17 Kasım 2005
Reha Muhtar, Deniz Akkaya’nın, Ayşe Arman’a verdiği röportajda sevgilisinden yediği tokatla kulak zarının patladığını söylemesini pek yadırgamış. Açıklamalarının gündemde geniş yankı bulmasını, o malûm espri anlayışıyla tiye alıyor... Ona soracak olursanız, Ayşe ‘fişekliyor’; Akkaya da gaza gelip cevap veriyor...
E, Muhtar da toplumun derinden kanayan yarasının, ‘uluslararası çapta medyatik bir portföyün sahibi sırım gibi bir manken’in özelinde işlenmesini, ‘doğal olarak’ ve dahi ‘cık-cık-cık!’layarak, hiç tasvip etmiyor:
‘Kadın ve dayak gibi, toplumun belki de en ağır yarası, yüz binlerce kadını kıvır kıvır kıvrandıran dehşetini yaşatan, ağlatan, geceleri uyutmayan, kábuslarla uyandıran barbarlık, Deniz Akkaya denilen kadının, sabaha karşı 03:00’te alkollü geldiği evde sevgilisi tarafından yediği tokatta tartışılıyor.
Tokat iddiası gazetede hak ettiği manşeti buluyor. Üstelik ‘Aile İçi Şiddete Son’ diye müthiş etik bir başlıkla... Deniz Akkaya’nın yediği ya da yemediği tokat, bir anda bir kampanyaya dönüşüyor.’
Yani zaten aşüftenin önde gideni olan, Deniz Akkaya ‘denilen’ manken eskisinin, üstelik de içkili gitmiş olduğu evde bir tokat yemiş olması, öyle matah bir haber değeri taşımıyor.
Belki kendileri Mehmet Barlas’la köşelerden laf yetiştirmek suretiyle koydukları Bodrum modrum muhabbetinden iki dakka başlarını kaldırabilseler, Aile İçi Şiddete Son Kampanyası’nın, Akkaya’nın yediği tokat üzerine peydahlanmadığını, geçen yıldan beri sürmekte olan son derece mühim bir organizasyon olduğunu, daha geçtiğimiz hafta Hürriyet Gazetesi ve BM Nüfus Fonu’nun güç birliğiyle iki gün süren bir konferans düzenlendiğini fark edecekler ama?.. İşte...
Eve hem geç hem de alkollü gitmiş bir mankenin yediği kulak zarı patlatan bir tokadı hor görmek daha kolay...
Değil mi ki Akkaya daha önce yanmış cipinin lansmanını yapmış reklam meraklısı bir kadındır, bunu da reklam için yapmıştır...
‘Mazlum kadın Anadolu’nun hangi bölgesinde ya da İstanbul’un hangi varoşunda yaşar daha iyi bilir er kişi’ öyle diyorsa, öyledir.
Hem zaten bildiğiniz gibi, tokatı atmış olmakla itham edilen Murat Aslan’ın ifadesi de bu yönde: İşleri bir süredir iyi gitmeyen Deniz Akkaya’nın reklam yapmak için kendi ismini kullandığını öne sürüyor.
Gerçi bendeniz, yukarıdaki cümleyi yazarken, bir hata olmasın diye tokat atmakla itham edilen sevgilinin ismini bir kez daha kontrol ettim.
Zira kendilerinin kim olduğu ve ne işle iştigál ettiğine dair en ufak bir fikrim yok. Deniz Akkaya’nın beyanatına böyle ‘yamuk’ bakılmasına neden olacak ‘at sineğinden sansasyon çıkaralım’ kültürünün Türkiye’deki ilk ‘duayen’lerinden olan Muhtar’ın bu gibi konular üzerine ahkám kesmesine hele, hiç tahammülüm yok ama...
Olsun... Böyledir bu işler...
Gamze Özçelik’in başına gelenleri, dizisinin reytingi uğruna planladığı bile iddia edilebildi bildiğiniz gibi... Hani nasıl ki vaktiyle Muhtar, Ateş Hattı’nda BBG Melih ile Hülya’nın ‘aşk sorunsalı’nı ‘uzmanlarla birlikte’, ‘70 milyon izlerkene’ (!) tartışabilmişti...
Kulver Kalesi sizden sorulacak elbet. Siz ki reytinglerin Tommiks’isiniz...
Birkaç sevgili eskitmiş, gece hayatında görüntülenmiş, hele ki şöhretli bir kadınsanız, başınıza gelenler bir yerde müstehaktır. ‘Kadın kaşınmasa’, ‘kadın kuyruk sallamasa’ zihniyetinin el kitabına göre meselá fahişelere tecavüz etmek vaciptir, hatta neredeyse sevaptır...
Deniz Akkaya, Murat Aslan’dan dayak yediğini uydurmuştur. Hatta kimbilir, belki kendi kulak zarını da reklam olsun diye kendisi patlatmıştır...
Düşünce dediğiniz kelebek misáli... Bu derin tefekkür cereyanında, benim aklım da bambaşka bir hadiseye uçtu gitti...
Acaba diyorum, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, tutuklu olduğu Van Cezaevi’nde beş aydır dava açılmasını bekleyen Van Üniversitesi Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı’nın reklam için intihar ettiğini düşünüyor olabilir mi?..
Çiçek’in çiçek gibi açıklamasına bakacak olursak, (Hatırlayalım: ‘Şu ana kadar bunalım geçirip, intihar edeceği yönünde cezaevi savcılığı ve bize intikal eden bir bilgi yok. Sabah kahvaltı yapmış, çamaşır yıkamaya gitmiş. O ana gelinceye kadar şüphe edilecek bir durum doğmamış. Bizim cezaevlerimiz belirli bir mevzuata göre yönetilmektedir. Bu tip eşyaların (çamaşır ipi) bulundurulmasında sorun yok. Kişi intihar etmeye karar verdiyse yattığı yataktan nevresimi yapabildiği gibi battaniyenin ucundan da ip elde edebiliyor.’) merhum Arpalı zaten intihara meyilliydi...
Öyle ya, hükümet ile rektörler arasında yaşanan gerginlikte rol çalmaya çalışmıştır belki.
Akşam’ın ‘İntihar edince hatırladılar’ başlıklı haberine göre, üniversitedeki yolsuzluk iddialarıyla ilgili tutuklanan ilk kişi olan Arpalı’yı, sadece yargı değil, Van’a giden heyetler de unutmuş ve ziyaret etmemiş.
Hiçbir heyet raporunda adı geçmiyor. Lamia Ayhan’ın haberine göre DYP heyetinin başkanı Prof. Dr. Kamil Turan, kentteki temasları sırasında Rektör Aşkın ile görüştüklerine, ancak Enver Arpalı’nın adının hiç geçmediğine dikkat çekmiş. Üniversite mensuplarının da kendilerini uyarmadıklarını belirten Turan, Arpalı’nın başka bir suçtan dolayı tutuklandığını sandıklarını söylemiş.
Reklam intiharıdır deyip geçelim mi? Ne o? Yaklaşım, soğuk mu geldi?
Ortalık sıcaklıktan fokurduyor da álemin yegáne soğuğu biz miyiz yani?
Soğuksak da sebebi var:
Toplumsal mevsim normalleri...
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2005
Elimde Ayşe Yücelen imzalı, ‘Açık Kadınlar İçin Dualar’ isimli bir kitap var. Başından sonuna kadar taradım, kavramaya çalıştım, sağa sola da sordum fakat açıkçası anlamakta bir miktar zorlandım. Hani abdestsiz de edilebilir dualar mı kastedilmiş, başı kapalı kadınlar bunları zaten ezbere biliyordur, konu cahilleri de bilgilensin diye mi düşünülmüş?..
Vardır elbet bir bildikleri...
Allah’ın hikmetinden sual olunmaz, ağanın ve yazarın eli tutulmaz...
Neyse işte...
Benim durduğum yer belli.
Allah’ın kullarını başının değil yüreğinin açık olup olmadığına göre değerlenmeye aldığına inanıyorum...
Bir de tabii kendisini vesile ederek, adını anarak üretilmiş abuk sabuk hurafelerle bayağı bir eğlendiğini tahmin ediyorum... (IV. Murat misali her yerde içki servisini yasaklamaya çalışanların türban söz konusu olduğunda yasaklarla iftihar edilemeyeceğini söylemesi de ironik açıdan az eğlendirici değil hani...)
İNANIYORSAM KEL KORKUDAN DEĞİL
Şimdi Allah ile eğlence kelimesini aynı cümle içinde kullandım diye galeyana geleceklere, cehennemde nasıl da cayır cayır yanacağım konusunda saydıracaklara da şöyle söyleyeyim: Ben Allah’a inanıyorsam, kel korkudan inanmıyorum. Hayatın sunduğu mucizelere duyduğum hayranlıktan dolayı inanıyorum.
Benim inandığım Allah, çatık kaşlı değil, güleryüzlü.
Ve verdiği her cana da aynı gülücükle baktığından eminim. Yani meleklerinin insanoğlunun tekelinde olduğunu hiç zannetmiyorum.
Ayşe Yücelen, kitabın ‘Allahım bana sabır ver ama çabuk olsun!’ başlıklı bölümünde, ettiği duaları hemen kabul olmayınca isyan edenleri eleştiriyor.
Haklıdır...
Yine de...
İşte...
Ben de Allah kuluyum ve Orhan Baba’nın son derece isabetli tespitiyle: Hatasız kul olmaz...
Tam bu noktada, huzurlarınızda bir dua edeceğim ama sonuna sabırsızca eklemekten de kendimi alamayacağım: Allahım, sen ihtisasını senin belletilerin üzerine yapmış kimi akademisyen kullarına ekstradan akıl fikir ver ama lütfen çabuk olsun!
Şemdinli’deki olaylar, AİHM’nin türbanla ilgili kararı filan kesmediyse, haberdar olmayanlar için gündemin biraz da Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Orhan Çeker’in, kuyuya attığı bir taşla meşgûl olduğunu aktaralım.
Konya DHA’dan Kerem Pulgat’ın haberinden öğrendiğimize göre Çeker, ‘Köpek beslenen eve melek girmez’ buyurmuş.
‘Son dönemlerde evde köpek beslemenin moda háline geldiğini’ dile getiren Profesör diyor ki:
‘Her ne cins köpek olursa olsun, evin içinde beslenmemeli. Köpek beslenen eve Cebrail dahil hiçbir melek girmez. Meleğin girmediği eve şeytanlar dolar. Şeytanların bulunduğu yerde fesat ve huzursuzluk hakim olur. Köpek beslenen evde biri ölürse, onun canını almak için Azrail bile o eve gelmez. Evin içine girmeden o kişinin canını alır ve geri gider. Köpeğin bahçede beslenmesi meleklerin girmesine engel olmaz.’
MELEK HAYVANSEVER SURETİNDE OLABİLİR
En iyiniyetli tahminim, Çeker’in bu sözleri, köpeklerin bahçeli evlerde daha mutlu olacağını belirtmek için sarf ettiği yolunda olabilir.
Bundan birkaç yıl önce Korukent’te bir apartman dairesinin balkonunda Saint-Bernard beslendiğini gözlerimle gördüm meselá.
Hakikaten günah... Köpeğe yapılan zulüm günah...
Akrabaları karlı Alp dağlarında kızak çeken, midilli ebadında bir köpeği, İstanbul yazında avuç içi kadar balkona hapsetmenin sadistlikten öte herhangi bir açıklaması olabilir mi, olamaz...
O köpeğin oradaki zavallı hálini bir süre izledikten sonra şikáyet edecek yetkili merci soruşturmaya başlamıştım ki sanırım melekler bizzat olaya el koydu.
Gidip o köpeği kurtardılar sonradan.
Melek, duruma el koyan hayvansever suretinde görünmüş de olabilir tabii; ayrı...
Fakat bu doğruysa, yani Çeker’in kolladığı köpeklerin refahıysa bile bir akademisyenin, bir profesörün, insanları öcü muhabbetiyle ‘uyarması’ nasıl bir şeydir?
Konya’daki Diyanet İşleri Başkanlığı yetkililerinin konuyla ilgili açıklaması şöyle: ‘Hadis kaynaklarında peygamberimizin böyle bir ifadesi olduğu rivayet ediliyor. Ancak bundan neyi kastettiği açık değil. İslamiyet’te köpeğin evin içinde bulundurulmasında hiçbir sakınca yok. Köpek beslenen eve meleklerin girmeyeceği yönünde bir hüküm vermek ise çok yanlış.’
Zekeriya Beyaz ise yine patlatmış: ‘Cebrail, peygamberlere vahiy getiren bir melek, bizim evde ne işi var?!’
Belli mi olur, belki Orhan Çeker ile ailecek görüşüyorlardır.
Kendileri hangi koşullarda nereye gidip gitmeyeceği konusuna bu denli hakim olduğuna göre?..
BİZİM ALEME BURNUNU SOKAN TOBERMORY
Serbest çağrışımın dalağını yaracağım ama bu haber üzerine benim aklıma niyeyse Saki adıyla bilinen İskoç yazar Hector Hugh Munro’nun meşhur kedi kahramanı Tobermory düştü.
Okumayanlar varsa: Tobermory, şahane bir, şahsen en sevdiğim Saki hikáyesidir.
Tobermory, sizden dekoder olmasın, insanların gerçek yüzlerini ortaya koyan, şahane bir tiptir.
Kedidir medidir ama zehir gibi zekidir ve bilimadamı Mr. Appin’in 17 yıllık çalışmasının neticesinde miyavlamanın ötesinde dile gelmiştir. Mükemmel bir İngilizce’yle şakır şakır konuşmaya başlamıştır.
Appin, yarattığı mucizeyi, bir akşam yemeği sırasında aristokrasiden kırılan koket bir kalabalığa sunar.
Ve Tobermory ağzını bir açar ki o açış...
Oradaki insanların birbirlerinin ardından söyledikleri şeyler iyot gibi açığa çıkar. Kimsenin birbirinin yüzüne bakacak háli kalmaz.
Ama işte, insanoğlu pişkindir. Bir süre sonra yine allım güllüm canım cicim hayatlarına döneceklerdir.
Olan birkaç gece sonra bahçede ölü bulunan Tobermory’ye olur. Hayvan háline bakmadan, insan álemine burnunu sokar mısın, olacağı budur.
Muhteşem hikáyedir. Hararetle tavsiye edilir... Anlayana...
Hayvanlar şöyle dursun, ofis bitkileri filan dile gelse diyorum. Kapalı kapılar ardında duydukları şeyleri bir bir anlatsalar.
Hani kim takiyeci kim özü sözü bir; kim yasakçı, kim özgürlükçü; kim gerçek mümin, kim kendine Müslüman; kim dünyayla entegre olmak, çağı yakalamak istiyor, kim güneş ve yıldızlar kendi çevresinde dönsün, zaman onun keyfine göre, gerekirse geriye doğru aksın istiyor bilsek...
Kimin sözüydü o; ‘İnsanları tanıdıkça köpeklerimi daha çok seviyorum’ diye giden?
Bazı şeyleri duydukça, Tobermory gibi birkaç kedi olsa da oturup onlarla muhabbet koysak diye düşünüyor, ofur pufur hayıflanıyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2005
Müzik kanalı VH1’da, ‘Top Ten at Ten’ programı vardır, bilenler bilir... Bir sanatçının en iyi şarkılarının, ya da atıyorum, farklı sanatçıların icra ettiği, içinden New York geçen şarkıların 10’dan 1’e, en iyiye doğru geri sayıldığı bir programdır. Geçenlerde tek atışlık mermileri sıraladılar. Bir şarkıyla liste başı ve ünlü olup da sonradan sırra kadem basan, piyasadan silinenleri yani... Sisqo’nun Tong Song’u gibi...
Bizde böyle bir şey yapılsa, Zeynep Dizdar, sekiz yıl önce ortalığı birbirine katan güzelim şarkı Vazgeç Gönül ile birinci sıraya yerleşebilirdi.
Gelin görün ki artık böyle bir şey söz konusu değil çünkü Dizdar, dünya gözüyle bir şarkısının daha hit olduğunu görebildi: Zehir Gibi...
İlk albümün adı Yolun Açık Ola idi... Sekiz yıl sonra gelen albüm İlle De Sen’in çıkış şarkısı, söz ve müziği Zeynep Dizdar’a ait olan Zehir Gibi’nin Tülay İbak tarafından çekilmiş klibi, ilk albüme de gönderme yapıyor olsa gerek ki, bir yol tribi...
Efendim, klipte Zeynep Dizdar’ı ‘yeni bitmiş ilişkisinin ardından yaşadığı ayrılık acısıyla yolculuğa çıkan ve karavanıyla yaptığı bu yolculuk sırasında yaşadıklarını anlatan bir kadın’ olarak izliyormuşuz.
DARISI BAŞIMIZA
Allah hepimize böyle ayrılıklar nasip etsin diyesim var. Zira karavanıyla yaptığı yolculukta bayağı eğleniyormuş gibi görünüyor ve pişirip durduğu yemekleri iştahla işkembeye gömüyor Zeynep Dizdar.
Klip, ankesörlü telefon başında açılıyor. Dizdar, muhtemelen hattın öbür ucunda bulunan ex-manitaya şarkının malum nakaratını terennüm ediyor:
‘Gecelerim böyle zor, zor geçiyor / Zehir gibi yüreğim, çok acıyor / Ah bu aşk belásı üzerimde / Gönül ferman dinlemiyor...’
Şimdi, bodoslama gireceğim, kusura kalınmasın: Zeynep Dizdar, klipte Tuğba Özay’dan bile kötü karavan kullanıyor, Naz Elmas’tan bile kötü rol kesiyor ve evet efendim, benden bile kötü yemek yapıyor.
Ha, herkesin damak tadı kendine...
Onun bu konuda bir şikáyeti var mı? Yok gibi görünüyor. Hazır kek üzerine hazır çikolata sosu dökmek suretiyle yapılmış enayi bir pastamsı, üzerine ketçap boca edilmiş haşlanmış makarna, ‘ham-hum-hımmmpfff’ mimikleriyle ağza götürülen ızgara et...
Bir iştah bir iştah bir afiyet...
BİR DE MUTLU HABER
Aslında bir daha düşününce...
Bir yanıyla gayet makul esasında: Tipik depresyona girmiş kadın háli... Malumunuz, bu gibi durumlarda tıkınmak, kadınlarda antidepresan da ne, diyazem etkisi yapabiliyor.
Karbonhidrat ve glikoz almak iyi gelmiş, endorfin bünyede tavan yapmış olsa gerek ki Zeynep Dizdar, zehir gibi yüreğinden, sanki bal börekmiş gibi, gülüm gülüm gülücüklü bir suratla bahsediyor.
Birkaç izlemenin ardından, klipte, tüm klip klişeleriyle dalga geçildiğine kanaat getirdim. Ki takdir edersiniz bu, benim geçinmeye gönüllü hálim...
Yoksa, olur da kardeşim, bu kadar mı kötü olur?.. Yani iyi niyetle bir şeye girişip, bu kadar kötü bir seyirlik ortaya koymayı becerebilmeleri mümkün değilmiş gibi geliyor.
Sırf Vazgeç Gönül’ün hatırına bile olsa, dedik ya, geçinmeye gönlümüz var. Dolayısıyla işe olumlu yanından bakalım:
Klip kötü olsa da şarkı Hande Yener tadında, gayet başarılı bir pop şarkısı ve çok iyi bir vokal olan Zeynep Dizdar’ın şarkı yazarlığı konusunda da yolunu açacağa benziyor.
Ve esas mutlu haber şu ki: En azından bir şarkıcımızın, albümünün elde ettiği başarının ardından dizi mizi çevirmeyeceği, garanti gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2005
Geçtiğimiz salının Vatan’ında yer alan, Neslihan Akdaş’ın toparladığı bir habere göre, yeni sezona girdiğimizden beri sekiz dizi yayından kaldırılmış! Sezon başından beri huzura 70 adet dizi gelmiş. Sabilerin onda birinden çoğu, mürüvvetini göremeden sizlere ömür:
Düşler ve Gerçekler, Bendeniz Aysel, Deli Duran, Kapıları Açmak, Rüzgárlı Bahçe, Maki, İlk Göz Ağrısı, Kanlı Düğün...
Haberin dumanı tütmekteyken alınmış bir karar mıdır bilmiyorum ama geçen akşam televizyondan Misi adlı dizinin de yayından kaldırıldığını öğrenmiş bulunuyoruz. Etti mi size dokuz... (Maki ve Misi dizilerinin yapımcılarına özel not: İsterseniz bir de Miki ve Mini’yi deneyiniz. Gavur yapmış azizim! İki zibidi farenin hikáyesi 100 yıla yakındır vizyonda.)
Yüksel Aytuğ, haberin girişinde ‘Dizi tutturmanın sihirli formülü’ başlıklı bir yazı yazmış. Efendim, ‘buharlaşan’ dizilerin ortak özelliği nahif olmalarıymış, içinde aşk, sevgi ve insan barındırmalarıymış. (Tam bu noktada kendime, ‘Ne barındıracaktı yani fare mi?’ diye soruyor, neden sonra iki paragraf yukarda, parantezde sarf ettiğim cümleyi hatırlıyor, utanç içinde çenemi kapatıyorum.) Oysa dizi reytinginin sihirli formülünde mutlaka bir tutam entrika, iki çimdik barut, bir çorba kaşığı kan ve kaldırabildiği kadar gözyaşı olmalıymış...
Bu tip ‘öğreti’leri, direkt meydan okuma olarak almak şeklinde gaza gelen bir tabiatım var maalesef. Kendi çapımda küçük tefek birkaç senaryo denemesine girişmeye karar verdim. Aşağıda okuyacaklarınızı daha önce görmüşsünüz gibi bir hisse kapılacak olursanız, şimdiden savunmamı yapayım; günahı kimin boynunadır bilemem ama benim boynumun konuyla kesinlikle bir alákası yok. Zira, 1- Sanat, zaten hayatı taklit eder. 2- Gayet iyi bildiğiniz üzre, bizim diziler, sanatı, yani başka dizileri taklit eder...
n Tahir, külhan mizaçlı, kendi okuduğu sürece şiirsever bir gençtir. Talihsiz bir sakatlanma neticesinde futboldaki parlak geleceği sönünce, belediyeye girer. Siyasete atılmaya karar verir ve hırsı sayesinde başarı basamaklarını süratli adımlarla tırmanmaya başlar. Katastrof, kahramanımızın ülkesi Absürdistan mı dünyaya uysun, dünya mı Absürdistan’a uysun, hangisi hangisine girsin çatışmasından doğar. Bir alamete binilmiş, yola çıkılmıştır, gerisini álemin en hınzır senaristi Mevlá kayıracaktır. Uzun süreli vizyon, garantidir. Jenerik müziği olarak, ‘Beraber yürüdük biz bu yollarda’ şarkısı yerine ‘Bir şöyle söyledim bir böyle, aslında no problem’ şarkısının kullanılması daha mı uygundur, bilahare tartışılacaktır...
n Fazilet, sizden pamuk olmasın, Hülya Koçyiğit’in Kezban’ına rahmet okutacak kadar saf ve duyarlı bir genç kızdır. En büyük aşkı, çocuklardır. Çocuk sevgisi öylesine gelişmiş bir boyuttadır ki memleketin her köşesinde, çocuklardan oluşan küçük istihbarat birimleri kurar. Dayak yemekten fırsat buldukları zamanlarda müzevirlik yapmak üzere eğitilen çocuklar, geleceğin küçük Nuriş’leri, Alaattin’leri, Sedat’ları olarak yetişecektir. Gerisi işte, ne bileyim, Kurtlar Vadisi’nden apartılabilir.
Bunlar üç saniye içinde ‘attırılmış’ kaba taslaklar... İki saat haber bülteni izlenmesi hálinde, insanın yaratıcılığı maşallah grizu misali patlar.
Kolay işmiş be... Üstelik, reyting garantidir. Seyirci beğenmese bile yayınına devam edileceği de...
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2005
Magazin programlarından biri, Recep Bülbülses’in ‘nihayet’ muradına erdiğini müjdeliyor. Mahsun Kırmızıgül, Şeker Bayramı programı sırasında birkaç şarkı söylemesi için sahneye çıkmasına izin mi vermiş ne... Doğan görünümlü şahin, pardon, şahin görünümlü kuzgun, yok, bu da olmadı, kuzgun görünümlü kuzgun Bülbülses de fırsat bu fırsat, fırlayıp kapmış mikrofonu, şakıyor.
Tam bu noktada, arada kaçırmış olanlarınız var mıdır diye, mevzunun dizginine asılmam gerektiğini fark ettim.
Doğru ya, ‘Recep Bülbülses kim?’ diye sorabilirsiniz. Adam durup durup karabatak gibi karşımıza çıktığı için biliyorsanız da unutmuş olabilirsiniz...
Recep Bülbülses hani... Beş-altı senedir, ‘Şöhret olacam da olacam’ diye, durup durup kendini bir vesileyle kameraların önüne atar... Hıçkırarak ağlar, muhtelif şöhretlerimize ‘Niye beni de şöhret yapmıyorsun?’ diye posta mosta koyar; yapar işte bir şeyler...
Ben artık bu 30 saniyelik şöhret için kıçını yırtan insanlara akıl erdirmeye çalışmaktan vazgeçmiş, bunun herkesin en doğal hakkı olduğunu kabul etmişim...
Hayat bu hayatsa, evet abi, ‘Bülbülses’lerin varlığını gözümüze sokma hakkı engellenemez!’ diye slogan atacak kıvama gelmişim... Pes etmişim...
Daha doğrusu etmiştim... Ki... Çıkmayan candan ümit kesilmezmiş azizim...
Bir röportaj okudum, havam değişti. Salı günü Kelebek’e manşet olan Mevlüt Tezel röportajını okudunuz mu? Şahaneydi...
Bir süredir internette şehir efsanesi gibi dolanan Hayalet Sevgilim şarkısının sahibi, Koç Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi İrem Yağcı’yı bulup konuşmuş Mevlüt.
Şarkının esas isminin Hayal Et Sevgilim olduğunu ve şarkıyla ilgili o melodramatik hikáyelerin hiçbirinin doğru olmadığını, bilákis şarkıyı iki saatte kaşına kaşına yazdığını anlatan İrem Yağcı, kendini anlatıyor:
‘Aşk acısı çekip ağlayan birisi değilim. Gayet mutluyum. Yaşamayı seviyorum, yurtta kalıyorum. Bilirsiniz öğrenci hayatını, işte ona takılıp gidiyorum.’
Üç sene klásik gitar eğitimi almış, yedi senedir de çalıyormuş. Ama yapımcıların tüm ısrarlarına rağmen, albüm yapmak filan istemiyormuş: ‘Hem ben hukukçu olacağım canım, herkes ünlü olmak zorunda mı? Şu anda müziğe dair hiçbir planım yok. Belki çok ilerde İlhan Şeşen gibi avukatlığımı yapıp zevk için müzisyen olabilirim.’
Güzel kardeşim, seni öpebilir miyim?
Kim ne derse desin, canın ne istiyorsa onu yap e mi?.. Yeter ki şimdiki aklına ve sindirim sistemine mugayet ol. Ortalık içgörü yoksunu, şuursuz hazımsızdan geçilmiyor zira ve onların hazımsızlığı, bizde gaz yapıyor.
Şimdiden bir müvekkilin ve bir dinleyicin var; katil olur da mahkemelere düşersem, kendimi sana emanet edeceğim, ilerde albüm yaparsan da ilk alan ben olacağım, haberin olsun...
Şarkının adı Hayal Et Sevgilim ya... Bende uyandırdığı duygu da Martin Luther King’in o meşhur söylevindeki gibi bir şey: ‘Bir hayalim var!’ diye bağırarak sokaklara fırlamak istiyorum. İrem gibi milyonlarcasını hayal ediyorum. Hepsini de teker teker öpmek istiyorum.
Evet abi, delirdim... Ama yani... Şöyle bir hayal et sevgilim...
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2005
Genç kalmanın garantili formülünü buldum. Magazin jargonunda ‘gençlik iksiri’ denen şey var ya hani; genellikle yaşını başını almış şöhretlerimizin kendilerine yumurtadan yeni çıkmış kıtır/çıtır sevgili bulmaları hálinde kullanılır. Uzun yıllar önce ayrıldığınız ebeveyn evine, uzun sayılabilir bir süreliğine dönmek de aynı işlevi görüyor.
Zira anne denen insan türü bir tuhaf... Her seferinde sizi, aradan geçen o yıllar sanki hiç yaşanmamış gibi, aynen bıraktığı yerden ele alıyor.
Hatta kaydı bıraktığı noktadan daha da geriye sarıyor. Meselá evden ayrılırken rüştünüzü ispat etmiş olduğunuz hálde, ta ilkokul öncesi dönemlerinden...
Valide, ayıptır söylemesi, geçenlerde etli dolma yapmış. Hani annemdir diye söylemiyorum, çok da güzel yapar. Tencereye giriştim, elimdeki tabağı doldurmaya koyuldum.
Tam o anda ensemde, kulağımın hemen dibinde, ulvi bir ses duydum:
‘Yoğurtla ye...’
Ürkerek yerimde sıçradım. Dönüp baktığımda annemin elá gözleriyle karşılaştım ve şaşırmadım...
Şimdi, bu kadın benim annem. Onun yaşı bizim sırrımız olsun da ben 33 yaşındayım ve 33 yıldır, onun pişirdiği dolmaları yiyorum. Yoğurtla...
‘Hayrola?’ dedim ‘yoğurtta bir numara mı var?’
‘Ne numarası?’
‘Ne bileyim, sen yapmışsındır, içine bir tutam da sevgi filan katmışsındır?..’
‘Sen benim bugüne kadar yoğurt yaptığımı gördün mü? Burası mandıra değil, ben de o ekmeğini, mayonezini evde yapan süper annelerden değilim bildiğin gibi.’
BANA REVA GÖRDÜĞÜ AFACAN MUAMELESİ
İnanılır gibi değil yani... 33 yaşınıza gelmişsiniz, bir meslek edinmişsiniz, bilmem kaç ilişki eskitmişsiniz, memleketin tabiri caizse ileri gelenleriyle münasebettesiniz...
Ve hál buyken, anneniz size dolmanın tercihen yoğurtla yenecek bir şey olduğunu silbaştan ‘öğretiyor’. Bir değil, üç değil, beş değil...
Baktım ki bünye regresyonun bu kadarıyla başa çıkamayacak, yakında parmağımı emmeye filan başlayacağım; durumla baş etmenin bir yolunu aramaya koyuldum.
Ve çok pis bir yöntem buldum...
Bana reva gördüğü bu afacan muamelesinin, onun artık yaşlanıyor olduğu gerçeğiyle yüzleşememesinden kaynaklandığına dair atıp tutmaya başladım.
Tırnağımı kemirmemem konusunda mı uyarıyor, her yaktığım sigarada söyleve mi girişiyor, duştan sonra ıslak saçla sokağa çıkmama mı karşı çıkıyor; direkt aynı mavraya sarıyorum...
Nitekim bugün de sardım...
Bugün perşembe; bayramın ilk günü... Ben, yazı yazmam gerektiği için kalıyorum, annem ve babam, kısa bir bayram ziyareti için evden çıkmaya hazırlanıyorlar.
Bizimki yine, acıkırsam ne yiyeceğim, bilmem kim ararsa ne cevap vereceğim, sıradan saymaya başladı.
Cevabı yapıştırdım: ‘Bak aşkım; bu sendeki benim büyüdüğümü, artık bir yetişkin olduğumu kabullenememe háli, esasında senin orta yaşını geçtiğini inkár yolunda geliştirdiğin bir savunma mekanizması... İşin hileli, korkunç kandırıkçı yanı şu ki esasında tam da bu, başlı başına bir yaşlılık alámeti. İnkár, senin gibi dinç bir dimağa yakışmıyor yani... Gel senle bir anlaşma yapalım. Ben yaşlanmadan sen de yaşlanma olur mu? OK mi? Senin için bir şey istiyorsam namerdim. Ben kaldıramayacağım, o yüzden...’
Başını iki yana, sadece annemin sallayabileceği gibi salladı. ‘Ben uğraşamayacağım; seni kendinle baş başa bırakıyorum alçak çocuk!’ dedi, kapıyı arkasından kapattı, gitti.
KENDİNİZİ YAŞLI HİSSETTİĞİNİZDE NE YAPACAKSINIZ
Kendime sade bir Türk kahvesi pişirdim, bir sigara yaktım, derin bir nefes çekip kanepeye çöktüm... Tam o sırada kapı çaldı, açtım...
Ramazan davulcusu... Şirin şirin güldü ve ‘Hayırlı bayramlar teyzeciğim’ dedi.
Eleman neresinden baksanız, en az 25 yaşında. Hadi ablayı anlarım, yenge deseniz zaten bizim memlekette kadınlar için bir tür ‘Hey sen!’ hitabı sayılır.
Ama yani?.. TEYZE?!?
Adamın bahşişini verdim. Sonra aynanın karşısına geçip, uzun uzun kafamdaki beyaz tellere baktım. Ve neredeyse panik hálinde annemi aradım: ‘Davulcu geldi, şu kadar para verdim, iyi etmiş miyim? Ha, bir de, acıkınca ne yiyecektim? Yoğurtla yiyeyim di mi?’
Süper formül; valla bakın... Kendinizi yaşlı hissettiğinizde annenize geri zekálı taklidi yapın. Gençten öte, bebek gibi hissediyorsunuz. 33 yaşımın olgunluğuyla (!), hararetle tavsiye ederim...
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2005
Şu pozitif enerji geyiğini ilk ortalığa salan her kimse, onu elime geçirirsem fena yapacağım. Ümüğünü bir sıkacağım, bünyesindeki bütün pozitif enerji ter gözeneklerinden fışkıracak. Bedeninin her yerine falçatayla artı şeklinde çizikler atacağım.
Ne bileyim işte, yapacağım bir şeyler...
İsmi lázım değil çok yakın bir dostum, geçenlerde ayıptır söylemesi ağdacıya gitmiş. Ağdacı hanımefendi, üzerinize afiyet, pozitif enerji meraklısı reikici arkadaşlardan...
Bizimki kadınların bitmeler bilmeyen kıl-tüy derdinden yakınacak gibi olmuş, aldığı yanıt ne dersiniz?.. Mevzua pozitif yaklaşıp kıllarıyla barışık olacakmış!.. Ağdacı hanımefendinin önerisi bu... Kıllar bile sevildiğini hissedermiş!!!
‘Yuh artık!’ şeklinde isyanlarda bizimki háliyle; ‘Hadi onun başkalarının kılını tüyünü sevmesini anlarım, kadın bu işten ekmek kazanıyor da, bu ne bu be kardeşim?!. Bacak tüylerimi canım cicim muhabbetiyle okşayacak hálim yok ya...’
Ayrıca sevince ne olacak o kıllar, o da meçhul yani... Ya bitki gibi, sevgiyle büyüyor, serpiliyorlarsa?..
‘Sen söyle o ablaya, ağdacılığı bıraksın, müzik kanallarından birine VJ olmak için başvursun’ dedim; ‘Uçan kaçan pozitif enerji meraklısına şarkı sunduruyorlar. Yapıcı ‘meşaj’larını ekrandan daha geniş kitlelere iletebilir bu sayede. Bakarsın yollarda birbirinin koltuk altını öpen insanlara rastlamaya başlarız. Eğleniriz hiç değilse...’
‘İvvvrençççsinnn’ dedi.
‘Biliyorum, artıııı, heyvanım’ dedim, sessizce dağıldık... Eve erken gelip, bilgisayarın başına çökmem gerekiyordu zira.
DUYGU YÜKLÜ KLİPLER KATARI
Bayram münasebetiyle gazetenin takvimi öne çekildiği için, bu hafta günde çift yazı attırıyorum. Anlayacağınız, pozitif enerji benim sokağa pek uğramıyor bu aralar...
Bu sebepten olsa gerek, müzik kanalları arasında zaplarken, pozitif enerjiden dem vuran VJ’lere özellikle gıcığım...
Az önce Kral TV’de bilmem kimin duygu yüklü ‘Slow türkü’sünü (Bakalım yorgun kulaklarımız daha neler duyacak...) anons etmiş olan VJ hanım, şimdi de Berksan’ın yine duygu yüklü (Klipler his taşıyan katarlar şeklinde geliyor huzura, sormayın!) son klibi Aşka Mahkum’u anons ediyor.
Berksan kardeşimiz, (Arkadaş 79’lu olduğu için ablası sayılırız. Bu senli benli yaklaşımımızı bayram vesilesiyle mazur görür diye umuyoruz) ön camı patlamış, üzerinde dumanlar tüten bir arabanın içinde, kahır makamından çalan şarkısını söylüyor.
İkinci albümü Kalbime Dönüyorum’un üçüncü klibi bu. Murad Küçük tarafından, Çatalca’da çekilmiş...
Berksan’ın diğer kliplerinde de olduğu üzere, bunun da mütevazı bir bütçeyle çekildiğini tahmin ediyoruz.
BERKSAN’DAN YENİ AMME HİZMETLERİ
Tacizci sevgilinin (Kapına güller koyan, telefonda dinleyip susan, gölgen gibi peşinde koşan, camına taş atıp kaçan, içip içip ağlayan... Bendim ben...) şirin tehditlerinin (Çilek dudaklarına yapışım kalıcam, senin için bu şehri yakıcam, senin aklını alıcam, vs...) dile getirildiği şarkısı geçtiğimiz yıl her yerde çalıyordu biliyorsunuz.
‘Bi şarkı yapıcam, beyninizi ütücem’ şeklinde sözler ihtiva eden ayrı bir şarkı bile bestelese olurdu yani Berksan; oralarda seyrediyordu kıvam...
Çilek’e ilham olan eski sevgilinin durumu nedir bilemeyeceğim ama, benim aklımı aldığı muhakkak... TV’de zaplasanız, taksinin radyosunda; arabadan zıplasanız, alışveriş merkezinin hoparlöründe... Akıl makıl kalmamıştı yani... Hak getire...
Berksan Bey, akıl sağlığı üzerine derin düşünce mesaisi veren ve bizlerin akıl sağlığıyla oynamaktan hazzeden bir arkadaş olsa gerek ki ikinci albümün ‘Delirdin mi şaşırdın mı, keçileri kaçırdın mı?’ şeklinde ilerleyen şarkısının tahrip gücü de Çilek’ten hafif olmadı yani...
Onun klibi de mikrofon başında şarkısını söyleyen Berksan’ın ve kalça kıvıran manken bir ablanın görüntülerinden ibaret, mütevazı bir klipti...
YA AŞIK OLMADINIZ YA DAYAK YEMEDİNİZ
Neyse işte...
Aşka Mahkum’u anons eden VJ’den bahsediyorduk. Bilin bakalım, VJ ablamız şarkıyı sunmadan önce ne buyurdu: Evet efendim, aşk kimi zaman acı verebilirmiş ama pozitif yaklaşımla bu acılar bile yapıcı duygulara dönüştürülebilirmiş.
Delirmiş bunlar yemin ederim. Ya hayatlarında hiç aşık olmamışlar ya da hiç dayak yememişler...
Klibe bakacak olursanız, adam aşkından kafayı sıyırmış, gitmiş arabayı ağaca geçirmiş... Oysa hadiseye pozitif yaklaşsa ve yapıcı azme dönüştürse, gitse pistte sürat yapsa, belki aşkının gazıyla F1 pilotu olacak, Alonso’nun tahtına oturacak; arkasından ağıt yaktığı abla da kapısında kul köle olacak ama heyhat...
Sersem çocuk, sen kalk, negatif enerjiden zehirlenip otomobili ağaca tosla! Hiç hoş bir mesaj değil yani... Hele ki bu yazının kaleme alındığı çarşamba, yani arife günü sayısını tam olarak bilemediğimiz, ancak yılların tecrübesiyle kabarık olacağından yana hiç şüphe duymadığımız bayram trafiği zayiatını düşününce... Hiç, hiç hoş bir mesaj değil...
BERKSAN’IN EMRE ALTUĞ’DAN FARKI
Ama nedir? Sırf VJ’e kılımdan, klibi sevesim geldi.
Bakmayın zaten, Berksan’a da özel bir antipatimiz filan yok. Bilakis, gayet düzgün bir adam... Şahsen bayılmasak da piyasa şartlarına dümen kıran, akılda kalan, dile takılan şarkılar yapıyor işte... Kendi yapıyor, kendi söylüyor üstelik... Hem Emre Altuğ lezzetinde eli yüzü düzgün, genç kız tabiriyle ‘hoş çocuk...’ Ayrıca Emre Altuğ gibi kendi dudaklarına hayran olacağı yerde başkalarının çilek dudaklarına şarkı yazıyor; daha ne olsun...
Allah sahibine ve sevenlerine bağışlasın...
Fena bir şeyler söylemiş gibi olduysam da takmayın yani... Bizden sıka sıka pozitif enerji ancak bu kadar çıkıyor; o yüzden...
Yazının Devamını Oku 4 Kasım 2005
Vatan’ın yeni günlük eki Gülümse’de, (Hayırlı olsun bu arada arkadaşlar... Tatlı tatlı, kardeş kardeş rekabet; hadi bakalım, hodri meydan...) vatandaşa ‘Bir trilyonunuz olsaydı yapacağınız üç şey ne olurdu?’ diye sormuşlar. ‘Türkiye’yi anında terk ederim. Burada yaşamak çok zor. Parayı bulunca hiç kimseyi de tanımam. Bir güzel çatır çatır yerim’ diyen iç mimar Erol Gökçek’inki gibi dürüst ötesi yanıtlar da var, ‘Beşiktaş’ın tüm maçlarını, deplasmanları da dahil hayatımın sonuna kadar gidip izlerim. Ardından bir dağ başında küçük bir ev yapıp, kafamı dinlemek isterim’ diyen emekli İbrahim Koç’unki gibi mütevazı yanıtlar da...
Beni en çok eğlendiren, 33 yaşındaki işletmeci Fatma Türkmen’in cevabı oldu fakat:
‘Çok büyük bir arazi satın alırım. İçine okul, hastane, cami yaptırıp, bütün düşkünleri burada toplarım. Aileme hemen bir ev alırım. İsviçre’de bir bankaya para koyarım. Bir iş yeri açarım. Sonra da sevdiklerimle dünya turuna çıkarım.’
Fatma Hanım’ın belli ki gönlü zengin, artanlardan bana da bir pantolon çıkartır mı acaba?
1 trilyon lira, 1 milyon dolar bile etmiyor biliyorsunuz. Ve günümüz Türkiye’sinde, 1 milyon dolara, meselá Boğaz’da bir yalı almak, mümkün değil.
Nerde kaldı okulu, hastanesi, şusu busu...
Geçenlerde yayınlanan bir haber, ‘hayat pahalılığının mutluluğu da vurduğunu’ duyuruyordu... (Diyeceksiniz ki bu malumu ilamdır, haber değeri yoktur; ayrı...)
Zürih’teki Coutts Bank’ın yaptığı araştırmaya göre, artık lotodan 1 milyon dolar çıkması, zengin bir hayat yaşamak için yeterli olmuyormuş.
Günümüz koşullarında zengin ve mutlu bir hayat sürebilmek için en az 2,9 milyon dolar, yani 4 trilyon lira gerekiyormuş...
Ki bu miktarla, 1 milyon dolara içinde iki hizmetçi bulunan beş odalı bir ev, 400 bin dolar değerinde iki lüks otomobil, 200 bin dolarlık bir daire, 500 bin dolarlık küçük bir tekne alabilesiniz, 100 bin dolara yılda iki kez tatil yapabilesiniz ve kalanıyla da muhtelif masraflarınızı karşılayabilesiniz...
Amerikan edebiyatının zehir gibi nüktedan, en lezzetli kalemlerinden Dorothy Parker’ın şahane bir öyküsü vardır:
Orta hálli bir işte çalışan iki kız arkadaşın favori muhabbeti, piyangodan 10 bin dolar çıkması hálinde yapacakları üzerine geyik çevirmektir. (Ekonomik bunalımın travmalarıyla boğuşan o zamanların ABD’si için eh, ciddi para...)
Onlar da tıpkı Fatma Hanım gibi uçar da uçarlar...
Gel gör ki günün birinde, bir cesaret, hep önünden geçtikleri mücevheratçıya girip, vitrinindeki, kendilerine her gün iç geçirten, yanlış hatırlamıyorsam inci kolyenin fiyatını sorarlar.
Satıcı, kolyenin fiyatının 10 bin dolar olduğunu söyler. Bizimkiler bunun üzerine fena afallar.
Ve fakat hayal kurmanın bedeli yoktur. Dükkándan çıkar çıkmaz yine aynı mavraya sararlar.
Bir tek şey değişmiştir yalnız: Artık 100 bin dolarları olsa ne yapacaklarını konuşmaya başlarlar...
Benimki naçizane, kimsenin hayal gücü beleşe, nafile yorulmasın hesabına bir hatırlatma. Bari soru, ‘10 trilyonunuz olsa yapacağınız üç şey?’ filan olsaydı...
Yazının Devamını Oku