19 Ocak 2006
HAZİNE’nin yaptığı yılın ilk tahvil-bono ihalelerine görülmedik bir talep geldi. Sonuç olarak kamuoyunda oluşan imaj da, "Stopaja rağmen faizlerin yükselmediği" oldu. Peki bu doğru mu, yani stopaj Hazine faizlerini etkilemedi mi, etkilemeyecek mi?
Her şeyden önce şunu söyleyelim ki; bankacılar da bu kadar yüksek talebi çözmüş değiller. Dün özellikle fon yöneticilerinin kendi aralarında konuştukları konuların, yanıt aradıkları soruların başında "Hazine kağıtlarına bu talebin nereden geldiği?" vardı.
Tüm bankacılar dün piyasada oluşan hareket ve fiyatları örnek gösterip, bir gün önce, yani salı günü gelen 13 katrilyonluk talebin "fiktif" olduğu konusunda hemfikirler. Aksi takdirde ikinci piyasada bu kağıda çok yüksek talep dün de devam ederdi ama etmedi. Buradan yola çıkarak, "işin içinde bir iş olduğunu" söylüyorlar ve bu "iş"i anlamaya çalışıyorlar.
Görüştüğümüz, Hazine ihalelerine en yüksek talebi gösterenlerden, iki özel bankanın fon yöneticisi de "bu talep fiktif" diye çok kesin konuştular ve talebin nereden kaynaklandığını soruşturduklarını söylediler. Yabancı bankacılarla konuştuklarını kaydeden bir bankacı, "yabancıların talebi biraz artmış gözüküyor ama bu kadar artmasını yabancı talebiyle açıklamanın imkanı yok" dedi. Bir diğeri ise bildikleri, her zaman yüksek talep gösteren bankalardan bu kadar talep gelmediğine emin olduğunu kaydetti.
Peki bu kadar yüksek talep niye, nereden geldi? Belki biraz da detaylandırıp soruyu, "neden birileri fiktif talepte bulundu?" diye sormak daha yerinde olabilir.
İnsanın aklına türlü işler geliyor. Aklımıza gelen sorulardan birini sizle paylaşalım: Gelinen sonuca bakacak olursak, yani stopaja rağmen faizlerin artmadığı imajına bakarak, "Acaba bunun altında bir müdahale söz konusu mu? Müdahale nasıl olur" diye düşündüğümüzde ise "Acaba bu imajı oluşturmak için Hazine, kendi emir-komuta zincirleri içindeki bazı bankalara ’siz girin yüksek teklifler atın, faizler yükselmesin’ demiş olabilir mi, sorusu akla geliyor.
Umarız Hazine böyle bir müdahaleye girişmemiştir...
Olmaz demeyin, geçmişte bu tür müdahale örneklerini çok gördük. Daha sonra foyalar açığa çıktı, piyasalar bu müdahalelerden daha sonra çok olumsuz etkilendi...
Özetle dediğimiz şu ki; işin içinde bir gariplik var, stopajın normalde faizleri yükseltmemesi düşünülemez. Şimdi müdahale varsa bu müdahale ilelebet süremeyeceği için, ileride piyasalar asıl faiz dengesini bulacaktır. Ama böyle bir oyun varsa, oyunu oynayanlara güven de kalmaz.
DÖVİZ TALEBİ
Bu arada geçen günkü "Borçlanma programı döviz fiyatlarını düşük tutacak" yazımızda, uyarılar üzerine bir düzeltme yapma gereğine inandık. Haziranda dövize endeksli 3,5 milyar dolar tutarındaki kağıdın geri ödenmesinden sonra, bu tür ihaleye çıkılmaması, döviz arzını artırmayacak, döviz talebi yaratacak. Ancak bankaların açık pozisyonlarını kapamak için buradan boşalacak YTL’lerin hepsini götürüp nakit olarak döviz alımına yatırmayacaklarını da görmek gerekir. Yani bir şekilde eurobond gibi döviz kağıtlarına yatırıp, pozisyonlarını kapatmak için kullanacaklar. Yani itfası yapılacak dövize endeksli kağıtların tekrar çıkılmaması, dövizde artı bir arz yaratmaz, hatta, ne kadar bilinmez ama, talep yaratır.
Ancak bu talebin döviz fiyatlarını artıracak ölçüde olacağını sanmıyoruz. İtfanın 15 Haziran gibi döviz girişinin bol olduğu bir döneme denk gelmesi, dışarıdan döviz girişinin hala çok yüksek seyretmesi, bu talebin döviz fiyatlarını artıracak bir talep olmasını engelleyecektir.
Özetle söylemek istediğimiz ise Hazine’nin açıkladığı borçlanma programının döviz fiyatlarını etkileyecek, biraz düzeltme sağlayacak bir program olmadığıdır.
Eğer Hazine 2006 yılında dışborçlanmasını azaltmayı öngören bir program açıklasaydı, bunun dövize talebi artıracak bir politika olduğunu söyleyebilirdik. Ama Hazine’nin böyle niyeti yok. O zaman da, buradan yola çıkıp, "Merkez Bankası daha fazla döviz alabilir" demek, Hazine’nin yani kendi üstünden sorumluluğu atmak demektir. Kurların artması gerektiği konusunda samimi olan bir Hazine, ona göre program yaparlardı.
Yazının Devamını Oku 
17 Ocak 2006
DEVLET Bakanı Ali Babacan’ın açıkladığı, 2006 yılına ilişkin borçlanma programı, bu yıl da kurların düşük kalacağının önemli ipuçlarını veriyor. Her ne kadar Babacan, daha fazla döviz alabileceğini söylese de, Merkez Bankası çok fazla döviz alamaz. Çünkü enflasyon hedeflemesine geçildi ve Merkez Bankası alacağı döviz karşılığı piyasaya verdiği YTL’leri çekmek zorunda. Çekmezse enflasyon hedefi zaten tutmaz ama fazla döviz alarak vereceği YTL’yi çekse de ödeyeceği artı faizler nedeniyle yine enflasyon hedefini zora düşürmüş olur.
Hazine açıkladığı borçlanma programı ile kurun daha da düşük olmasının yolunu açıyor. Haziran ayındaki dövize endeksli kağıtların geri dönüşü yerine YTL bazında satış yapacağını, döviz kağıtlarının geri dönüşünün de en çok yüzde 80’i için yine döviz bazında kağıt ihracında bulunacağını söylüyor. Yani döviz arzını bu politikayla daha da artırmış olacak.
Hazine’nin döviz arzını azaltmak, dolayısıyla kurların biraz yukarı çıkmasını sağlamak için, dışarıdan yaptığı borçlanmaları azaltması gerekiyordu. Ancak açıklanan borçlanma programında böyle bir şey yok, dışardan yüksek borçlanmaktan vazgeçmiyor. Yani 2006 yılında da döviz arzı fazla olacak. Döviz arzı fazla olunca kur fiyatları yine aşağıda kalacak.
Peki o zaman "Merkez Bankası daha fazla döviz alsın" demenin ne anlamı var?
Hazine’nin borçlanma programında yine hedef rakamın yüksek tutulduğu görülüyor. Yani aynen 2005 yılında olduğu gibi, Hazine bürokratları hedefi yukarıda belirleyip, gerçekleşme daha düşük olunca kendilerini başarılı sayacaklar. Aynen Maliye’nin gelir hedefini bütçede düşük gösterip, zaten beklenen rakam gerçekleştiğinde başarılı göründükleri gibi...
Yani borçlanma programındaki hedefin gerçekleşmesinin, 2005 yılında olduğu gibi, biraz düşük kalması bekleniyor. Hazine’nin borçlanma rakamlarında "piyasadan fazla likiditeyi çekmek için Merkez Bankası’na yardım için daha fazla borçlanma" kaygısı görünmüyor. Yani Merkez Bankası’na daha fazla döviz aldırıp, bu nedenle oluşacak YTL’yi de piyasadan çekmek için Merkez’e yardım etmeyecekler. Eğer ederlerse, o zaman borçlanma programında belirtilen hedeflerin çok üzerine çıkılması lazım. Aslında bunu da söylemeleri gerekirdi...
Yardım etmezlerse ne olacak derseniz, açık; Merkez Bankası zor durumda kalacak. Ya enflasyon hedefi tutmayacak ya da bunu dengelemek için etmek için başka yollara sapacak, o da ekonomiyi yavaşlatacak...Dolayısıyla Merkez Bankası yine tu-kaka olacak.
Bunun için mi, yani enflasyon hedefinden taviz verip Hükümete uyması için mi, yeni Merkez Bankası Başkanı arıyorlar, ne dersiniz?
STOPAJ YÜKÜNÜ HAZİNE VE TASARRUFÇU PAYLAŞTI
Hazine kağıtlarına yüzde 15 stopaj uygulandığı ilk ihale dün yapıldı. 6 aylık iskontolu kağıdın bileşik faizi yüzde 14.73 oldu. Bazılarının bu orana bakıp, daha önceki 3 aylık ihaleyle karşılaştırıp "Stopaj faizleri yükseltecek deniyordu, hani olmadı"dediğini duyar gibi oluyorum. Yani bunların hesabına göre stopaj yükünü tasarrufçu sineye çekmiş oluyor.
Ancak durum tam da böyle değil. Yılbaşına girilirken vadesine 6 ay kalmış Hazine kağıtlarının ikinci el işlemlerdeki faiz oranının yüzde 14’ün altında olduğunu biliyoruz. Yani dünkü ihaleyle 70-80 baz puanlık bir artış söz konusu....
Yani toplam 1,5 puanlık artış olması gerekirken, 0.70-0.80 puanlık artış oluyor. Bu da stopaj yükünün Hazine ile tasarrufçu arasında paylaşıldığını gösteriyor. Yani Hazine stopaj yükünün yarısı kadar fazla faiz öderken, tasarrufçu de aldığı faizden o kadar fedakarlık etmiş oldu.
Bu tablo stopajı haklı göstermek için kullanılamaz. Çünkü Hazine’nin yükü daha da artabilir. Şimdi yeni duruma ayak uyduracak tasarrufçu, Hazine kağıdı yerine mevduata ve yatırım fonlarına gidecek. Yani Hazine kağıtlarına olan talep yavaş yavaş azalacak. Borçlanmanın azaltılması planlanıyor ama rakam hala yüksek,. Kısacası arz fazla düşmeyecek kağıda talep düşmeye başlayacak, o zaman da faizlerin yükselmesi beklenir ki yükselme değil inişin daha yavaş olması biçiminde kendini göstermesi de aynı şey. Yani Hazine’nin yükü daha artacak.
Kısacası; faizlerdeki stopaj etkisi yeni başladı, ileride bu etkiyi daha iyi görebileceğiz.
Yazının Devamını Oku 
16 Ocak 2006
Kuş gribinin faturası halkın cebinden çıkmamalı TÜRKİYE Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) çabalarıyla geçtiğimiz hafta sonunda toplanan Ekonomik Sorunları Değerlendirme Kurulu (ESDK) toplantısından yansıyanlar, bizce hiç doyurucu değil. ESDK Başkanı, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in gazetelere yansıyan demecinde, bir komisyonun kurulup çalışma yapacağı yazılı. Toplantı sonrası yapılan açıklamalar ise ele alınan önlemlerin daha çok tavuk ve yumurta üreticilerinin enerji ve işçilik yükümlülüklerinin ertelenmesi, uygun kredi kullanım imkanı verilmesi ve eldeki yumurta ve tavukların uygun fiyatla toplanması üzerinde yoğunlaştığını gösteriyordu.
Daha önce de yazdığımız gibi; belki oluşan sıkıntıyı aşacak bazı günlük tedbirler gelebilir ama asıl yapılması gereken şey, ileriye dönük, belli bir sistematiği olan önlemlerin alınması. Bundan sonra bu tür vakaların faturasının devlete, yani halka kesilmesinin önlenmesi olmalı. Yani çağdaş ülkelerdeki hayvancılık koşulları, sigorta sistemleri, veterinerlik hizmetlerinin oluşturulması sağlanmalı, önlemler geleceği kavrayacak biçimde hazırlanmalı.
TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu ile toplantı öncesinde konuştuğumuzda, kendisinin de uzun vadeli kalıcı önlemlerden yana olduğunu öğrendik. Ancak Hisarcıklıoğlu, tabandan gelen talep doğrultusunda, şu anda yaşanan büyük sıkıntının aşılması için, yoğun istihdam sağlayan bu sektörün yükünün hafifletilmesi, "yangını söndürecek önlemlerin" de alınması gerektiği üzerinde durdu. Bununla birlikte uzun vadeli önlemlerin, bundan sonra devlete yük olmasını engelleyecek kalıcı yöntemlerin de uygulanmaya konması gerektiğini belirtti.
Bu toplantıda kalıcı önlemler, izlenecek yöntemler ele alındı mı bilmiyoruz ama alınmadıysa bile oluşturulan komisyonun bunlara ağırlık vermesi gerektiğine inanıyoruz.
Unutmayalım; Çiller’in Başbakanlığında 5 Nisan tedbirleri henüz uygulamanın başında, popülist taleplerle delindi ve bunun bedeli daha sonraki krizlere yansıyacak kadar ağır oldu.
BİR DOKTORUN KUŞ GRİBİ UYARISI
Hep söylüyoruz kuş gribi tehlikesinin bu kadar büyümesinde ihmal ve hataların payı büyük. Son dönemde, sanki kimsenin sorumluluğu yokmuş da bu kadermiş biz de çekiyormuşuz havası yayılıyor. Bir uzman doktorun mailini ihmali göstermek için aynen yayınlıyorum:
"Ben Doğu illerinden birindeki devlet hastanesinde görev yapan bir uzman doktorum. Kamuoyuna nedense yansımayan ama çok önemli bir konudan bahsetmek istiyorum. Van’daki kuş gribi tanılı hastaların yanında Sağlık Bakanı ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) üyelerinin giydiği kıyafet ve malzemeleri hepimiz televizyonda gördük. Zaten DSÖ de olası veya kesin vakalarla temas sırasında, eldiven, özel maske, koruyucu gözlük, ayakkabı koruyucu, bone ve önlükten oluşan bu malzemelerin kullanılmasını öneriyor. Ancak Sağlık Bakanlığı yalnızca 3 gün önce, sadece ambulans çalışanları için bir kıyafet genelgesi yayınlamış (onu da basından öğrendik, resmi kaynaklardan değil). Yani ambulans çalışanlarının çoğunun bundan haberi bile yok. Oysa sağlık ocaklarından devlet hastanelerine birçok sağlık kuruluşunda çok sayıda sağlık çalışanı bu şüpheli vakalarla, bu malzemeleri kullanmaksızın temas etti ve hala ediyor. (Bırakın özel maskeyi, çoğu eldiven bile bulamıyor.) Ve bu şüpheli vakaların bir kısmı sonradan kesin vaka olarak kabul edildi. Özellikle insan gribinin de yaygın olduğu bu soğuk günlerde, sağlık çalışanlarının kuş gribi olası veya kesin vakalarıyla herhangi bir korunma önlemi almaksızın yoğun olarak temas etmesi, virusun mutasyon geçirerek insandan insana bulaşma yeteneği kazanmasına yol açabilir. Bu da tüm dünya için ciddi bir tehlikedir. Bu kadar zamandır Bakanlığın bu konuda hiçbir tedbir almaması ve hatta basına yansımadıkça almayı da düşünmemesi, krizin hiç iyi yönetilmediğinin en önemli göstergesidir. Bu malzemeleri biz kendimiz satın almak istesek bile Doğu illerinin hiçbirinde bunlar bulunmuyor. Eğer gerekli değil idiyse Bakan niye hastaların yanına bu şekilde girdi. Bu yazdıklarımı ismimi vermeden kamuoyuna duyurursanız, tüm dünya için bir tehdit oluşturan bu hastalık konusunda Bakanlık yetkililerinin ciddi bir önlem alacağını sanıyorum."
Yazının Devamını Oku 
14 Ocak 2006
Bayram süresince gündemi kuş gribinin oluşturmasını zaten bekliyorduk ama bir de "Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesi" olayı çıktı. Zaten tatil nedeniyle dar kadro ile çalışan gazete ve televizyonların, Ağca’yı takip etmeye çalışırken epey terledikleri kesin.
Kuş gribi ile ilgili her gün yeni bir şeyler ortaya çıkıyor. Özellikle insandan insana bulaşmasıyla ilgili iyi haberler geliyor gibi ama bir yandan da AB gibi, gözünün içine baktığımız, organizasyonlar da, her açıdan bizi sıkıştırmaya devam ediyorlar.
Belli ki Türkiye istese de istemese de, kuş gribi nedeniyle, bundan sonra başta veterinerlik hizmetleri ve hayvancılık olmak üzere, köklü çözümler almaya bizi zorlayacaklar. Kötü mü derseniz; bizce gayet de iyi olacak. Çünkü yine başımıza gelince ortalığı velveleye verip, ardından unutmaya hazır bir durumda bekliyoruz.
Bir başka alışkanlığımız da günü kurtarmak için gerekirse parayı basıp, paniği bastırmak ama köklü çözüme ilişkin bir şey yapmamak. İşte bu nedenle de özellikle AB dayatmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Aksi takdirde eski tas eski hamam devam edecek.
Dün AB Komisyonu’nun kuş gribiyle ilgili basın toplantısını CNN canlı yayın yaparak verdi. Anladığımız kadarıyla Pekin’de kuş gribi ile ilgili büyük bir konferans düzenlenecek, dünya çapında köklü çözüm arayışlarında bulunulacak. Bizce Türkiye de bu platforma etkin olarak katılmalı ve göç yolları nedeniyle bundan sonra her an karşı karşıya kalma tehlikesinde bulunduğumuzu gözardı etmeden, köklü çözümleri üretecek çabaların içinde olmalı.
Bu arada televizyonlarda Mehmet Ali Ağca’nın tahliye görüntülerini ve yapılan yorumları izledik. Her şeyden önce tescilli bir katilin çiçeklerle, bayrak ile karşılanması herkes gibi bizi de ürküttü. Bunun ötesinde bir gazeteci olarak, insanın bu görüntülere bakıp öfkelenmemesi de mümkün değil. Hele ki, "Abdi İpekçi’nin kim olduğuna bakmıyorsunuz" gibi sözler, "vatan için kurşun atanlar" edebiyatının yapıldığı günleri ve o mantığı hatırlatınca...
Öte yandan hukukçuların yorumlarını izleyip, sorunun asıl nedenini anlamaya çalıştık. Hukukçular, yeni yasaların bu konuda hiçbir suçunun olmadığını, daha önceki her yerinden delinip, bütünlüğü bırakılmamış sistemin yerine nihayet bütünlüğü olan çağdaş bir sistemin geldiğini söylüyorlar. Bu olaya bakıp mevcut yasaları suçlamamak gerektiğini hatırlatıyorlar.
HER TÜRLÜ AFFA
KARŞI OLMAK GEREK
Ancak hepsinin söylediği şey şu ki; sık sık getirilen aflar sistemi delik deşik etti ve aleyhe uygulanamama ilkesi nedeniyle de Mehmet Ali Ağca, sağlıklı bütün vicdanları sızlatacak bir biçimde serbest kaldı. Yani, bundan sonra af olmaması gerektiği görüşündeler
Adalet Bakanı Cemil Çiçek de yaşanan bu olayın daha önce çıkarılan aflardan kaynaklandığını, sık sık getirilen aflarla sistemin bozulduğunu söyledi ve Yargıtay’a konunun yeniden incelenmesi için başvuru yapacağını söyledi. Adalet Bakanı’nın söylediklerinden anlamadığımız bir şey var ki; Ağca’nın tahliye günü geldiğinde mi bu gerçek anlaşılıyor? Daha önce bu durumu görüp, daha önce harekete geçip, Ağca tahliye olmadan Yargıtay’dan bu görüş istenemez miydi? Söylediklerinizde samimi misiniz, yoksa bu kadar tepki oldu diye mi harekete geçtiniz? Samimi iseniz en azından bir gecikme söz konusu değil mi?
Aslında kuş gribi ile Ağca’nın tahliyesinin ortaya çıkardığı benzerlik de burada. Siyasi otorite dahil kimse, "olması gereken"i düşünüp ona göre hareket etmiyor, felaket başa geldiğinde günlük çözümlerle işi kurtarmaya, kendi başından sorumluluğu atmaya çalışıyorlar.
Bunun için de, popülizmden kurtulamıyor, köklü çözümler üretemiyoruz.
Aksi takdirde AKP Hükümeti en çok af çıkaran iktidarlardan biri olabilir miydi? "Ağca, ceza yasasını delen aflar nedeniyle dışarıda" deyip, daha önceki hükümetlere suçu atmakla iş bitiyor mu? Ekonomide her türlü yolsuzluğu, sistemsizliği getiren, kara delikler oluşmasını sağlayan her türlü affı, AKP hükümeti çıkarmadı mı? Hálá da IMF olmasa bu aflara devam etme niyeti bulunduğu kesin değil mi? Her alanda olduğu gibi "Af işime gelince iyi, gelmeyince kötü" diye çifte standart uygularsanız, belalardan kurtulma şansımız yok.
Yazının Devamını Oku 
12 Ocak 2006
BU yıl kurban bayramının gündemi "kuş gribi" oldu. Bu tartışmanın bayram sonrasında da sürmesi kaçınılmaz. Aslında büyük bir kriz yaşıyoruz ve köklü çözümler aranması, bu hastalığın bizce göz göre göre yayılması konusunda sorumlu olanların saptanması lazım.
Şimdi herkes kuş gribi hakkında bir şey söylüyor ve tam bir enformasyon karmaşası var. Umarız bu kriz daha fazla büyümeden sona erer ve daha fazla bir zayiat verilmez. Bu kriz fırsat bilinir de, Türkiye’nin bu tür tehlikelere daha bilinçli girmesine de, umarız yararlı olur.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) çabalarıyla, Cumartesi günü Ekonomik Sorunları Değerlendirme Kurulu’nun (ESDK) sadece kuş gribi gündemiyle toplanması kararlaştırıldı. TOBB’un bu konuda bir rapor hazırlattığını ve ESDK toplantısından önce Cuma akşamı bu rapora son şeklini vereceğini biliyoruz.
Bildiğimiz bir başka şey daha var ki; özellikle Bandırma kaynaklı olarak, yumurta tavuğu üreticileri ellerindeki tavukların devlet tarafından, fiyatı ödenerek alınmasını istiyorlar. Referans’ın Salı günkü haberinde Bandırmalı tavukçuların devletin bu tavukları almaması halinde "kümeslerin kapılarını açacaklarını" söyledikleri haberleri yer aldı.
Anladığmız kadarıyla yumurta tavukçuları, Eylül ayındaki ilk vakadan sonra gerekli önlemin alınmadığından, yumurta tavuklarının o dönemden sonra tavuk pazarları kanalıyla ülkenin her yerine yapılan satışlarla, bu gribin yayıldığı görüşündeler. Bu nedenle de eldeki bütün tavukların 500 liralık satış fiyatından devlet tarafından alınmasını istiyorlar.
Öğrendiğimiz kadarıyla 3 aylık bir geçiş süresi gerekiyor ve bu süre içerisinde tavuk ve yumurta ithalatı gerekiyor. 3 ay sonra işlerin normale döneceği belirtiliyor.
Bizce ortada ihmalden de kaynaklanan bir sorun olduğu kesin ve bunun çözümü gerekiyor. Teknik olarak yumurta tavukları kanalıyla bu krizin tüm yurda yayıldığı iddiası gerçek midir bilmiyoruz ama artık bir şeyler yapılması lazım. Şimdiki faturanının 250 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor ama belli ki iş daha büyürse başta turizm olmak üzere birçok sektör etkilenecek ve fatura tahmin edilenin çok ötesine gidebilecek.
Ancak uygulanacak çözüm yönteminin yanısıra, bundan sonra yapılacakların da açıklanması gerek. Artık bu tür yüklerin devletin sırtına, yani halkın cebine yansıması önlenmek zorunda. Bunun için sigorta sistemi zorunlu kılınabilir. Yanısıra AB standartlarının hem kümes ölçeği hem hijyenik anlamda şimdiden devreye sokulması lazım ki, denetim sağlıklı yapılabilsin.
Kısacası; artık "sorun çıktı devlet ödesin"in ötesine geçilmeli, devletin ödeyeceği bir maliyet varsa, bunun sorumluları da, siyasi de olsa, cezalandırılmalı. Aksi takdirde güven sağlanamaz.
EREZ PROJESİNE ABD VE JAPONYA’DAN ÖVGÜ
Bu arada bayramın ilk günü Japonya Başbakanı Junichiro Koizumi, resmi davetli olarak Ankara’da idi. Başbakanla görüşmesinin ardından Salı akşamı onuruna verilen yemekte, sempatik tavırlarıyla ilgi çektiğini, Katibim şarkısı başta olmak üzere, şarkılara eşlik etmeye çalıştığını, yemektekilerin konuk Başbakanı çok sıcak kanlı bulduklarını öğreniyoruz.
Koizumu’nun isteği üzerine dün sabah TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu ile özel bir görüşmesi olmuş ve toplantının tek gündemi Erez Sanayi Bölgesi olmuş. Konuk Başbakanın isteği üzerine Hisarcıklıoğlu, başından yani Ankara Forumu oluşturulmasından başlayıp, İsrail ve Filistin taraflarının nasıl ikna edildiğini, hangi aşamaya geldiğini anlatmış. Koizumi, Filistin Lideri Abbas’a "Gazze’nin geliştirilmsi " konusunda sözü olduğunu, Erez projesinin buna uygun olduğunu söyleyip, kendilerinden bir destek isteyip istemediklerini sormuş. Hisarcıklıoğlu da özellikle altyapının oluşumu için başka destek sözü veren ülkeler olduğunu, kendilerinin de bu aşamada hem maddi hem manevi destek verirlerse sevineceklerini söylemiş. Bundan sonra Erez bölgesi için görüş alışverişi devam edecekmiş.
Bu arada dün yine Erez için ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, girişimi nedeniyle TOBB’u kutladığı haberleri ajanslara düştü. Yani Türkiye’nin özel sektörüyle uluslar arası bir aktör olmaya başlaması, kuş gripli bayram günlerinin sevindirici bir haberi oldu.
Yazının Devamını Oku 
10 Ocak 2006
DEVLET Bakanı Ali Babacan, geçtiğimiz hafta, 2005 yılı gerçekleşmeleri ile 2006 yılına ilişkin finansman programı ve borçlanma stratejisi hakkında detaylı bilgi verdi. 2005 yılının genel olarak başarılı geçtiği, yapılan programa göre sapmaların, daha çok lehte geliştiği görüldü. Buna bağlı olarak Ali Babacan’ın övünmesini doğal karşılıyoruz ancak eleştirilere karşı, özellikle de cari açık gibi muhtemel tehlikelere dikkat çekenleri, "ülkeyi sevmemek" ile suçlaması bizi yadırgattı. Ülkeyi sevmek ile ilgili sözleri bize aynı sözcüğü kullanan başkalarını hatırlattı...
Bu ruh halini başka bir yazıya bırakıp, 2006 yılına ilişkin programa bir göz atalım.
Özellikle banka iktisatçıları, Babacan’ın sunumundan yola çıkarak, 2006’ya ilişkin borçlanma özetleri yapıyor ve doğal olarak buna göre tavır belirlemeye çalışıyorlar.
Buna göre Babacan’ın sözlerinden yola çıkılarak, 2006 yılında borç yönetiminin temel amaçları; makul risk seviyesinde ve piyasa koşullarının el verdiği ölçüde borçlanma maliyetinin azaltılması, borçlanma vadesinin uzatılması, devlet iç borçlanma senetlerinin likiditesinin artırılması, verim eğrisinin geliştirilmesi ile Hazine rezervlerinin güçlendirilmesi olarak özetleniyor. 2006 yılında piyasada daha az sayıda, ancak likiditesi yüksek ve derinliği olan senetlerin yer almasına yönelik bir borç yönetimi politikası uygulanacağı ve bu uygulamayla "borçlanma politikalarının öngörülebilirliğinin artırılmasının hedeflendiği" belirtiliyor.
Bunun için her ay düzenli olarak, değişken ve sabit faizli olmak üzere, 6 ayda bir kupon ödemeli YTL cinsi uzun vadeli tahvil ihracı gerçekleştirilirken, ocak, nisan, temmuz ve ekim aylarının her birinde uzun vadeli YTL cinsi iskontolu senet ihracı yapılacak ve bu senetler ilk ihraç tarihini izleyen üç ay boyunca yeniden ihraç edilebilecek.
Piyasa koşulları çerçevesinde YTL cinsinden kısa vadeli iskontolu senet ve referans bono ihraçlarına devam edileceği belirtilen programda, 2006 yılında döviz cinsinden iç borçlara ilişkin borç çevirme oranının yüzde 80’i aşmayacağı belirtiliyor. Yine bu çerçevede dövize endeksli senet ihracı gerçekleştirilmeyeceği belirtilirken, buna karşılık yeni iç borçlanma enstrümanları oluşturulabileceği ifade ediliyor.
BORÇ SERVİSİ AZALACAK
2005 gerçekleşmeleri ile 2006 yılı öngörüleri karşılaştırıldığında, bazı saptamalar ise şöyle:
2005 yılında toplam borç servisi 2005 yılına göre yüzde 15 azalacak. Buna göre; toplam borç servisi, 188.6 milyar YTL’den 168.4 milyar YTL’ye düşecek.
İç borç servisi yüzde 17 azalırken, dış borç servisi yüzde 7 artacak. (İç borç servisi: 144.5 milyar YTL, dış borç servisi: 23.8 milyar YTL)
Toplam borçlanma, özelleştirme ve faiz dışı fazladan elde edilen kazanımlarla yüzde 25 reel düşüş göstererek, 128.1 milyar YTL olacak.
İç borçlanma yüzde 29 reel azalırken, dış borçlanma yüzde 29 artacak. (İç borçlanma: 11.4 milyar YTL, dış borçlanma: 16.7 milyar dolar)
Borçlanma dışı kaynaklardan elde edilen finansman 2005 yılına göre yüzde 6 artacak. Faiz dışı fazla 2005 yılındaki 32.2 milyar YTL’nin altında, 30.2 milyar YTL seviyesinde gerçekleşecek.
2006 yılında 5.5 milyar doları tahvil ihracı, 3.6 milyar doları IMF, 1.4 milyar doları Dünya Bankası’ndan olmak üzere uluslararası kuruluşlardan 5 milyar dolarlık kredi elde edilmesi öngörülürken; proje kredileri 1.8 milyar dolar olacak.
2005 yılında hem iç hem de dış borçlanmanın öngörülenin altında kaldığı, geçen yıl uluslararası piyasalarda ihraç edilen tahviller yoluyla elde edilen borç miktarının öngörülenin 1 milyar dolar üzerine çıktığı ancak uluslararası kuruluşlardan sağlanan kredilerin, öngörülenin altında kaldığı belirtildi. Buna karşılık, hangi eksik tedbirler nedeniyle bu kredilerin alınamadığı söylenmedi.
Daha sonra, borç programının barındırdığı zayıflıklar ve risklere değineceğiz.
Yazının Devamını Oku 
9 Ocak 2006
BAŞBAKANIN İstanbul’da bazı gazete yazar ve yöneticileriyle yediği akşam yemeğinin notlarını okudum. Başbakanın söyledikleri net olarak yazılmamış ama üzerinde mutabık kalınan nokta, "Başbakanda, AKP iktidarının önünün kesilmeye çalıştığı havasının bulunduğu" yönünde.
Bu hava sadece Başbakanda yok, hemen hemen bütün kabine üyelerinde var. Hatta bütün AKP’lilerde ve AKP yanlısı yazarlarda da var. İyi de, bütün iktidarlara muhalefet edilmez mi, bütün iktidarlar AKP’lilerin deyimiyle "kuşatılmaz" ya da önü kesilmek istenmez mi?
Demokrasinin gereği değil midir bu? Bir iktidarın önü nasıl kesilmek istenir diye bakarsak bunun aracı muhalefettir. Hadi daha ileri gidelim, iktidarı düşürmek için oyunlar oynanır, parti parçalanmaya çalışılır, yeni iktidar planları yapılır, bunun için iktidar partisinden transferler de yapılır...Bunları daha önce görmedik mi, yaşamadık mı?
Peki bunların bir bölümünü yine bu iktidar döneminde de yaşamadık mı? TBMM’de yeni bir parti grubu ortaya çıkmadı mı?. Genellikle olmaz ama iktidar partisi olan AKP, başka partilerden milletvekili transferi yapmadı mı?. Bu transferleri yaparken iktidarın nimetlerinin kullanıldığı, yine kredilerin, ihalelerin gündeme geldiği söylenmedi mi?
Peki AKP iktidarındaki, Başbakan dahil tüm bakanlardaki bu ruh halinin sebebi ne?
Kısacası; muhalefet demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Muhalefet olmadan demokrasi olmaz. Bu muhalefeti kim yapar derseniz., bunun sağlıklı yolu TBMM’deki ve dışında kalan siyasi partilerin yapmasıdır. Eğer bu konuda bir boşluk olursa, muhalefet partileri sadece "nasıl olsa iktidarda yıpranır, sonunda bizim oyumuz artar" diye kendi yormaz, kılını kıpırdatmazsa, muhalefetin başka yerlere kayması kaçınılmaz olur. Bunun gideceği yer de daha çok sivil toplum kuruluşlarıdır. Yani muhalefet partileri, biriken muhalefeti yönetemiyor ona tercüman olamıyorlarsa, başka kurum ve kişiler bu görevi yerine getirir.
Ki; Türkiye sendikalar başta olmak üzere, sivil toplumu henüz gelişmemiş bir ülkedir...
Siyasi partiler ya da başka kurum ve kişilerden gelecek muhalefetin kendini ifade edeceği mecra ise medyadır. Basının işlevlerinden biri "kamuoyu adına denetim yapmak"tir. Yani farklı sesleri, eleştirileri, yapılan icraatların eksik ve yanlışları medyada dile getirilir ki; seçimde oy kullanacak vatandaşlar doğru dürüst karar verebilsinler. Basına dördüncü kuvvet denmesinin nedeni de budur. Basının iktidarı olduğu gibi diğer kuvvetler olan yasamayı da yargıyı da bizce eleştirmesi gerekir. Her alandaki eleştirilerde eksik kalındığı ise bir gerçek.
DEMOKRASİ HERKESE LAZIM
Erez Bölgesi için imzalanan anlaşmalar nedeniyle geçen hafta Kudüs’te bulunurken sohbet imkanı bulduğumuz Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’e, bu yöndeki görüşlerimizi aktarma fırsatı bulduk. Hükümet Sözcüsü Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in, Orhan Pamuk davasında hatta "Irak Büyükelçimize yapılan saldırının arkasında basında çıkan yazı ve yorumları" sebep gösterdiğini, Enerji Bakanının Rusya ile Ukrayna arasında çıkan doğalgaz krizinden bile Türk basınını sorumlu tuttuğunu hatırlattık. Gül’e "Kabinede nasıl bir ruh hali bulunduğu"nu, muhalefeti bırakıp, "kendilerine bir düşman yaratıp birliklerini sağlamak için basını mı hedef seçtiklerini" sorduk. Gül, basının kesin olarak düşman ilan edilmediğini, bazı kişisel durumların bu eleştirilerin dozunda etkili olduğunu belirtip, "hepimiz insanız"dedi. Ancak bir yandan da, başka bir sorumuza "siyasi taktikler uygulanıyor, bunların ille de siyasi partiler tarafından yapılması gerekmiyor" gibi yanıtlar vermesi de gözümüzden kaçmadı.
Daha geçen gün Ali Babacan’ın ekonomik tabloyu özetlerken, yine, cari açık konusunda olumsuz yorum yapanları çok sert bir dille, neredeyse düşman etmesi de gözden kaçmadı.
Bir daha söyleyelim: iktidar muhalefetsiz olmaz,Olursa bunun adı demokrasi değil başka şey olur. Gerçek demokratlık sadece "mevsimlik AB taraftarlığı" değildir. Muhalefet her yandan gelebilir ve bunun dile getirildiği yer medyadır. "Kuşatılıyorum", "önüm kesiliyor" gibi sözler, eleştirileri önlemeye, sindirmeye çalışan iktidarların, bozgun ruh halini yansıtırlar.
Demokrasi de, eleştiri de, muhalefet de herkese lazım. Bir zamanlar iktidar olanlara da..
Yazının Devamını Oku 
7 Ocak 2006
TÜRKİYE Odalar ve Borsalar Birliği’nin (TOBB) Filistin ve İsrailli işadamlarını toplayıp, "Ankara Forumu" adlı girişimi başlatması, daha öncekiler gibi göstermelik bir girişime benziyordu. Bilkent Oteli’nde biraraya gelen işadamlarının anlaşması çok zordu. Çünkü işadamları devlet politikalarına sıkı sıkıya bağlıydılar, yani birbirlerine güvenleri yoktu.
Ancak uygulanan yöntem, "anlaşılabilecek noktaları belirlemeye çalışıp, temel büyük anlaşmazlıkları gözardı etmek" oldu. Bu yöntemle ne yapılabilir denirken İsrail’in boşalttığı Erez Sanayi Bölgesi’nin ortak bir girişimle yeniden devreye sokulması fikri ortaya atıldı.
Bu fikir, çoğu kimse gibi bize de önce "hayal" gibi geldi ama aynı zamanda "hayal kurmadan büyük ilerlemeler olamayacağı"nın en önemli kanıtı oldu.
İşin organizasyonunu üstlenen TEPAV Direktörü Güven Sak’ın çabalarını baştan beri yakından takip ediyordum ve çok zor bir projenin içine girildiğini açıkça görüyordum.
Ancak geçtiğimiz gün Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile yaptığımız ziyaret ve oradaki siyasi belirsizliğe rağmen iki tarafla imzalanan anlaşmalar sonrası artık Erez Projesi’nin hayata geçirilmesini kesinlikle bir hayal olarak görmüyoruz.
Bölgeyi gezdiğinizde, girişilen işin, özellikle de simgesel anlamda, ne kadar büyük bir proje olduğunu açıkça görüyorsunuz. Bizdeki küçük sanayi sitelerini andıran bir bölge içinde, yarısı İsrail ordusunun geri çekilirken yıktığı binaların enkazları, yarısı boş metruk sanayi işyerleri ile karşı karşıyasınız. Aynı zamanda geçiş noktası olduğu için, iki taraf arasındaki her anlamda farklılığı, 100 metre arayla, çıplak gözle görme imkanınız oluyor.
Bu yıkık bölgeye girerken, Hisarcıklıoğlu’nun soyut bir projeyi hayata geçirmekten ötürü kıvançlı ama aynı zamanda heyecanlı olduğunu gördük. Hisarcıklıoğlu, bu manzaraya rağmen 6 ay içinde buranın bir sanayi bölgesi haline getirileceğini söylüyor.
Zor gibi ama gelinen noktayı gördükten sonra artık bunu da bir hayal olarak görmüyoruz. Yeter ki iki taraf niyetli olsun ve işleri çözmeye çalışsın. Çünkü işi asıl götüren TOBB tarafı işi sonuca ulaştırmakta çok kararlı. Şimdiye kadarki yaptıkları, bu kadar kısa sürede bölgenin işletmeye açılması konusunda bize umut veriyor. Yani işi asıl götürecek olan taraf kararlı.
ÖZEL SEKTÖR PROJESİ KALMALI
Dışişleri Bakanı Gül’ün de dediği gibi; Filistin için, burada barışı sağlamak için, Batı ülkeleri birçok taahhütte bulundular söz söylediler ama attıkları çok somut bir adım, henüz yok. Oluşturulan büyük fonların, Erez projesini hayata geçirmek için kullanılması, aynı zamanda Batı’ya Filistin için bir şey yaptıklarını gösterme imkanı vermesi açısından da önemli.
Orada gördüğümüz; hem İsrail hem de Filistin tarafının artık, öyle görünmemeye çalışsalar bile, barışı gerçekten istedikleri oldu. Bu projenin hayal olmaktan çıkmasında Güven Sak’la birlikte çok büyük katkısı olan İsrail Büyükelçimiz Feridun Sinirlioğlu, İsrail’de belli bir siyasi organizasyonun kurulmaya başladığını ama Şaron’un artık siyasette olmayacağının kesinleşmesiyle, bir boşluk doğduğunu, şimdi yeniden bir yapılanma olacağını söylüyor. Bölgeyi iyi bilenler, Şaron olmasa da, artık barışı tesis edecek bir hükümetin olması gerektiği konusunda bir mutabakatın bulunduğunu söylüyorlar. Filistin seçimlerinde Hamas’ın kazanma ihtimali yükselmiş görünüyor ama buna rağmen Filistin tarafının da, kim gelirse gelsin barış için çabalaması gerekeceği kaydediliyor. Yani bölgede başka çare görülmüyor.
Bizce bu aşamada TOBB’un Erez girişimi Türkiye’nin konumu açısından da çok büyük önem kazanıyor. Bir büyük ülke gibi, "özel sektörüyle bölgesel güç olma imkanı" yakalandığını gösteriyor. Bizce Gül’ün verdiği destek, Erez Projesi’nin bir kamu projesi olduğu anlamına gelmiyor. Kamu değil özel sektör projesi olması, yani siyasi çıkarlar değil ekonomik menfaatlerle gidiliyor olması, projenin hayata geçme ihtimalini yükselten önemli bir unsur.
Gül, şimdiye kadar akıllı bir yol izleyerek, "Özel sektör inisiyatifiyle yürütülen uluslararası projede, gereken siyasi desteği veren bir devlet adamı" görünümündeydi. Batı fonlarının kazanılması, projenin bundan sonraki safhaları için de, bu konumun sürmesi çok önemli.
Yazının Devamını Oku 