma zamanında sağlanmış olsa, bu kadar olur muydu?Bu nedenle gerçekleşen yarım puanlık artışın bile, aslında IMF’le anlaşmayı savsaklamasına neden olan ‘yatırımlar’ı azalttığını, demek ki görmüyorlar.
Bunu görmelerine rağmen amaç ‘IMF’e kafa tutuyor görünmek’ ise, yine güven kaybettirir.
Bizce AB yolundaki Türkiye’nin yönetim anlayışı artık bu kadar ‘popülist’ olmamalı...
Yazının Devamını Oku 
26 Mart 2005
<B>BU</B> haftanın başında, Yapı ve Kredi Bankası’nın satışının hangi aşamada olduğunu sorduğumuz Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) yetkilisi, <B>‘Yakında hallolacağını’</B> söylemişti. Mevcut yönetimdeki bazı kişilerin, satışın olmaması için çalıştıklarını birkaç taraftan duyduğumuzu söylediğimizde ise, ‘Bu satışa karşı çıkmak ülkeye yapılacak en büyük kötülüktür’ yanıtını almıştık.
Dün Turkcell’in Sonera’ya satışı konusunda yapılan açıklama, aklımıza önce Yapı Kredi satışını getirdi. Turkcell’i bile satmaya razı olan Çukurova Grubu, bizce, Yapı Kredi’nin satışı konusunda da son noktaya gelmiştir.
Koç yetkilileri ile görüştüğümüzde de umduğumuz yanıtı aldık. Bir ara pürüzler çıktı diye söylentiler yayıldığını, hatta ‘zora düştü’ bile dendiğini hatırlattığımızda, böyle bir şey olmadığını önümüzdeki 2 hafta içinde kesin birşeylerin açıklanabileceğini söylediler.
Turkcell’in satışının Koç yetkililerini de çok memnun ettiğini gördük. Gözlediğimiz bir başka gelişme de, ‘Dün sürpriz biçimde açıklanan Turkcell satışı konusunda, sanki Koç Grubu’nun da epeyce önceden haberi varmış’ izlenimi almamızdı.
Koç yetkilileri, Çukurova Grubu’nun güçlü olmasının kendilerinin lehine olduğunu, Yapı Kredi’yi satın aldıktan sonra da bir miktar bankaya borç kalacağını hatırlatarak, ‘Dolayısıyla Çukurova Grubu’nun bize olan borcunun zamanında ödenmesi konusunda da, şimdi çok daha güven duyuyoruz’ dediler.
Yani Turkcel’in satışı herkesi olduğu gibi Koç Grubu’nu da rahatlatmış durumda.
Yine Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) Başkanı Ahmet Ertürk’ün de, bu satış nedeniyle keyifli olduğuna şahit olduk. Ertürk, bu satışın herkes açısından iyi olduğunu, şimdi önemli tahsilat rakamlarına ulaşma konusunda endişeleri kalmayacağını söyledi.
Şu anda 1.6 milyar dolarlık bir satış hasılatı bulunduğunu hatırlatan Ertürk, bu satıştan 1.8 milyar dolar alıp kendilerine rehinli Turkcell hisselerini serbest bırakacaklarını söyledi. Bunun yanısıra Yapı Kredi satıldığında da 260 milyon dolarlık alacak tahsil edeceklerini hatırlatan Ertürk, dolayısıyla Çukurova alacaklarını tahsil edip 2 milyar dolar aşkın bir tahsilat yapılacağını söyledi.
TMSF TAHSİLATI ARTIYOR
Bunun Hazine’nin de rahatlaması anlamına geldiğini kaydeden Ertürk, bu satışlar gerçekleştiğinde 3.5 milyar doların üstünde bir tahsilat rakamının Hazine’ye devrinin de kesinleşeceğini söyledi. Ertürk, Uzan Grubu şirketlerinin satışına da yasa çıkar çıkmaz başlayacaklarını kaydederek, dolayısıyla yıl sonunda Hazine’ye 5-6 milyar dolarlık bir aktarma yapabileceklerini kaydetti. Bu, Hazine’nin bu miktarda daha az borçlanması anlamına gelecek.
Görüldüğü gibi; Turkcel’in satışının bütün taraflara olduğu gibi, kamuya da oldukça önemli yararları olacak. Çukurova Grubu’nun Turkcell’in satışına bu kadar çabuk razı olacağını şahsen beklemiyorduk. Yapı Kredi satıldıktan sonra, ‘Acaba durumu düzeltir miyiz?’ diye bir süre daha bekleyeceği ama sonunda satmak zorunda kalacağı söyleniyordu.
Bu satışın hızlandırılması, bizce başta grubun kendisi olmak üzere, herkes için çok yararlı oldu. Bu satışta, aynen Yapı Kredi’nin satış kararında olduğu gibi, Mehmet Emin Karamehmet’in okul sıralarından beri yanında olan Osman Berkmen’in çok fazla etkili olduğunu öğrendik. Grup ile temasta olan tüm yetkililer, Berkmen’in çok sağduyulu davrandığını, grubun biran önce kaybettiği prestijini geri alması gerektiğini düşündüğünü ve Karamehmet’i bu satışlar konusunda ikna ettiğini söylediler.
Biz de, yakından tanımasak da, yıllardır sağduyusu ile tanıdığımız Osman Berkmen’in bu çabalarının grubun yeniden prestij kazanmasında çok etkili olacağına inanıyoruz. Umarız yeniden ‘belden aşağı yöntemlerle ünlü kişiler’ grupta yeniden etkinlik kazanmaz.
Yazının Devamını Oku 
24 Mart 2005
<B>DEVLET</B> Bakanı <B>Ali Babacan,</B> uzun zamandır sessizliğini koruyor, hiçbir yerde konuşmuyordu. <B>Babacan</B> dün bir televizyon kanalına çıkarak soruları yanıtladı. Bizce Babacan’ın kamuoyuna çıkmamasının nedeni, IMF’ye verilen sözlerin yerine getirilemeyişiydi. Birilerinin önüne çıkıp ‘ne diyeceğini’ bilmediği için, herhalde ‘hiç çıkmayayım’ diye düşünmüştü...
Babacan, belli ki, ‘hükümet kararıyla’ yeniden televizyonlara çıkmaya başladı. Çünkü Babacan’ın ardından Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ni (TOBB) ziyaret ederek, işaleminin ekonomiye bakışını dinledi ve ardından soruları yanıtladı. Erdoğan’ın verdiği mesajlara baktığımızda, daha çok ekonomi konuştuğunu ve ‘AB ve ekonomide daha önce verilen sözlerini tutacaklarını’ söylediğini görüyoruz.
Erdoğan’ın TOBB’u ziyaretinin zamanlaması soru işaretlerine neden oldu. İstanbul Ticaret Odası’na (İTO) AKP’li bir başkanın getirilmesiyle gözler, AKP’nin TOBB yönetimini ele geçirmek isteyip istemeyeceğine döndü. Geçtiğimiz hafta sonunda Erdoğan’ın bir ilin yeni seçilen sanayi ve ticaret odası meclis üyelerine konuşurken, ‘Şimdi değişme sırası TOBB’da’ gibi sözler söylemesi, bu camiayı iyice karıştırdı. Bu nedenle Erdoğan’ın ziyaretini, ‘Acaba TOBB yönetimi için mesajlar mı verecek?’ ya da ‘AKP başkasını bulamadığı için Rifat Hisarcıklıoğlu’na destek vermeye mi karar verdi?’ sorularına neden oldu.
Buna beklentiye karşılık toplantıda, seçim konusunun açılmadığı söyleniyor. TOBB’un bu toplantıyı 2-3 ay önce istediğini öğreniyoruz ve o zaman en kuvvetli ihtimal; ‘Başbakan Erdoğan’ın son dönemde oluşan kararsızlık havasını silmek için, böyle bir zamanlama yaptığı ve bu kanalla piyasalara vermek istediği mesajları ulaştırması’ oluyor.
Babacan’ın aynı güne denk gelen ‘televizyonlara dönüşü’nü de buna eklerseniz, bilinçli bir mesaj verme kampanyası döneminin geldiğini söyleyebiliriz.
FED KARARIYLA AYNI DÖNEM
Erdoğan’ın demeçlerinde son dönemde ‘Hükümetteki tıkanma’ iddialarına neden olan AB konusundaki çabanın yavaşlaması, IMF için gereken yasaların çıkarılmasındaki gecikmelere değindiğini görüyoruz. Erdoğan, ziyaret sonrasında, fırtınalı havaya müsaade etmeyeceklerini belirtip, ‘Koyduğumuz plan ne ise ekonomik program çerçevesinde, mali disiplin ile sürdürmekte kararlıyız’ dedi. AB konusundaki tereddütleri gidermek için de, ‘17 Aralık öncesinde AB sürecine nasıl dört elle sarıldıysak, şuanda da aynı şekilde dört elle sarılmış vaziyette bu süreci devam ettiriyoruz’ şeklinde konuştu.
Babacan ise özellikle IMF’yle ilişkiler konusunda daha somut mesajlar verdi. Babacan, nisan ayı başında IMF heyetini yeniden çağırıp 4 aylık gelişmeler ışığında yeniden bir gözden geçirme yapabileceklerini, daha sonra da Niyet Mektubu’nun gönderilebileceğini söylemiş.
Belli ki piyasalara güven vermek için bu sözler söyleniyor ama hálá bazı belirsizliklerin olduğu da ortada. Örneğin, TBMM’de Gelir İdaresi’nin yeniden yapılandırılmasını öngören yasa taslağı üzerinde çalışan Alt Komisyon, ‘bağırsalar duyacakları kadar mesafede’ bulunan Gelirler Genel Müdür Vekili (kendisine artık vekil demese de...) Osman Arıoğlu’nu dinlemek için, gelecek haftayı bekleyecekmiş. Diğer iki yasa tasarısının TBMM’ye gitmesi yeterken, Gelir İdaresi’nin yasalaşması gerekiyor ama hálá hızlanmıyor.
Yanısıra Babacan her ne kadar 4 aylık verilere bakacağız dese de, IMF’in özellikle teşvik yasası nedeniyle rakamları yeniden geçirmek istediğini biliyoruz. Bu konu da hala net değil.
Yani oluşan belirsizlik ortamı nedeniyle yeniden Hükümet kararlılık mesajları verme yoluna girdi. Ancak IMF’nin artık sözle ve mesajlarla yetinmeyeceğini, sözlerin yerine getirilmesini bekleyeceğini biliyoruz.
Bu arada dikkatimizi çeken iki husus daha var. Birincisi; kararlılık mesajlarının FED kararıyla aynı zamana yani dövizin eskisi kadar bol olmayacağı döneme denk gelmesi. İkincisi ise ekonomik politikaların tartışıldığı TOBB toplantısına, Devlet Bakanı Ali Babacan’ın çağrılmaması. Bu da ‘Başbakanla Babacan’ın arasının olmadığı’ iddialarını güçlendiriyor.
Yazının Devamını Oku 