21 Kasım 2011
ZATEN küresele ekonomide büyük belirsizlikler yaşanırken, ekonomi yönetimi bilerek içerideki belirsizliği de artırıyor. Zaten bunu bilerek yaptıklarını artık açıkça da söylüyorlar. Son haftalarda Hazine’nin borçlanmak için çıktığı ihalelere bankalardan gelen tekliflerin, faizler artmasına rağmen, neden bu kadar azaldığını biliyor musunuz?
Nedeni belirsizlik. Faizler ciddi biçimde yükselmesine rağmen, kağıt almak isteyen bankalar ve aracılık ettikleri yatırımcılar, faizlerin daha yukarı çıkıp çıkmayacağından emin değiller. Eğer faizler daha da yukarı çıkarsa, bile bile zarar etmiş olacaklar, o nedenle ihalelere girip de hazine bonoları ve tahvillerinden şimdi almak istemiyorlar.
Bu hafta Merkez Bankası Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı var ve kimse ne gecelik ne de haftalık faiz oranlarını artırmasını beklemiyor. Buna rağmen neden faizlerin yukarı çıkması bekleniyor derseniz; Merkez Bankası’nın likidite konusunda ne yapacağını bilmiyorlar. Merkez Bankası’nın baz senaryosuna göre enflasyonun daha aşağıda, ekonomideki büyümenin ise daha fazla yavaşlaması gerekiyordu. Halbuki enflasyondaki artış ciddi biçimde kendini gösterirken, gelen veriler beklenen yavaşlamanın hala başlamadığını gösteriyor. Öyle olunca da Merkez Bankası’nın tabu haline getirdiği faizlere dokunmaması ama bu gelişmelere bağlı olarak likiditeyi azaltması beklenir. Likidite sıkıldığı takdirde faizler yukarı çıkar. İşte bu nedenle bankalar yüksek faizlere rağmen Hazine kağıdı almaya yanaşmıyorlar.
Aslında Merkez Bankası’nın bunu yapacağına emin olsalar, yine de buna göre hesap yapıp, daha fazla teklif verebilirlerdi. Ancak Merkez Bankası’nın ne yapacağını bilmedikleri için koyu bir belirsizliğin içindeler, o nedenle çekiniyorlar. Bu baz senaryosuna aykırı gelişmelere rağmen Merkez Bankası sadece “bekleyeceğiz” gibi bir açıklamayla da yetinebilir. Çünkü Merkez Bankası son aylarda sürekli olarak birbiriyle çelişen kararlar alabiliyor, neredeyse politikacılar gibi çok kısa sürelerde, çok rahat çark edebiliyor, bol bol sürpriz kararlar veriyor. Daha önce defalarca yazdık Merkez Bankası “sürpriz etkisi”ni kullanabilir ama bunu sürekli yaparsa, “ne yapacağı bilinmeyen bir Merkez Bankası” çıkar ortaya.
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, istikrarlı bir politika izlenemeyeceğini, kimsenin Merkez Bankası’nın öngörülebilir olmasını beklememesi gerektiğini söylemiş. İşte kastımız da bu; ne yapacağı bilinmeden, sürekli değiştirilen kararların ismi “sürpriz etkisi” oldu. Hatta belirsizliğin bir politika olarak kullanılması bile, ciddi olarak konuşuluyor.
AB VE MERKEZ BANKASI ÇIPA İDİ
Ekonomi yönetiminin yanlışı burada; Merkez Bankası’nın belirsizlik yaratması, öngörülebilir olmaktan çıkması, politika olamaz... Merkez Bankaları en başta kredibilite kurumlarıdır. Merkez Bankası, politikacılara rağmen güvenilir kurum olarak kalmalıdır ki; piyasalara yön verebilsin. Zor zamanlarda sözleri tutulabilsin ve ekonomide istikrar unsuru olup, işlerin çarkından çıkmasını engelleyebilsin... “Merkez Bankası politikalarının çıpa olması” bu nedenledir. Kendileri şu anda hor gördükleri AB’nin çıpası ve Merkez Bankası çıpası olmasaydı, ekonomide bunca yıl istikrarı zor sürdürürlerdi...
Merkez Bankası tam da böyle küresel belirsizliğin arttığı dönemlerde çıpa olmalı. Neyi, nasıl yapacağını piyasalara açıklamalı ve şartlar oluştuğunda bu plana göre gerekeni yapıp, piyasalara güven vermeli.
Son dönemde hazine faizlerinin artması sadece küresel ekonomideki, Avrupa’daki sıkıntılar ve belirsizlik nedeniyle değil. Ekonomi yönetimi ve Merkez Bankası’na güvenilmemesi, kararlarıyla yarattığı belirsizlik faiz artışında, belki de küresel belirsizlikten daha fazla rol oynadı. Düşünün; tek istikrar dayanağımız bütçe disiplini ve 2012 için hedeflenen kur ve faiz hedefleri şimdiden aşıldı. Artı gelir de zor iken bu bütçe dengeleri nasıl tutturulacak...
Belirsizliği böyle körüklerseniz kur ve faiz daha da yükselir, bir de küresel ekonomi düzelmezse, istikrar için tek dayanağımız olan bütçe disiplini de kalmaz...
Yani bilerek yaratılan belirsizliğin faturasını bu halk çok ağır öder...
Yazının Devamını Oku 
17 Kasım 2011
BİRKAÇ ay önceydi; bir TÜSİAD üyesi büyük işadamı özel sohbetimizde Başbakan Erdoğan’ın “Türkiye’nin artık yeni ve büyük bir vizyon oluşturması gereken bir noktaya geldiğini” görüp görmediğini, bunun “Artık büyüklerin de olduğu tüm özel sektörle birlikte yapılabileceğini” anlayıp anlamadığını sormuştu. Sorusunda ne kadar haklı olduğunu anladığımı, ancak soruya olumlu yanıt veremeyeceğimi söylemiştim. Hükümetin gücün hazzını yaşadığını, başka güç görmediğini, o nedenle işbirliği ve uzlaşmaya yanaşmaya niyeti olmadığını ifade etmiştim.
Sadece büyük işadamları değil, hükümete yakın bilinen işadamlarının da tedirgin olmaya başladığını, devletin denge arayışını bıraktığını söyleyen bazılarının “hükümetin özel sektöre tümüyle rakip olmaya başladığını” düşündüklerini de, özel sohbetlerimizden biliyorum...
Tüm bunları Genel Enerji’nin yatırımları için gittiğim Kuzey Irak’ta duyduklarım ve gözlemlerim nedeniyle bir kez daha hatırladım. Kısacası; Kuzey Irak’ta Türkiye için çok büyük imkanlar mevcut ama genel olarak “vizyonsuzluk” diyebileceğimiz hastalık devam ettiği için bu imkanları kullanamıyoruz. İmkanları kullanmaktan kastım; sonunda Türkiye’nin, halkın, çocuklarımızın refahını ve özgürlüğünü artıracak adımların atılması...
Önümüzdeki hafta yaşanacak resmi birleşmeye kadar hala Genel Enerji CEO’su olan Mehmet Sepil ile şirketin bölgedeki faaliyetlerinin yanı sıra, Türkiye’nin bölgedeki rolü, neler yapılabileceği konusunda sohbet imkanı buldum. Kuzey Irak’ı çok iyi bilen Sepil’in de tavsiyesiyle, Erbil’deki alışveriş merkezlerini gezdik. Türkiye’de herhangi bir ildeki yeni AVM’lerden hiçbir farkı yok. Sadece İstanbul değil Doğu-Güneydoğu Anadolu’da faaliyet gösteren bir çok Türk markası bu AVM’lerde boy gösteriyor. AVM’ler, konferans salonları, oteller gibi büyük inşaat ve işletmelerin çoğu Türk işadamları tarafından yapılmış. Kısacası, ticaret açısından Kuzey Irak’ta imkan çok ve bu imkanlar, yeterince olmasa da, Türkiye tarafından kullanılmaya başlamış. Ancak bununla yetinmek bir vizyon eksikliği demek.. Türkiye’nin ekonomide daha büyük düşünmesi, vizyon sahibi olması ve artık geçersiz hale gelmiş ideolojik devlet reflekslerinden kurtularak dünyaya ve bu bölgeye bakması gerekiyor.
Örneğin Kürdistan-Irak Petrol ve Gaz sempozyumuna katıldık ama Kürdistan ismi sadece toplantı ismi için kullanılıyor, resmi olarak hala reddediliyor. Halbuki edindiğim izlenim; Kürdistan lafı resmi olarak telafuz edilse bile, burada birçok imkanı daha harekete geçecek.
Türkiye geleceğini düşünerek, geçersiz hale gelmiş şekilsel yüklerinden artık kurtulmalı...
SON FIRSAT DA KAÇIYOR
Sadece zamanın gerisinde kalmış sözleri bırakmakla olmuyor tabi; bütünüyle yeni bir vizyon, çağa uygun yol haritasına ihtiyaç var. Sepil’le birlikte “Neden bir Türk markasının dünya markası haline gelemediğine?” hayıflanıyoruz. Bu kapsamda bir örnek, Sepil’in de dediği gibi; TPAO’nun Kuzey Irak’ta petrol ve gaz çıkarmak için çok büyüm imkanı var ama kullanmıyor. Hükümetin bu gerçeği görüp biran önce harekete geçmesi, iş işten geçmeden Kuzey Irak’ta söz sahibi olması gerekiyor. Böylece Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu hampetrolün büyük kısmı hatta hepsini bu bölgeden karşılayabilecek. Henüz tam envanteri çıkmayan doğalgaz potansiyelini de şimdiden görüp harekete geçtiği takdirde Türkiye, o çok konuştuğu “enerji arz güvenliği” konusunda çok büyük bir adım atmış, Rusya’ya bağımlılığını azaltmış olacak.
Sepil böyle düşünmüyor ama şahsen TPAO’nun önce özel sektöre açılması, en azından profesyonel yönetime kavuşması gerekiyor. Siyasetin etkisiyle, okul haline gelmiş TPAO’nun yönetimi Hükümeti teknik olarak bile hareke geçiremeyecek noktaya getirildi.
Sepil “K. Irak’ın enerji alanında kullanılabilecek son fırsat” olduğunu hatırlatmakta haklı..
Türkiye artık sadece küçük ticaret girişimlerini değil, enerji gibi hayati öneme sahip alanlarda büyük projeleri planlayıp hayata geçirmek zorunda. Sadece “kendine yakın şirketleri siyasi güç kullanarak öne çıkarıp iş alma” kaygısı taşıyıp, büyük oyunu görememek, bu ülkeye yapılan en büyük haksızlıklardan biridir.
“Tek ve mutlak otorite benim” diyerek vizyon da konulamaz, büyük ülke de olunamaz.
Yazının Devamını Oku 
16 Kasım 2011
KUZEY Irak’ta sahip olduğu petrol sahaları ile dikkat çeken Genel Enerji, İngiliz Valares ile birleşmesini, önümüzdeki hafta başında Londra Borsası’ndan gelmesini bekledikleri onay ile tamamlayacak.
Genel Enerji Plc. ismini alacak şirket, Londra Borsası’na kayıtlı ilk Türk şirketi olma özelliği kazanacak. Birleşmeden sonra Kuzey Irak başta olmak üzere tüm Irak’taki enerji yatırımlarını büyütmeyi, hem de ileride bölgedeki diğer ülkelerde yine enerji başta olmak üzere yatırımlarını ciddi biçimde büyütmeyi planlıyor.
İşadamı Mehmet Emin Karamehmet ile kurduğu Genel Enerji Şirketinin CEO’luğunu yapan Mehmet Sepil, yeni oluşan şirketin CEO’luğunu, eski BP şimdi Valeres’in CEO’su olan Tony Hayward’a ‘seve seve’ bırakmanın eşiğinde. Sepil, “Eski Genel Enerji CEO’su olarak anılmak istediğini” söylüyor. Sepil ve Hayward, hafta sonunda Erbil’de düzenlenen Irak-Kurdistan Gaz ve Petrol Konferansında konuştuktan sonra, birlikte Türk ve yabancı ekonomi gazetecileriyle biraraya geldiler. Hayward’ın “Genel Enerji Türk şirketi kalmaya devam edecek” sözleri dikkat çekici idi.
165 BİN VARİL PETROL ÜRETTİLER
İki ortak da ileriye dönük olarak çok olumlu ve iyimser konuştular. Kuzey Irak’ ın enerji alanındaki artık son büyük fırsatlardan birini oluşturduğunu, birleşme sonrası, Kuzey Irak’ta büyük satınalma operasyonları planladıklarını kaydettiler. Gerek basın toplantısında gerekse özel sohbetlerimizde Mehmet Sepil’in ileriye dönük planlarının bazı detaylarını öğrenme fırsatı bulduk. Şu an bölgenin en büyük petrol üretici olduklarını, böyle kalmaya devam edeceklerini, büyük petrol şirketlerinin bölgeye girişine rağmen bunu başarabileceklerini söyledi. TPAO’nun da biran önce bölgeye aktif olarak girmesi gerektiğini belirten Sepil, Genel Enerji olarak 90 bin varili Tag tag sahasında, 75 bini Tavke sahasından olmak üzere toplam 165 bin varil petrol ürettiklerini belirtip, Türkiye’deki toplam üretimin 1300 sahadan sadece 39 bin varil olduğuna dikkat çekiyor. Şu anda Kuzey Irak’ta 40’ın üzerinde şirketin petrol arama ve üretme için çalıştığını, son rakamlara göre, Kuzey Irak’ta 50 milyar varil kadar petrol rezervi olduğunun hesaplandığını kaydeden Sepil, kendi sahip oldukları rezervin 1 milyar varile çıkmasını beklediklerini söyledi.
Yazının Devamını Oku 
14 Kasım 2011
GEÇEN hafta açıklanan verilerin bazıları, Avrupa’daki gelişmeler nedeniyle gözden kaçtı. Elbette gözler Avrupa ekonomisinde, bir türlü halledilemeyen sorunları çözmek için hangi adımların atılacağı iç piyasaları da derinden etkileyecek ama ekonomide içeriden kaynaklı olumsuz etkilerin artmaya başladığını, en azından kayda geçmek gerek. Geçen hafta açıklanan Eylül ayı sanayi üretim rakamının, piyasa beklentilerinin epeyce üzerinde, yüzde 12 oranında gerçekleşmesi, ekonomistleri bu kez fazla sevindirmedi. Çünkü bu rakam aynı zamanda ekonominin alınan önlemlere rağmen yeterince soğutulamadığını, aynı ayda gelen yüksek ihracat rakam tahminleriyle paralel olduğunu, dolayısıyla ithalattaki artış ve dogal olarak cari açıktaki yüksek rakamların devam ettiğini gösteriyor. Yani sanayi üretim rakamı artık dengeleri bozacak bir tehlike olarak da görülüyor.
Peki, Merkez Bankası aldığı önlemlerle ekonomiyi soğutacağını, iç talep ile dış talep arasındaki dengeyi sağlayacağı söylemişti, ne oldu?
Sorun da zaten burada. Merkez Bankası’nın ekonomiyi soğutma hedefinin, bunun için uyguladığını söylediği önlemlerle gerçekleşemediği ortada. Ya Merkez Bankası samimi olarak ekonomiyi soğutmak istemiyor aslında başka bir amacı var, ya da yanlış politika uyguluyor. Hükümetin büyümeyi o kadar düşürmek istemediği, aldığı harcama kararlarıyla, yılsonuna kadar geçici işçi sayısını artırma kararıyla zaten belli. Demek ki Merkez Bankası uygulanan genişletici mali uygulamalara karşı, dengeleyici politikaları uygulayamıyor.
İşte Merkez Bankası yönetimine olan güven de bu nedenle düşüyor. Geçen hafta açıklanan Bloomberg HT’nin 100 piyasa profesyonelinin katılımıyla gerçekleştirdiği “Piyasada TCMB Algısı” anketi, bu açıdan çarpıcı sonuçlara ulaştı. Piyasa oyuncuları son 1 yılda Merkez Bankası’nın uyguladığı politikalar sonrasında kredibilite kaybına uğradığını düşünüyor. Ankete katılanların yüzde 41’i Merkez’in son 1 yılda kredibilite kaybına uğradığını belirtirken, yüzde 30’u ise kredibilitesinde artış gösterdiğini, yüzde 29’u ise değişiklik olmadığını söylüyor. Ankete katılan yabancıların yüzde 82’sinin Merkez’in kredibilite kaybına uğradığını belirtmesi, aynı zamanda dışarıdaki algıyı da açıkca gösteriyor.
Aynı anket kapsamında katılımcıların yüzde 70’i Merkez Bankası’nın öngörülebilirliğinin azaldığını, yüzde 18’i arttığını, yüzde 12’si ise değişmediğini söylüyor. Yerli-yabancı ayrımı dikkate alındığında yabancıların yüzde 91’i, yerlilerin ise yüzde 67’si öngörülebilirliğinin azaldığı görüşünde. Yabancıların yüzde 64’ü Merkez’in politikalarını güvenilir bulmazken, yerlilerde bu oran yüzde 21’e iniyor. “Kasım 2010’dan bu yana Merkez’in bağımsızlığında bir değişiklik oldu mu?” sorusuna ise katılımcıların yüzde 50’si “değişmedi” diyor, yüzde 46 oranında bağımsızlığın azaldığına inanılıyor.Yabancıların yüzde 82’si “azaldı” diyor.
ENFLASYON KORKUSU
Yabancı ağırlıklı olmak üzere Merkez’in fiyat istikrarına odaklandığı konusunda şüphelerin arttığı gözlenirken, piyasa profesyonellerinin yüzde 39’u Merkez’i başarılı buluyor. Yabancılarda ise başarılı bulunma oranı yüzde 19, daha çok “zaman verilmeli” deniyor.
Geçen hafta açıklanan bir başka veri ise Merkez Bankası’nın beklenti anketi idi. Beklentilerin üzerinde gerçekleşen ekim ayı enflasyonu nedeniyle önümüzdeki döneme ait beklentileri çok hızlı yükseldi. Beklentiler yıl sonu için bir önceki ankette yüzde 8 iken, birdenbire yüzde 9’a çıktı. Buna karşılık gelecek üç ay sonunda faizin yüzde 5.75 ile değiştirilmesinin beklenmediği ortaya çıktı. Yani enflasyon beklentileri hızla yükselirken, buna rağmen Merkez Bankası’nın faiz artırmayacağı beklentisi bulunuyor.
İşte Merkez Bankası’nın güvenirliliğinin, öngörülebilirliliğinin azalmasında en büyük etken, piyasalardaki bu “Hükümete ters düşüp gerekeni yapamaz” yolundaki beklenti.
Yine geçen hafta açıklanan ekim ayı bütçe verileri, faiz dışı harcamalarda artışın başladığına, son üç ayda bu eğilimin artabileceğine dikkat çeker nitelikte idi.
Kısacası; dışarıyı gözlerken içerideki gelişmeler gözden kaçırılmamalı.
Yazının Devamını Oku 
8 Kasım 2011
GEÇENLERDE, mevcut hukuk bürokrasisinde önemli bir yetkili ile sohbet ederken, ekonomiden yola çıkarak, mevcut yargı kararlarına ilişkin olarak yaptığım bazı yorumlara katıldığını söylemişti. Gözlemim şuydu; 1980’lerden başlayarak Türkiye’nin dışa açılma süreciyle birlikte, ekonomide bireyi öne alan, devletçiliği bırakacak bir ekonomik sisteme adım attık. Geçen bunca yıldan sonra, hâlâ büyük eksikliklerine rağmen, bireyi ekonomide öne çıkaran piyasa ekonomisi adına önemli bir yol alındı. Ancak hukuk sistemi buna ayak uyduramadı. Hâlâ bireyin haklarını öne alan bir anlayış, hukuk sistemine yansıtılamadı. Yazılı hukuk kurallarında hâlâ eski devletçi anlayışın egemen olduğunu görüyoruz. Ancak sorun sadece yazılı kurallarda değil, belki daha da kötüsü hukuku uygulayanların anlayışlarında. Yetkilinin yorumuma katılması benim yazmamı cesaretlendirdi ama tabi ki ateş düştüğü yeri yakıyor.
Daha önce de belli grupların hakimiyetinden söz ediliyordu ama son yıllardaki uygulamalar geçmişi aratacak düzeye ulaştı. Yani savcı ve hakimler, siyasi iktidara, güce sahip olanlara yakın duruyorlar, en hafifiyle mesleki kariyerlerini düşündükleri için, eskisinden çok daha fazla etki altındalar. Bu konuda örnekler gün geçtikçe artıyor ve bu kanı giderek pekişiyor.
İdeolojik kaygının yanında mesleki dayanışma adına, devletin gücünü göstermek için alınan kararlara şahit olunuyor. Örneğin bir ilde, devletin gücünü kullanan tüm yetkililer; idari otorite, güvenlik yetkilileri, yargı mensupları, ilin ileri gelen siyasileriyle birlikte istemedikleri kişileri hedef seçip, ortak hareket edebiliyorlar. Yargı mensupları, sürekli beraber oldukları bu kişilerin etkisinde kalıp, hukuki normlara uyup uymadığına bakmaksızın, adeta düşman ilan edilen bu kişi için suç isnat edebiliyor, tutukluluk süresini çeşitli bahanelerle uzatabiliyorlar.
Bu insanların düşman ilan edilmesinde, ideolojik eğilimler rol aldığı gibi, ticari kaygılar, mesleki veya kişisel düşmanlıklar bile belirleyici olabiliyor. Belli bir amaçla düşman ilan edilen kişi için, yasal olmayan yollardan belge sızdırılıp, makamın gücü kullanılarak, yerel basın da bu linç kampanyasına dahil edilip, kasıtlı olarak alınan hukuki kararlara “kamu vicdanı” gerekçesi de oluşturuluyor. Tam tersi, suçlu olanlar aynı yolla korunabiliyor.
Bütün bu yanlışların yapılabilmesine imkan veren ise devletçi anlayışın hakim olması. Hâlâ temel insan haklarından yoksunluk, devlet adına güç kullanan kişilere, bilerek yanlış kararlar alma imkanı verebiliyor. Hukuk yoluyla görevi adalet dağıtmak olan kişiler, yerel ya da ulusal bazda, devlet adına güç kullananların yanında olmak için bu kararları alabiliyorlar.
Yıllar önce Manisa’daki çocukların başına gelenler, Mardin’de 13 yaşındaki kız çocuğuna tecavüz edip ceza almayan kamu görevlileri. Hep aynı anlayış sahnede.
EKONOMİK ANLAYIŞTA DA GERİLEME
Son yıllarda hukuk uygulamalarında artan bu devletçi eğilimde, şahsen aynı süreçte artan otoriter siyasi iklimin çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce alternatifi olmayan, otoriter bir kamu yönetimi anlayışı, kamu görevlilerinin biat etmesini özendiriyor. “Hükümetin devlet memuru” olmanın makbul olduğunu gören memurlar, daha fazla “yanlı karar” alabiliyorlar. Bu devletçi eğilim sadece üst yapı kurumu olan hukuk sistemine bilerek yerleştirilmemekle kalmadı, bunca yıldır yol alınan ekonomide, piyasa ekonomisinde de geri adımların artmaya başladığını gözlüyoruz. Merkez Bankası’nda bağımsızlık yerine Hükümete yakın durma eğilimi, bağımsız kurumların yetkilerinin yeniden siyasete alınması yetmedi, son olarak piyasa ekonomisinin mabedi sayılan İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın (İMKB) yönetimi bile kamulaştırıldı.
Liberal düşünce bir bütündür; piyasa ekonomisini, bireyi öne alan bir ekonomik sistemi savunanlar daha özgürlükçü, insan ve birey haklarını öne çıkaran bir hukuk sistemini de savunmak zorunda. Aynen, eski askeri ve hukuki uygulamalara karşı çıkanların, “sadece isimlerin değiştiği devletçi sistem” yerine ilkesel bazda birey haklarını öne çıkaran çağdaş hukuk sistemini savunmaları gerektiği gibi. Tabi ki bu anlayış aynı zamanda piyasa ekonomisinde geri adım niteliği taşıyan kararlara karşı çıkmayı da gerektiriyor.
Yazının Devamını Oku 
7 Kasım 2011
BAYRAM tatili nedeniyle trafik kazaları haberleri gelmeye başladı. Sanki bu ülkenin kaderiymiş gibi, her bayramda böyle oluyor. Geçen gün bir arkadaşım hatırlatınca düşündüm; eskiden her ailenin trafik kazasında ölmüş ya da yaralanmış bir yakını olurdu. Buna bir yenisi eklendi; etrafınıza bir bakın, artık her ailenin uzak ya da yakından tanıdığı birileri hapishanede...
Çoğu tutuklu olmak üzere, bayramı hapishanede geçiren kişi sayısı oldukça arttı. Elbette yakını, özellikle tutuklu olanların, olaya sübjektif baktıkları, o nedenle yakınlarının suçsuz yere içeride bulunmasına kızdıkları söylenebilir. Ancak şunu kabul etmek gerekir ki; artık sadece yakınları nedeniyle canları yananlar değil, toplumun çok geniş bir kesimi bu ülkede tutukluluk sayısının anormal arttığını, çeşitli nedenlerle mevcut otoriteye karşı gelenlerin bir kulp takılarak, tutuklu hale getirildiğini düşünüyor. Daha önce de haksızlıklar olurdu ama son yıllardaki uygulamalar insanlara artık adaletsizliğin kurumsallaştığını düşündürtüyor.
Sadece bu da değil; çoğu kimse kuralların eskisinden daha çok adamına göre uygulandığı görüşünde. Yani gücü elinde bulunduranların yakınları bir şekilde dışarı çıkarken, güce karşı gözükenlerin içeride bırakıldığı görüşü hakim. Öyle ya; herkesin dilinde olan “tutukluluk cezaya dönüşmemeli” ilkesinin, sadece gücü elinde bulunduranlar için geçerli olduğu açıkca ortada. 100 gün tutukluluğa “tutukluluk cezaya dönüşmesin” diye tahliye veren hakimler, yıllarca içeride tutuklu bulunan kişilere, o kutsal hale gelen “millet iradesi” ile milletvekili seçilmelerin rağmen, “tutukluluk cezaya dönüşmemeli” ilkesini uygulamayı düşünmüyorlar.
Sadece haber ya da kitap yazdığı için tutuklanan gazetecilerin durumu ortada. Herkesin gözü önünde oluyor; benzer suç isnat edilmiş olanlardan güce yakınların tutuklulukları bitiriliyor, aynı durumda olan başka tutukluların süreleri, çeşitli bahaneler yaratılarak uzatılabiliyor.
Tutukluluk süresini uzatmak için hukuki olmadığını, adil olmadığını bile bile kararlar veren hakimler, acaba hangi düşüncelerle hareket ediyorlar? Hangi ideolojiye yakın olurlarsa olsunlar, nasıl oluyor da güce yakın olabilmek için hukuku ve adaleti bu kadar zorlayabiliyorlar. En azından meslek kuralları ve etiğini düşünerek, rahatsız olmuyorlar mı? Ağır suçlar için 100 gün tutukluluk süresini fazla bulan hakim arkadaşlarıyla, tutukluluk süresini kasıtlı olarak uzatan hakimler bir araya geldiklerinde acaba ne konuşuyorlar?
13 yaşındaki bir çocuğa tecavüz eden 24 kamu görevlisinin, nasıl olup da ceza almadığını konuşuyoruz.. Henüz, “bunu yazanlar görüşlerini değiştirsinler” talimatı gelmediği için herkes bu olaya isyanını belirtiyor ama o kadar, diğer adaletsizlikler artık konuşulmuyor bile. Bu bayram günü adaletsizlik duygusunun giderek yayıldığını daha derinden hissettim. Bu duygunun toplumların geleceği açısından ne kadar tahrip edici olabileceği görülmüyor mu?
BAKAN ÇELİK’İN SAMİMİYETİ
Geçen hafta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ile sohbet toplantısı sonrası yazdığım haber Bakanı üzmüş. Bakan Çelik takdir ettiğim, özellikle mevcut bakanlığında çok başarılı bulduğum bir kişi. Hem kamu dengelerini gözetecek biçimde bilimsel, ileriyi düşünen sosyal güvenlik adımlarını atıyor, hem de bunu dilinden düşürmediği “taraflar” arasında mutabakatı sağlayarak yapıyor. Çalışma yaşamındaki barış ortamını sağlayan en önemli kişi.
Bakan Çelik ile sohbetimizin sonunda Van depremindeki önlemler ve yeni başlatılacak inşa atağı hakkında konuşurken, samimi biçimde 1999 depreminden önce geçerli olan mevzuatın ne kadar yetersiz olduğunu hatırlattı. Kendisinin de uzun yıllar önce müteahhitlik yaptığını, iki bina yaptığını, yani kendi yaptıklarının bile doğal olarak tehlikede olabileceğini söyledi. TBMM’de, Kabinede daha önce müteahhitlik yapmış, 1999 öncesi binalar yapmış kişiler çok. Çelik, samimi biçimde düzeltilmesi gereken yönleri, kendi örneğinden yola çıkarak anlattı ve bundan çekinmedi. Ancak bu sözlerini aktarınca, haber olarak, icraatların anlatıldığı bölümlerin önüne geçti. Bakan Çelik’i özellikle bu ortaya çıkan algının üzdüğünü sanıyorum. Samimiyetin ve şeffaflığın teşvik edilmesini düşünen, bakan koltuğundaki bir kişinin bunu yapmasının çok daha kıymetli olduğunu bilen biri olarak, böyle bir kastım yoktu, olamaz....
Yazının Devamını Oku 
3 Kasım 2011
ÇALIŞMA ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, kamuda çalışan uzman, uzman yardımcısı, daire başkanı ve üstündeki yöneticilerin maaşları arasındaki farkın giderileceği “eşit işe eşit ücret” prensibiyle düzenlemeler yaptıklarını söyledi.
Çelik, 22 ildeki çalışma bölge müdürlüklerinin kaldırılıp, mevcut 81 ildeki İşkur müdürlüklerinin çalışma ve iş kurumu il müdürlükleri haline getirildiğini, böylece her ilde çalışma sorunlarının yerinde çözülebileceğini kaydetti. Bu arada 657 sayılı devlet memurlarını kapsayan yasanın değiştirilmesi konusunda hükümetin kararlı olduğunu, kapsamlı düzenlemenin gelecek yıl gündeme getirileceğini de ifade etti.
Önceki akşam bir grup gazetecisiyle sohbet düzenleyen Çelik, acil çıkarılması gereken; 2821 ve 2822 sayılı yasaların “Türkiye iş ilişkileri yasa taslağı” olarak birleştirildiğini ve 4688 sayılı yasada yapılacak değişikliklerin, Bakanlar Kurulu’ndan çıktığını, bayramdan sonra TBMM’ye geleceğini söyledi. Böylece memurlara toplu sözleşme hakkı ve sendikalar yasasıyla ilgili uygulamaların başlayacağını belirtti. Bakan, iş güvenliği ile ilgili müstakil bir yasa taslağının da hazırlandığını, bayram sonrası taraflarla son şeklinin verilip, bakanların imzasına açılacağını söyledi.
ADALETSİZLİK GİDERİLECEK
İntibak yasasıyla ilgili çalışmaların devam ettiğini ancak bu konuda kamuoyunda yanlış bir beklenti olduğunu kaydeden Bakan Çelik, düzenleme ile esas olanın maaş artırımı değil, 2000 yılı öncesinde SSK’dan emekli olanların farklı düzenlemelerle emekli olup, maaşlar arasında doğan adaletsizliği gidermek olduğunu söyledi. Bazı kazanılmış haklara dokunulmayacağını ama aynı çalışma gününe göre emekli olanların maaşları arasındaki farklılığın da giderileceğini vurguladı. Çelik düzenlemenin 2.5 milyon emekliyi kapsayacağını, yüzde 70’inin maaşında artış beklediklerini belirtti. Esnek çalışma ile ilgili ise tarafları bir araya getireceklerini, mevcut düzenlemede aksayan yönler olup olmadığını bakılacağını, sıkıntı varsa bu konuda da düzenleme kararı verilebileceğini ancak şimdilik olgunlaşmış hazırlık olmadığını söyledi. Çelik, kıdem tazminatında acil bir durum olmadığını ama çalışma yaptıklarını, bir Fon düzenlemesinin olacağını ama ne yapılacağının henüz netleşmediğini bildirdi.
İLAÇTA KESİNTİ AZALACAK
İlaç şirketleri ile bir araya geldiklerini kaydeden Çelik, yüzde 9.5’luk kesintinin değişebileceğini söyledi. Global bütçe uygulamasına göre yapılacak bu ek kesinti oranının 2012 yılı da dahil meydana gelecek 1.8 milyar liralık açığa göre hazırlandığını, ancak bu yıl sonunda ulaşılacak 1 milyar 114 milyon TL’lik açık baz alınarak, yeni kesinti oranının değişeceğini belirtti. Çelik’in açıklamalarından ilaç şirketlerinin alacakları paralardan yapılacak kesintinin yüzde 5-6 civarında kalacağı sonucunu çıkardık.
Çelik, Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) ortaklaşa çalışma başlattığını, ilaçta yerli üretimi ve büyük miktarlara ulaşan israfı önlemek için çok yönlü kampanya hazırlayacaklarını söyledi. Çelik, örneğin aynı ilaçtan 3 taneden fazla alınması halinde katkı payı alınması gibi formüller üzerinde durulabileceğini bildirdi. İsrafı önlemek için ilaç firmalarını da işin içine katarak çalışma yapacaklarını, bilinçlendirme kampanyasının gündeme getirileceğini kaydetti.
Çelik: Benim yaptığım iki bina da yıkılabilir
Yazının Devamını Oku 
1 Kasım 2011
PİYASALAR, bu yıl sonunda enflasyonun, ‘Merkez Bankası’nın yaptığı son tahminden bile daha yüksek çıkmasını’ bekliyor. Merkez Bankası enflasyon tahminlerini yukarı doğru revize etmeye devam ediyor. 2011 yıl sonu için 6.9 olan tahmin, bu ay yapılan revizyonla Orta Vadeli Program’da yüzde 7.1 olarak yer almıştı. Merkez Bankası daha bu tahminin üzerinden bir hafta geçtikten sonra yıl sonu enflasyon hedefini yüzde 8.3’e yükseltti.
Piyasalar bu revizyonla da yetinmemiş gözüküyor. Piyasa raporlarında yıl sonu enflasyonun en azından yüzde 9 olacağı yönünde tahminler yapılıyor. Bu arada faizin ardından enflasyon oranlarının da yıl sonunda çift haneye, yani yüzde 10’un üzerine çıkacağını tahmin eden analistler olduğunu da söylemeliyiz.
Merkez Bankası’nın son yaptığı revizyon, yılın son çeyreğinde ciddi bir parasal sıkılaştırmaya dayanıyordu. Yani Merkez Bankası da parasal sıkılaştırma olmadığı takdirde, enflasyonun bu rakamdan daha yüksek çıkacağını baştan kabul ediyor. Bu revizyonda tütüne yapılan ek verginin katkısının 0.6 puan, TL’nin zayıflığının yani kurlardaki aşırı artışın 0.9 puan katkısı olduğunu belirtti. Buna karşılık petrol fiyatlarında yapılan indirimlerin ise 0.1 puan eksi rol oynadığını söyledi. Yani bu mevcut fiyatlar korunacak varsayılıyor.
Merkez Bankası buna karşılık 2012 yılına ilişkin enflasyon hedefini değiştirmeyerek, daha önceki tahminindeki gibi yüzde 5.2 olarak hesaplıyor.
Bankacılar, Merkez Bankası’nın enflasyon tehlikesi gördüğü için yeniden parasal sıkılaştırmaya karar verdiğini belirtirken, önümüzdeki birkaç ayda, enflasyona ilişkin öncü verilerin yüksek gelmesi halinde, Merkez Bankası’nın daha da sıkılaştırıcı önlemler almasını bekliyorlar. Özellikle iki haneli enflasyonu önlemek için Merkez Bankası’nın alarma geçtiğini kaydeden bankacılar, buna rağmen Avrupa’daki krizin geleceğinin, bu hedefe ulaşılmasında önemli rol oynamasını bekliyorlar.
Merkez Bankası’nın yüksek döviz rezervi olduğunu, gerekirse kur fiyatlarını frenlemek için daha çok döviz satacağını belirtmesine rağmen, elinin o kadar rahat olmadığını bildiklerini kaydeden bankacılar, Avrupa’da alınan tedbirlerin güven yaratamaması ve ABD’den gelecek verilerin olumsuz olması halinde, küresel krizin yeniden canlanabileceğini ve kurlardaki artışın kaçınılmaz olacağını söylüyorlar. Merkez Bankası’nın güçlü bir çıkış halinde buna fazla müdahale edemeyeceği görüşünün hakim olduğu gözleniyor.
Mevcut koşullarda bile Merkez Bankası’nın yılsonu enflasyon hedefini iyimser bulan piyasa analistleri, küresel krize bağlı olarak, tahminlerinin de üzerine çıkabilecek bir enflasyon tehlikesinin bulunduğu görüşündeler.
BANKA EKONOMİSTLERİNE ANLATILACAK
Piyasaların enflasyon ve diğer parametrelerle ilgili beklentilerinde, bu hafta Perşembe günü açıklanacak Ekim ayı enflasyon verisinin önemi büyük olacak. Piyasa beklentisinin yüzde 3 civarında olacağını söylemeliyiz. Piyasaların beklentisi doğrultusunda Ekim ayı TÜFE artışının yüzde 3 çıkması halinde, yıllık enflasyon yüzde 6.2’den 7.4’e çıkmış olacak. Kasım ve Aralık ayına ilişkin geçen yılki rakamların düşük olması, yılsonu enflasyon beklentisinin yüksek çıkmasında önemli rol oynuyor. Bu arada Merkez Bankası yönetimi bugün banka ekonomistleri ile de bir araya gelecek. Ekonomistler, bu toplantıdan yeni bir haber çıkacağını sanmıyor ama son alınan tedbirlerin daha detaylı kendilerine anlatılmasını bekliyorlar.
Tabi ki bunun yanında kafalarındaki soruları Merkez Bankası Başkanı ve yöneticilerine yöneltip yanıtlarını da almak isteyecekler. Bu toplantılarda, banka ekonomistlerinin tam bir açıklıkla soru sormak ve yorum yapmaktan kaçındıkları gözleniyor ama yine de kafalarındaki sorulara biraz daha açıkca yanıt bulabilirler.
Avrupa’da alınan kararların sorunu çözebileceğine, Çin gibi ülkelerin plana katkı yapacağına ilişkin, daha ilk günden beliren güvensizlik ise çok daha büyük bir sorun.
Yazının Devamını Oku 