31 Ekim 2011
MERKEZ Bankası hem finansal istikrar hem fiyat istikrarı sağlayacağım diyerek politika faizini yüzde 5.5 ile 12 arasında bir koridora yerleştirdi. Nasıl istikrar ama! Gösterge faiz oranı artık düşük tutulan haftalık faiz oranı değilmiş, Merkez Bankası Başkanımız öyle söyledi. Merkez Bankası Başkanımız ayrıca gösterge faizin artık yüzde 5.5 ile 12 arasında değiştiğini, bunu duruma göre kendilerinin belirleyeceğini söyledi.
Bu yolla amaçlanan açık; kurları aşağı çekmek. Niye kurları aşağı çekmek istiyor derseniz; o da açık; Merkez Bankamız nihayet asıl görevi olan enflasyonu hatırladı ve belli ki yıl sonunda iki haneye çıkacağını gördüğü enflasyonu dizginlemek istiyor. O zaman faizi artırsın değil mi? Olmaz. Hükümet kızar diye faizi artırmamak için, şimdi de gösterge faizi değiştirdiğini söyledi ve literatüre yaptığı katkıyla “gösterge faiz koridoru” oluşturdu. Hem gösterge, hem koridorun alt ile üst sınırı birbirinin iki katından fazla... İnsanlar neyi gösterge alacak?
Yüzde 5.5 ile 12 arasında bir gösterge faiz olmaz ama yaptılar oldu, kimse de böyle bir şeye itiraz etmedi, bir şey olmaz diyebilirsiniz. Öyle değil işte, şimdi siz olacakları seyredin.
Bir bankacıya soruyorum; “Peki, şimdi siz hangi faizden kağıt alacaksınız?” Öyle ya, bankaların iki ana plasman kaleminden biri Hazine kağıdı, diğeri krediler. Ekonomi yönetimi önce kıstı, sonra kur etkisini saymam deyip, kredi hacmindeki artışı yine esnetti ama sonunda yine kısın talimatı geldi. Merkez Bankası Başkanımız söyledi; bu artış hızı da çokmuş.
Bankacı da diyor ki; “kredi veremiyoruz kağıt almamız gerek ama kaçtan alacağız bilmiyoruz. Yani belirsizlik riski büyük, o nedenle de kağıt faizinin yüzde 12’ye çıkmasını bekleriz.”
Hazine’nin de ihtiyacı yok, fazla borçlanma yapmaz, ayrıca yüzde 12’den borçlanırsa tüm bütçe dengeleri gider, o nedenle fazla bono ihraç etmez diyebilirsiniz.
O zaman bankalar topladıkları paraları ne yapacak? Artık balon olduğu açık açık konuşulmaya başlanan konuta kredi vermeyi mi sürdürecek. Öyle ya, Başbakanın o nedenle demir zammına bile çok kızdığı, gözbebeği konut sektörü zora girmez, konuta vermeye devam ederler denebilir... İyi de 600 milyar kredi hacmi var, zaten verilmiş olanlar bile durgunluk korkusuyla tehlikeye girmeye başlamış. Diyelim ki yüzde 2 ek kredi tehlikeye girdi, bankacılık sektörünün zararı 12 milyar lira eder. Zaten 18 milyar kar varken, 12 milyar lira zarar yazılır mı? Güvendiğimiz bankaların haline o zaman ne diyeceksiniz? Hadi diyelim; Başbakanımız ekonomide küçük oranlı artışlara katlanmadı, büyümeyi artırmaya karar verdi, böylece bütçeyi açıp borçlanmayı da artırıp bankalara da kıyak çekti. İyi de son eylül rakamlarını gördük; cari açık zaten milli gelirin yüzde 10’unu geçti, küresel durum böyleyken, cari açığı artık azaltmazsak başımıza neler gelecek, düşündünüz mü?
Evet, istikrar sağlayacağız diye geldiğimiz nokta ortada: Gösterge faiz yüzde 5.5 ile 12 arası.
CHP’NİN RAPORU DURUMU ÖZETLEMİŞ
Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın koordinatörlüğünde hazırlanan son CHP raporu Merkez Bankası’nın son açıklamaları ve dış ticaret rakamlarını değerlendiriyor. Raporda; temmuz sonunda işler iyi harcamaya devam edelim noktasına gelindiği, Başbakanın “kriz yok, bu sefer teğet bile geçmeyecek” dediği ama bir hafta sonra Merkez Bankası’nın kriz yönetimine geçtiği hatırlatılıyor. 26 Ekim’de ise büyümede düşüş riskinden vazgeçilip Merkez Bankası’nın yeniden enflasyonu hatırladığına dikkat çekiliyor. Temmuz sonu kur riski ve reel sektör döviz pozisyon riski yok diyen Merkez Bankası’nın son yayımında reel sektörün döviz pozisyon açığının 119.3 milyar dolarla rekor olarak açıkladığı belirtildi.
“Çoklu hedef, çoklu araç, para politikasında yeni yaklaşımlar” söylemi ile tüm gelgitleri örtmenin mümkün olmadığı belirtilen CHP raporunda, bir yıl önce enflasyon hedefi yüzde 5.5 olarak açıklandı, OVP’de bu oran yüzde 7.8 olarak revize edildi, daha OVP’nin mürekkebi bile kurumadan Merkez Bankası’nın yılsonu enflasyonu yüzde 8.3’e çektiği,bu çelişkilere Merkez Bankası Başkanının “enflasyon tutmaz ise yazarsın bir mazeret mektubu olur biter” tarzı bir söylem kullanmasının en azından ciddiyetle bağdaşmadığı kaydediliyor.
Yazının Devamını Oku 
27 Ekim 2011
HER şeyden önce şunu söyleyeyim ki; Merkez Bankası’nın açıkladığı 5 ayaklı eylem planı’nın nasıl bir eylem, hatta plan adını alacak eylemler bütünü içerdiğini ben anlamadım. Daha önce de zaten görevi olan bu konjonktürel önlemlerin, eylem planı gibi açıklanmasının yanlışlığına değinmiş, sadece beklenti yönetimi amaçlı bir açıklama olduğu tahminimi belirtmiştim. Bence, dün kesinlikle adına eylem planı denilemeyecek bir açıklama yapıldı.
Merkez Bankası eylem planı diye, “orta vadeli enflasyon beklentilerini korumak için her türlü tedbiri alırım” şeklinde özetlenebilecek, somut tedbirleri sıralamayan, belirli bir takvim öngörmeyen bir açıklama yaptı. Bence Merkez Bankası açıklamasında yer alan tek soyut eylem, Merkez’in enflasyon korkusuyla sigara zamlarına müdahale edip, dün sigaradaki ÖTV’nin indirilmesini sağlamak idi. Bence, “eylem planı” yerine “Sigara ÖTV’siyle mücadele planı” açıklayacağını söylese, çok daha yerinde olurdu.
Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın toplantıda özellikle sorular karşısında bir hayli heyecanlı ve sinirli olduğunu gözledik. O makama gelen bir kişi, örneğin hoşuna gitmeyen soru karşısında tepeden bakan kısa bir yanıt verip, sonunda da “nokta...” diye kestirip atmamalı. Politikacılar, özellikle mevcut geçerli politik figürler böyle yapıyor olabilir ama Merkez Bankası Başkanı eleştirel piyasa yorumları konusunda, neredeyse isim vererek, “O kişi Türkiye’den çıkın, desin bizim için daha olumlu” gibi, hedef gösteren yanıtlar vermemeli. Piyasalar Başçı’nın bu tavırlarından gergin olduğunu, kendine olan güvenini giderek kaybettiğini rahatça anlıyorlar.
Yine piyasalar kurlarla mücadelede rezervlerin yeterliliği konusunda “24 milyar dolar almışız, 8.5 milyar dolar satmışız gerekirse aldığımızın hepsini satarız” gibi bir açıklamayı da gerçekci bulmaz. Bu kadar kolay olmadığını bilir. Başçı’nın simge olmuş dünya Merkez Bankası başkanlarından örnek olaylar aktarması, sürekli olarak kendilerinin çok başarılı olduğunu anlatmaya çalışması, “IMF’in bizim deneyimlerimizi başka ülkelere örnek verdiğini” söylemesi kendisine karşı güvenin yeniden oluşmasını sağlamadı. Aksine bu tür vurgular, hatalar nedeniyle yapılan eleştirilerin haklılığını gösterir gibiydi.
GÜVEN SAĞLAMAK İÇİN
Bence Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı, böyle argümanlar ve kestirip atarak haklılığını gösterip, yeniden güven sağlayamaz. Bence yapılan hatalar, bazı dolduruşa getirenleri dinlemeden, açıkca itiraf edilip, samimi davranılırsa, hatadan dönülmüş olur.
Piyasaları, mevcut politik iklimden de yararlanıp, korkutarak belki kısa dönemli istediğiniz hareketleri sağlayabilirsiniz ama kalıcı bir istikrar sağlayamadığınız gibi güveni de kazanamazsınız. Örneğin sözle kurları artırma çabasına girip, sonradan kurlar fazla yükseldiğinde yine “TL şu kadar değersiz” diyerek bu işi yapmaya çalıştığınızı, bununla hata yaptığınızı söyleyebilmelisiniz. G-20 toplantısından gelip “Avrupa düzeldi” diyerek buna göre önlem aldığınızı, ama yanıldığınızı söyleyebilmelisiniz. Daha iki hafta öncesine kadar “enflasyon diye bir kaygımız yok” derken, şimdi enflasyonla mücadeleyi öne aldığınızı, piyasayı daraltacağınızı, sigaradaki vergi artışını enflasyon kaygısı nedeniyle geri aldırdığınızı söylerseniz, doğal olarak samimi olanlar “Merkez Bankası’nın ne yaptığını anlamadık” diye eleştirirler, yapacaklarınıza da güven duyulamaz.
Siz hükümet nedeniyle faiz artırmaktan kaçınıp, şimdi de “gösterge faiz değil faiz koridoru geçerli“ derseniz, doğal olarak “ne oluyor?” diye sorulur. “Normal enflasyon raporu” açıklaması varken “5 ayaklı eylem planı açıklayacağım” diyerek piyasalarda beklenti yaratıp, sonunda da böyle soyut bir açıklama yaparsanız, hayal kırıklığı yaratmanız normaldir.
Merkez Bankası sonunda asli görevini hatırladı ama çok geç kalmış olabilir. Kurları bu açıklamalarla geçici olarak düşürebilirsiniz. Ancak önümüzdeki dönem Avrupa’nın kriz kararlarına da bağlı olarak, hem faizler hem kurlar yukarı doğru gitmeye başlarsa, Merkez Bankası yönetimi de dahil, kimse şaşırmasın.
Yazının Devamını Oku 
25 Ekim 2011
MERKEZ Bankası yönetimi ekonomi, para politikaları ve yönetim alanında literatüre yaptığı katkılara devam ediyor. Merkez Bankası dün bir açıklama yaparak, Çarşamba günü Enflasyon Raporu’nu açıklayacağını hatırlatırken, Başkan Erdem Başçı’nın bu raporla birlikte “Türk lirasının değerini önemli ölçüde güçlendirecek”, fiyat istikrarı, faiz politikası, döviz rezerv politikası, zorunlu karşılık politikası ve finansal istikrardan oluşan, 5 maddelik bir “eylem planı” açıklayacağını söyledi.
Merkez Bankası zaten asli görevi olan fiyat istikrarını sağlamak için elindeki araçları kullanmaz mı? Bunun için politika faizini, zorunlu karşılıkları, rezervleri kullanmaz mı? Bu işleri yapmak, bir başka deyişle eylemde bulunmak zaten görevi değil mi? Eğer değilse, Merkez Bankası’nın görevi nedir? Peki, bunların her birinin ayrı bir politika halinde açıklanmasına, hem de açıklanacağının önceden duyurulmasına neden ihtiyaç duyuyor?
Enflasyon Raporu zaten bunun için, yani geçmiş enflasyon gelişmelerini değerlendirip, ileriye dönük yapılacaklara ilişkin piyasalara sinyal vermek, yön göstermek için hazırlanmıyor mu?
Peki, Merkez Bankası yönetimi zaten rutin olarak açıklayacağı Enflasyon Raporu’na ek olarak, neden böyle bir eylem planı açıklama gereği duyuyor?
Merkez Bankası’nın bu açıklaması piyasalarda da şaşkınlıkla karşılandı.
Şahsen Merkez Bankası’nın, yine psikolojik etki yaratıp, beklenti yönetmek için, böyle bir açıklama yaptığını tahmin ediyorum. Bir Merkez Bankası’nın “Türk lirasının değerini önemli ölçüde güçlendirecek” ibaresi kullanmasının başka bir nedeni olabileceğini de sanmıyorum.
İyi de, Merkez Bankası yönetiminin, beklenti yönetiminin içi boş vaadlerle olamadığını, sonuç alacak ciddi, teknik yönü kuvvetli, bütünlüğü olan eylemlerle, verilen ve sonra tutulan sözlerle, yani güven sağlamakla yapılabileceğini artık görmesi gerekmez mi?
Önce açıklamalarla kurları yukarı çıkarmak, kur fazla çıkınca, “Avrupa’da sorun bitti” ya da “TL yüzde 10-15 değersiz kaldı” diyerek, artışı sözle engelleme açıklamalarından ne sonuç aldıkları ortada değil mi? Literatüre “sermaye açığı varken hem kuru hem TL’yi istediği noktada tutma” gibi ekonomik dayanağı olmayan bir politikayı eklemeye çalıştıklarını ama doğal olarak sonunda başarısız olduklarını görmediler mi acaba?
Piyasadaki güven kaybını, yine tutamayacakları sözler verip, birbiriyle çelişen kararlar açıklamaya devam etmekle iyice artıracaklarını, umarım artık görürler.
PİYASANIN BEKLENTİSİ
Piyasalar alışılmadık bu eylem planı açıklaması ardından, ne tür politikalar açıklanabileceğini tartışmaya başladılar. Geçen hafta Cuma günü Başkan Erdem Başçı’nın Varşova’da yaptığı açıklamalardan da yola çıkarak, Çarşamba günü nelerin açıklanabileceği konusunda tahminler yapılıyor. Bu tahminler arasında “Artık Merkez Bankası yönetiminin fiyat istikrarını sağlamaya odaklanıp, faizi etkin olarak kullanma niyeti” ilk sırada yer alıyor. Yani bundan sonra faiz artırmaya başlayacağı, bunu açıklayacağını tahmin edenlerin sayısı fazla.
Yanı sıra, yine Başçı’nın açıklamalarından yola çıkılarak, TL mevduatların döviz cinsinden tutulabilen munzam karşılık oranının daha da artırılacağını, bu arada munzam karşılıklara Merkez Bankası’nın faiz uygulamaya başlayacağını, Başkanın bunu açıklayacağını tahmin edenler de bulunuyor. Piyasada gecelik borç verme oranının “politika faizi olarak açıklanacağı” tahmininde bulunanlar da var. Yine bundan sonra döviz satım ihalelerinin fikslenip, ekstra döviz satışına geçileceği tahminleri de yapılıyor.
Umarım; bu kadar büyük beklenti yaratılmışken açıklama haya kırıklığı yaratmaz. Öyle ya da böyle eğer Merkez Bankası para politikasında sıkılaştırma, fiyat istikrarı için gerekirse faiz artırarak mücadele edeceğini açıklamaz, yine “hükümete rağmen bir şey yapamadığını” gösterir şekilde birbiriyle çelişen kararlar açıklarsa, piyasaları düzeltemediği gibi söylediği “TL’nin değerini önemli ölçüde güçlendirme” olmaz, tersine zayıflaması devam eder.
Unutulmasın; Merkez Bankası’na duyulan güven, yönetimin sandığından çok daha önemli.
Yazının Devamını Oku 
24 Ekim 2011
TÜRKİYE Odalar ve Borsalar birliği (TOBB) liderliğinde çok sayıda sivil toplum kuruluşu, son büyük terör olayından sonra bir araya gelerek, teröre karşı harekete geçme kararı aldı. Geçen hafta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve siyasi parti liderlerini ziyaret eden girişim, dün hep birlikte, kararlaştırdıkları somut miting eylemini açıkladılar. Sivil toplum kuruluşları 30 Ekim Pazar günü İstanbul’da gerçekleşecek terörü kınama mitinginin adını “Sensiz Olmaz” koymuşlar. Biraz naif bir çağrışımı olsa da, bir yandan ötekileştirmeye karşı anlam taşıdığı, öteki yandan herkesin mitinge katılımını davet eden bir çağrı içerdiği için olumlu bir slogan olarak görülebilir.
“Birliğe çağrı platformu” adı verilen ortak girişim adına konuşan TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu da, kısa hazırlanmış ortak bildiriyi açıkladıktan sonra, tüm kesimleri mitinge davet ettiklerinin altını birkaç kez çizdi.
Ortak girişim içinde Devrimci İşçi Sendikaları (DİSK) gibi, sayısal olmasa da, simgesel gücü yüksek kuruluşların yer almadığı hatırlatıldığında ise Hisarcıklıoğlu, davetin tüm kuruluşlara olduğunu, birlikte hareket etmek için eksik kalan kuruluşlara çağrılarına devam edeceklerini ve herkesi bu girişim içinde yer almaya davet etmeyi sürdüreceklerini kaydetti.
Geçen hafta liderleri ziyarette yer almayan Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Ümit Boyner de dünkü basın toplantısında Hisarcıklıoğlu’nun yanında yeraldı. Bence işaleminin tümünü temsil etme açısından çok önemli bir katılım olmuş. Ancak sendikalardan da DİSK gibi katılımların sağlanması, ortak girişimin tarafsızlığı ve temsil gücü açısından çok önemli bir adım olacaktır. Öğrendiğim kadarıyla hafta içinde DİSK gibi eksik kalan bu kuruluşların katılımını sağlamak için girişimlere davet edilecekmiş. Hafta içinde miting ve yürüyüş güzergahı belli olacak ve twitter gibi sosyal medya araçları da etkin kullanılarak, sadece Türk bayrağının taşınacağı, önceden belirlenecek bir-kaç sloganla sınırlanacak bu mitinge, toplumun her kesiminden yüksek katılımı sağlamak için çağrılar devam edecek.
Daha önce 7 bölgeyi temsil eden “7 ilde 1’er milyon kişinin katılacağı bir miting” üzerinde çalışıldığı söylenmişti ama ortak girişim sanıyorum gücü bölmemek ve çok daha büyük bir katılımı sağlayarak etkisini artırmak adına, sadece İstanbul’da miting düzenlemeyi uygun gördü. Bence güvenlik açısından da 7 ilde ayrı mitingin riski büyük olabilirdi. Sadece İstanbul’da gerçekleşecek olması daha güvenli olacaktır.
KİMSE KENDİSİ İÇİN KULLANMAMALI
Duyduğumuz kadarıyla Cumhurbaşkanı Gül ve bazı liderler güvenliğin sağlanması açısından dikkatli olunmasını istemişler. Dün bu soru yöneltildiğinde Hisarcıklıoğlu, “Bu karşı tarafın olmadığı bir miting o nedenle sıkıntı olmaz” dedi. Ancak tabi ki böyle söylemek zorunda. Yine de çok dikkatli olunması ve bu iyi niyetli girişimin sabote edilmemesi çok önemli.
Sadece güvenlik açısından değil siyasi açıdan da sivil toplumun bir iyi niyetli girişiminin kimse tarafından kendi çıkarı için kullanılmaması, Hükümetin bu iyi niyetli girişimi sağlıklı biçimde değerlendirmesi gerekiyor. “Sensiz Olmaz” çağrısına uygun olarak, bence kimse ötekileştirilmemeli, bu mitingi kimse kendi kişisel ve partisel çıkarı için kullanmamalı. Unutulmamalı ki; tarafların hepsinin katılımı çok önemli. O nedenle bu miting sürecinde kimse, başta da Hükümet, BDP dahil kimseyi dışlayıcı bir söylem de kullanmamalı.
Mitinge liderlerin katılıp katılmayacağı konusunda, Hisarcıklıoğlu daha sonra açıklama yapacaklarını söyledi. Bence liderlerin hepsi bir arada katılırlarsa bu mitingin önemi çok daha artacak, sivil toplumun iyi niyetli girişimini çok daha başarılı ve amaca uygun kılacaktır.
Sadece tek bir lider, ya da sadece iki liderin katılımı gündeme gelirse bence o liderler bu birlik havasını bozacağı için, “birileri adına yapılıyor” havasını vermemek için mitinge katılımdan vazgeçmelidir. Tüm liderlerin birlikte katılımının, birilerinin kendi gelecek hesapları için bu mitingi kullanmasının önünü tıkayacağı göz ardı edilmemelidir.
Yazının Devamını Oku 
20 Ekim 2011
TÜRKİYE Müteahhitler Birliği Başkanı Emin Sazak, çok önceden planladığı, sabah şehit haberleri nedeniyle iptal etmeyi düşündüğü, dünkü basın sohbetine hepimiz gibi keyifsiz başladı.
Sazak, daha çok sektörde ileriye dönük yapılması gerekenleri sıralarken, katma değer yaratmak için, daha yetkin firmalar olmaları gerektiğini, mimar ve mühendislik faaliyetlerini müşavirlik firmalarını geliştirmek durumunda olduklarını, sigorta sisteminin getirilmesi gerektiğini söyledi. Sazak, ülke olarak teknik hizmetlerde uluslar arası şirketler çıkarmamız gerektiğini söylerken, aynı zamanda türbin-jeneratör, demiryolu sinyalizasyonu gibi yoğun ithalata konu makine-teçhizatın içeride üretilebileceğini, devletin bu alanlarda teşvik sistemini çalıştırması gerektiğini kaydetti. Sazak, artık yatırımlarda, çevreye duyarlı, dayanıklılık anlamında kaliteli, hayatı kolaylaştıran çağdaş işlere ağırlık vermeleri gerektiğini de söyledi.
Emin Sazak, Birlik olarak düşünce ve planlarını anlatırken, ister istemez Başbakanın geçen hafta sert çıktığı demir-çelik zamlarıyla ilgili sorulara da muhatap oldu. İntes ve Demir-çelik üreticileri ile birlikte Bakan Hayati Yazıcı’yla konuyla ilgili bir araya geldiklerini, zamların küresel ve içerdeki dinamikler nedeniyle çıkıp geri gelebildiğini, kendilerinin spekülatif bir zam uygulaması görmediklerini kaydetti. Sazak’a daha iki ay önce Rekabet Kurumu’nun inceleme yapıp, zamlarda şirketlerin anlaşması bulunmadığını saptadığını ama Yazıcı’nın dün yine “Rekabet Kurumu’na talimat verdik yine bakacaklar” dediği hatırlatıldığında ise “Bilmiyorum, daha iki ay önce bu inceleme yapılmıştı” yanıtını verdi.
Türkiye’de demir-çelik üretiminin yüzde 70’inin hurdadan üretildiğini, hurdanın yüzde 70’inin de ithal olduğunu, zaten bu demir-çelik’in yarısının ihraç edildiğini, demir-çelik cevherinin ise dünya çapında etkin 3 firmadan ithal edildiğini hatırlatan Emin Sazak, dolayısıyla fiyatların küresel emtia fiyatlarındaki iniş çıkışlardan, kurlardan ciddi biçimde etkilendiğini, zaten dönemler itibariyle bakıldığında son bir yılda, bazı aylar yüksek oranlar çıkarken, sonradan fiyatların düştüğünü gördüklerini kaydetti. “Bu zamların ardındaki asıl unsurun küresel gelişmelerin yanı sıra içerideki konut arzındaki fazlalık olup olmadığını, neden bunu açık söylemedikleri” sorulduğunda ise, Sazak son raporlarında “arz fazlası tehlikesinin olabileceğine” dikkat çektiklerini,bu yorum gazetelerde “konut fiyatları düşecek” diye yeralınca, bu müteahhitlerden büyük tepki aldıklarını söyledi.
Özet olarak, müteahhitler piyasa şartlarında demir-çelik zammında bize özgü aşırı bir hareket görmediklerini, bu zamma aşırı tepkiyi anlamadıklarını, asıl sorunun içerideki konut arz fazlasından kaynaklandığını düşünüyorlar ama bu açıklıkla söyleyemiyorlar. Neden acaba?
ARTIK FAİZ ARTIRIMI DA KESMEZ
Piyasaların Merkez Bankası’nı denemeye devam edeceklerini söylüyorduk, hep öyle olmuştu, yine aynısı oluyor. Peki, Merkez Bankası yönetimi bu denemeye nasıl yanıt veriyor derseniz, bence başarılı sayılamaz. Belki de artık Merkez’de piyasalar birimindeki uzmanların neden değiştirildiğini, “iyi araştırmacının iyi piyasacı anlamına gelmediğini” de konuşmamız gerek.
Her şeyden önce neden ihale ile bunca döviz satıp, doğrudan müdahalede neden bu kadar gecikildiğini anlamak mümkün değil. İkinci nokta; madem 5 yıldan sonra, nihayet doğrudan müdahaleye mecbur hissettiniz, neden bu kadar ürkek davranıyorsunuz, anlaşılamadı. Birer ikişer milyon dolarla, “rezerv eritmekten korkuyorum” havası vererek, doğrudan müdahale yapılamayacağı açık değil mi? Sonunda yanlış yapılan müdahalelerin fiyatları düşürmeye yetmediği gibi, hem gereksiz rezerv yitimine, hem de piyasaların gördüğü bu hata üzerine daha fazla üzerinize gelmelerine yol açmaz mı?
Yazının Devamını Oku 
18 Ekim 2011
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahamam kampında demir-çelikcilere yaptığı “inşaat bizim için öncelikli sektördür, zam yapmayın” uyarısı, bence son dönemde ekonomide kamunun rolü konusundaki değişimi gösteren çok çarpıcı bir örnek. Maliyetler artmış, kurlar yüzde 30 yükselmiş, ne yapacaklar? Bu uyarı bana yaklaşık iki ay once, Hükümete yakınlığı ile bilinen bir büyük işadamıyla yaptığımız sohbeti hatırlattı. İşadamı, “kamu giderek daha fazla biçimde bize rakip oluyor” demişti. Sanıyorum kastı; hem vergilerdeki artış, hem kamunun üretici ve satıcı olarak ekonomiye daha fazla girmesi, hem de artan müdahaleci tavrını kapsıyordu.
Kamu zaten belirlediği makro hedefler, politika uygulamaları, para ve kur politikaları ve regülasyonlarla ekonomiyi, özel sektörü derinden etkiliyor. Ancak modern çağda, piyasa ekonomisi uygulanan bir ülkede kamunun bizdeki kadar müdahaleci ve günlük politikaları belirlediği pek görülmemiştir. Hükümet baştan beri piyasa ekonomisinin kurumsallaşması için gereken bağımsız regülasyon kurumlarını yeniden kamu etkisine alarak zaten bu konudaki eğilimini göstermişti. Ancak son dönemde müdahaleler giderek artmaya başladı.
Daha geçen gün Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın, küresel krizin ülkelerdeki korumacı eğilimleri artırmasından korkulduğunu, bu eğilimin şimdiye kadar fazla görülmemesinin sevindirici olduğu yönünde bir demecini hatırlıyorum. Ancak “iyi ki yapmıyorlar” dediğimiz şeyi kendimiz yapıyor, korumacı eğilimleri artırıyoruz.
Hatırlarsanız; Hükümet et fiyatlarında dengeleyici olacağım gerekçesiyle Et ve Balık Kurumu’nu yeniden perakende satışına sokmuş ama et fiyatları buna rağmen eskisinden çok daha fazla artmaya başlamıştı. Yine akaryakıtta denge sağlayacağım diye devlet akaryakıt dağıtım şirketi kurmuştu. Fiyatları etkileyemediği gibi şimdi bu şirketi, birilerine, satmayı planlıyor. Sanki bir zamanlar hoşlanmadığı işadamlarına rakip olarak bu dağıtım şirketini kurmuş, işadamı sektörden çekilince de bu şirketi satıyormuş gibi bir hava oluşuyor.
Sağlık sektörü de kamunun özel sektöre aşırı müdahaleci tavrının yoğun hissedildiği bir alan. Özel sektörü devreye sokan, koca koca hastahaneler, milyonlarca dolarlık yatırımlar yaptıran Hükümet, şimdi de gerek tam gün yasasıyla, gerek diğer uygulamalarıyla sağlıkta özel sektöre aşırı müdahalecilik içinde. Sürekli değişen mevzuat, katkı payları sektörü iyice plan yapamaz bir sektör haline getirdi. Sektörde ciddi olarak, “Belli yatırımcıların korunduğu; ona göre düzenleme yapıldığı” sepekülasyonları yapılıyor.
DEVLETİN GÖREVİ: SAĞLIKLI REKABET OLUŞTURMAK
Küresel ekonomideki kriz nedeniyle her yerde kamu müdahaleciliğinin arttığı, o nedenle bunların normal olduğunu söyleyenler çıkacaktır. Ancak unutmayalım ki; küresel ekonomi düzeldiğinde, müdahaleci değil kurallı piyasa ekonomisinin kurumsallaşması sağlanacak. Ekonomiyi bu ortamda iyice hantallaştırıp, verimsizleştiren devletçiliğe geri dönülmeyecek…
Devletin görevi; yapacağı düzenlemeler ile sağlıklı rekabet koşullarını yaratmaktır. Halbuki şimdi, özel sektöre karşı ve özel sektörün içinde ayrımcı bir politika izlendiği algısı hakim.
Geçenlerde çok sayıda işadamının olduğu bir ortamda, herkes birbirine Sanayi ve Ticaret Bakanı’nın TÜSİAD’da yaptığı konuşmada yerli otomobil için kamunun alım belirleyiciliğinden söz ettiğini hatırlatıp, “yerli otomobil projesinde asıl amaç nedir?” diye soruyordu. Herkes kamunun yerli otomobil alımıyla bu projeyi desteklemesini bekliyor ve “O zaman burada yatırım yapan otomobil firmaları ne yapacak?” diye soruyordu.
Enerjiyle ilgili yabancı yatırımcılar, kuralların her gün değişmesinden,sübvansiyon uygulanıp fiyatların serbestçe oluşmadığından yakınıp, elektrik piyasası kurulmasını istiyorlar. Yani en güvendiğimiz sektöre bile, kamunun müdahaleci tavrı nedeniyle, yatırım yapılamıyor.
Özetle; küresel ekonomiyi kimse gerekçe göstermesin; Hükümetin ekonomide kamunun ağırlığını ve müdahaleciliğini artıran bir uygulama içinde görüyoruz.
Yazının Devamını Oku 
17 Ekim 2011
HAFTA sonunda gelişmiş ülke maliye bakanları ve Merkez Bankası başkanları toplantısından sonra çıkan haberler, bana yeniden orta vadeli program (OVP) hedeflerini hatırlattı. OVP hedefleri yayımlandı, bugün 2012 yılı bütçe ve program hedefleri TBMM’ye sunuluyor ama piyasaların asıl baktığı yer 23 Ekim’de yapılacak AB liderler Zirvesi ile 3-4 Kasım’da yapılacak G-20 liderler zirvesi olacak.
Bir başka deyişle OVP ve 2012 yılı bütçe program hedefleri bu toplantılarda alınacak kararlarla bir anlam kazanacak. Konulan hedeflerin tutup tutmayacağı küresel ekonomideki gidişata göre belirlenecek. “Ekonomik dengeleri belirlemek TBMM’nin inisiyafitinde, Millet iradesi ne derse o olur” diyenler küresel krize karşı alınacak önlemlere ve bunun piyasalar tarafından benimsenip benimsenmeyeceğine bakıp, yine bu sözleri söyleyebilirler mi? Küreselleşme dediğimiz bu işte; sizin ulusal iradeniz de, ekonomik gidişatta belirleyiciliğiniz de, İran’a karşı radar üssüne izin verip yarın başka kararlar alabileceğiniz de, Libya’da NATO’ya karşı çıkıp, sonra en büyük destekçisi olmanız da hep bu gerçeğin sonucu.
Onun için politikacıların bir türlü vazgeçemediği hamaset nutukları da, milli irade güzellemeleri de bir yere kadar, küresel gerçekler var.
Ekonomideki küresel gerçeklere gelince; hafta sonunda krize karşı alınacak önlemler konusunda gelişmiş ülkeler arasında yine görüş ayrılığı çıktı. ABD Maliye Bakanı başta olmak üzere, Kanada, Avustralya, Japonya, Almanya gibi en büyükler ortaya atılan “Avrupa’nin krizi için IMF’nin daha aktif devreye girmesi, bunun için IMF kaynaklarının artırılması” önerisine karşı çıktılar. Nedeni açık; ABD ve diğer gelişmiş ülkeler, Avrupa’nın içine girdiği krizden kendisinin çıkması gerektiği, daha doğrusu bedelini kendi başına ödemesi gerektiği görüşündeler. 2008’de küresel kriz çıktığında G-20 birlikte hareket etti ama sonradan ülkelerin menfaatleri çatıştığı için ortak karar alamaz oldular. Son olarak kriz yeniden canlanınca, “yeniden G-20 ortak hareket etmeye başladı” denilmeye başlandı. Ama öyle olmadığı,menfaatlerin çok farklılaştığı ve ABD’nin “ben bedel ödedim” deyip, bazı Avrupa ülkeleri ve bankalarının bedel ödemesi gerektiğinde ısrar ettiği artık açıkca ortada.
2012’DE KÜRESEL KRİZ DERİNLEŞİRSE
G-20 toplantılarına katılan bakan ve bürokratlarımızın da son dönemde piyasaya güven vermek için “G-20 yeniden ortak karar almaya başlıyor” dediklerine şahit olduk. Bence sadece kamuoyuna söylemediler, OVP ve bütçeyi hazırlarken de bu varsayıma göre hareket ettiler. Zaten OVP hedeflerine baktığınızda Avrupa’da ve ABD’de artık toparlanmanın başlayacağının, iyileşmenin devam edeceğinin baz alındığını açıkça görüyorsunuz.
Soru şu; eğer Avrupa yine gerekli kararları alamaz, bedel ödemeye yanaşmaz da, küresel kriz 2012’de derinleşir ve finansal kesim başta olmak üzere daha büyük sıkıntılar yaşanırsa, o zaman ne olacak? Elbette bu hedefleri belirlerken bir baz senaryo almak zorundasınız, belirsizlik var diye hedef belirlememezlik edemezsiniz ama acaba daha temkinli bir senaryo baz alınsa daha mı iyi olurdu demeden de edemiyorum.
Bir düşünsenize; kötümser senaryo gerçek olursa, 2012 yılı için 1.73’lük kur, ihracatta ithalattan fazla artış, 12 milyar dolarlık özelleştirme geliri ve gelirlerdeki artış nedeniyle mali disiplinin devam edeceği üzerine kurduğunuz senaryo ne olur?
Yine de yüzde 4 büyüyeceğim derseniz, içtalebe yüklenirseniz enflasyon ne olur?
Bence 2012 yılı ekonomi yönetimi açısından oldukça sıkıntılı bir yıl olacak.
Yazının Devamını Oku 
13 Ekim 2011
CARİ açık rakamlarındaki artışın hızı kesilmeye başladı.
Tabi ki cari açığın önce artış hızının sonra kendisinin azalması olumlu bir gelişme. Ancak ne adına, ne pahasına oluyor, onu da görmek gerekiyor.
Cari açığın artış hızı yavaşlıyor ama aynı dönemde kurlar da hiç olmadığı biçimde yükseldi. Neredeyse yüzde 30’luk devalüasyon yaşadık ama dalgalı kur sisteminde olduğumuz için, TL’deki bu erime, devalüasyon olarak lanse edilmedi.
Çünkü önceki gün açıklanan cari açık rakamlarının detayları bize gösterdi ki; cari açık azalsa da, sıcak para girişi durduğu için, bu açığın finansmanını döviz rezevlerinden karşılamlak zorunda kaldık. Son dönemde sık sık vurguladığımız gibi; eğer faiz indirimi yapılmasaydı, kurlar bu kadar yükselmeyecekti, dolayısıyla kuru durdurmak için bu kadar döviz rezervi eritmemize gerek olmayacaktı. Rezervlerin ne kadar kuvvetli olduğu da ortada...
Para politikasını, “faiz artırmama” hatta “faiz indirme” üzerine kuruyor, Merkez Bankası yönetiminiz hükümeti kızdıracağım diye faizlerle yukarı yönlü oynayamıyorsa, yaşanan bu gelişmeler karşılığında rezerv eritme bedeline katlanmak zorunda kalmanız kaçınılmaz.
Bir düşünün; cari açık artışı hız kesmeseydi, sıcak para girişi olmadığı için, kimbilir kurlardaki artış daha ne kadar fazla olacaktı? Ya da, kurları durdurmak için, daha ne kadar fazla döviz rezervi ertitmek zorunda kalacaktık?
Kurlardaki artış ithal maliyetleri artırdığı için cari açığın azalmasına neden oluyor, cari açık artışındaki hızın kesilmesi, kurların biraz daha dengelenmesini sağlıyor. Dalgalı kur dediğimiz de zaten bu...
Son iki-üç ay içinde ithalatın azalması ve buna bağlı cari açık artışındaki hızın kesilmesini bazı bakanlar “büyük başarı” olarak lanse etmeye çalıştılar. Sanki bu durum kendiliğinden oluyormuş gibi… Geçen gün CNN Türk’te soruları yanıtlayan eski Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz, bakanların bu demeçlerine dikkat çekerek, “İthalatın beli kırıldı diyorlar, beli kırılan büyüme, bunu söylemiyorlar” dedi. Haklı değil mi?
GECİKEN YAPISAL REFORMLAR
Yazının Devamını Oku 