Ebru Çapa

Geçmiş olsun

19 Ekim 2005
Salı, öğlene doğru uyandığımda, günün ilk selámını yine Ebru’dan aldım. ‘Günaydın’ yerine sağlam bir ‘Yuhhh!’ nidasının ardından; ‘Sen nasıl bir şeysin be abi?’ dedi. Alarmcılar gelmiş meğer.

Sabahtan beri, evde deneme amacıyla ciyuv ciyuv öttürülen alarm bir yana, özellikle de yan odamda, mütemadi bir matkap gürültüsü kopmaktaymış.

Sabah 10’dan beri filan... Ben uyandığımda 13.00’ü geçiyordu.

Hani uykum, uyumakta zorlandığım ve bir kez uyudum mu da, uyumaktan ziyade bayıldığım için hakikaten ağırdır. Ama bu gürültü, ölüyü diriltir dediklerinden...

Herhangi bir mezarlığın yanında böylesini kopartın, bir Thriller klibi daha çekmeye yeltenirseniz, zombiden yana kadro sıkıntısı çekmezsiniz, öyle söyleyeyim.

Ben bu uykuyu tanıyorum. Depre(m)syon uykusu...

Pazartesi sabahı uyanmakta hiç zorlanmadık mı, zorlanmadık... Sabaha karşı uyumuş olmama rağmen, Tabiat Ana 5.7’lik bir salladı, yataklardan fırladık.

Çeşme’deyiz... İnsan depremde ne yapar?

Biz deprem sanki bir sayfiye atraksiyonuymuş gibi pencereden bahçede oynaşan Sis ve Bro’ya baktık. Ebru ve Burak’ın iki köpeği var. Bu kadar sevecen ve bu denli minyon bekçi köpekleri görülmemiştir. Sokaktan Saddam’la Bush el ele geçseler, kuyruk sallamacasına...

Ebru, eve girmeye yeltenecek hırsızları sevgiye boğup, kaçıracaklarını düşünüyor. Hırsız; ‘Ben bu kadar yoğun sevginin sorumluluğunu yüklenemem’ diye tırsıp, gerisin geriye dönecekmiş. Köpek dediğin bari depremde içgüdüsel olarak bir-iki havlar, bir şey yapar değil mi; yok...

Neyse işte...

Sonra 4.1’lik artçı geldi. Ebru o sırada önlem olarak, benim onların odaya gidip orada uyumamın uygun olacağını düşünmüş. Onların odadaki dolap gömmedir, devrilmez diye...

Ben 17 Ağustos’u Yeşilköy’de yaşamış olduğum için devamlı ‘Bu nedir ki?’ makamından çalıyorum. Yeşilköy’de insanlar loş sokaklarda kendilerine tuvaletlerini yapmak için münasip bir yer ararlarken, sinirlenmiş, ‘Eh be kardeşim, bana yetti! Evimde işeyeceğim. Öleceksek, mezarıma ‘Çiş yoluna gitti Niyazi’ yazarsınız’ demiş ve eve girmiştim.

Eve girer girmez de yerde, film nasıl kopmuşsa, hatırlamadığım şekilde derin bir uykuya dalmıştım. Depre(m)syon uykusu... 5 küsurluk artçı karnıma vurduğunda, lüzumsuz efelenmenin bir manası olmadığını anlayıp, kendimi sokağa dar atmıştım.

Salı sabahı da kahvelerimizi içtik, alarmcıları uğurladık, ben kendime gelirim umuduyla banyoya girdim.

İşte 5.9 da o sırada geldi.

17 Ağustos’ta duvarların korkunç uğultusu eşliğinde 45 saniye boyunca evin içinde bezden bir kukla gibi oradan oraya savrulurken ‘İnsan yalnız ölüyormuş demek’ diye düşünmüştüm.

Bu kez de; ‘Eh, bu dünyaya anadan üryan geldik, demek ki öyle de gidecekmişiz’ diye düşündüm.

Sonra kirişlerin ve kolonların homurtusu dindi; benim banyo küvetinin içindeki daracık mahalde gide gele sergilediğim sörf performansı da sona erdi.

O saatten beri de içimde bir şey uyudu, uyanmaz...

Televizyonlar deprem fırtınasının bir hafta daha süreceğini söylüyor. Şimdi uyuyup, mümkünse bir hafta sonra uyanabilirim.

Soran herkese: Teşekkürler ve sağlığınıza dualarımla birlikte; iyiyim abilerim ablalarım, gözünün yağını yediğimin okuru; gayet iyiyim...

Yalnız tam da rayına oturttuk derken, fayına oturtmuşuz meğer; yanarım yanarım uyku düzenime yanarım.
Yazının Devamını Oku

Başbakan’ı benimle Kafkas oynamaya davet ediyorum

16 Ekim 2005
İsterseniz dalga geçin ama son zamanlarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Polat Alemdar’dan, pardon Necati Şaşmaz’dan özel ders aldığını düşünüyorum. Kendilerinin artistik melekelerini her daim takdir ediyorduk elbet de son zamanlarda iyiden iyiye bir háller oldu.

Geçtiğimiz günlerde, Sakal-ı Şerif hadisesini soran gazetecileri yanıtlayacak meselá... Gözlerini kısmış, hayatın sırrını ifşa edecekmiş gibi bir ifadeyle soruyor: ‘Söylediğimi aynen yayınlayacak mısın?’

Ortamdaki gerilime bakan da ‘O Sakal-ı Şerif değildi. Avusturya Dışişleri Bakanı’nın postişiydi. Size ‘Bir gün Avrupa’nın kafatası kemerimizi süsleyecek’ demiştim’ gibilerinden bir şey söyleyecek zanneder.

Neymiş oysa: ‘Bazıları köşelerinde densizlik yapıyorlar. Sakal-ı Şerif bir defa, bizim için kutsal bir değer. Fakat üzerine koparılan spekülasyonlar ve maalesef spekülatörler, bunun üzerinden kendilerine rant sağlamaya çalışanlardır. Bakanım’a inanmıyorsunuz, Başbakan’a inanmıyorsunuz ve ilgili olanlara inanmıyorsunuz. Bu densizliktir, ahláki değildir.’

Sakal-ı Şerif’in kutsal değer babında sadece AKP ileri gelenlerinin tekelinde olmamasını, kendilerinin kimi işadamlarıyla bir gün görüştüğünü, bir gün görüşmediğini söylemesini filan bir yana bırakınız...

Bu yani duyup duyacağımız:

‘Söylediklerimi aynen yazacak mısınız?’

‘Evet.’

‘Niye bize inanmıyorsunuz? Çok ayıp ama küserim...’

BÖYLESİ CENGAVERLİK GÖRÜLMEDİ

AKP’lilerin çağdaşlığını sorgularken; ‘Erdoğan’ın bir baloda bir kadını dansa kaldırdığını hayal edebiliyor musunuz?’ diye soran CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’i ‘horon tepmeye’ davet etmesine ne dersiniz?

Önerdiği şey de horon yani... Türk folklorunda daha ‘errril’ bir oyun varsa da ben bilmiyorum. Ben mümkünse bu köşeden kendilerini karşılıklı Kafkas oynamaya davet etmek istiyorum. Cilveli bakışlar da dahil...

Konu ananelerimize sahip çıkmaksa, o da kadınlı-erkekli olduğu kadar güzide ve zarif bir oyunumuzdur; öyle değil mi?..

Yok, Başbakan’ımız horon seviyor. Ama nedir? En bitiriminden, fiyakalı bir cevap verdi mi, verdi...

İftar açarken ‘Biliyorum, bunu bekliyorsunuz’ diyerek salatadaki tavuğu ağzına götürmesi ve elceğizleriyle gazetecileri de aynı tavukla beslemesi peki?

Canlı yayınsa canlı yayın... Başbakan Erdoğan, bu sayede Kanal A’da tavuk budu yemekten tırsan Tarım ve Köyişleri Bakanı’nın yarattığı ‘aşırı temkinli’ imajı da temize çekti.

Var ya...

Böylesi bir cengáverlik, Polat Alemdar’da bile görülmedi.

Ya da işte: Artistik beceri...

Müzevirlik hangi kitaba uygundur

Bir süredir, ‘mutsuzluktan yana kim kimi döver’ araştırmalarının haberleri havada uçuşuyor.

Birkaç örneği, şöyle kabaca Matruşka modeli sıralayacak olursak:

Geçtiğimiz haftalarda İngiliz The Times’ta yayınlanan bir habere göre, 30 ülkede toplam 30 bin kişi üzerinde yapılan bir araştırma neticesinde, Türkler’in, Macarlar ve Ruslar’ın ardından en mutsuz üçüncü halk olduğu ortaya çıktı.

(Gerçi aynı araştırmaya göre en mutlu halk Avustralya’da yaşıyor ve onları ABD, Mısır ve Hindistan halkları izliyor. Bu durumda mutlu olmak uğruna şahsen kıçımı kaldırıp iltica eder miyim; hiç sanmıyorum; ayrı...)

Geçtiğimiz hafta sonucu açıklanan, İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü’nün 32 ilçede, 500 bin kişi üzerinde yaptığı araştırmaya göre ise: Şişli, Bakırköy ve Kadıköy’de yaşayan İstanbul sakinlerinin ruh sağlığı, diğer ilçelere yaşayan İstanbullular’a kıyasla daha nanemollaymış.

500 bin kişiden 11 bin 507’sine hasta teşhisi konulmuş. Tanı konan vatandaşların yüzde 68.35’i kadın, yüzde 31.65’i erkek... Kadınlar daha ziyade psikolojik nedenlerle vücutta beliren hastalıklardan, panik ataktan, yani özetle psikosomatik rahatsızlıklardan mustaripmiş; erkekler ise kişilik bozukluğundan... Ruhsal hastalığı bulunan kişiler arasında zeká geriliğine de daha çok erkeklerde rastlanıyormuş.

Hani benim de insanları bete sokma konusunda doyumsuz bir sadist olduğumu düşünmenizi istemem fakat kötünün kötüsü var: Yukarıdaki iki örnek, az sonra okuyacağınız araştırmanın sonucunun yanında, bana sorarsanız ‘ehven-i şer’ sayılır...

İNTİHAR EĞİLİMİ KIZLARDA DAHA YAYGIN

Yine geçtiğimiz haftalarda çıkan, ‘küçük’ bir habere göre, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi’nce (ADÜ) 805 lise öğrencisi arasında yapılan araştırmada öğrencilerin yüzde 23’ünün intihara meyilli olduğu belirlendi!

ADÜ Psikiyatri Ana Bilim Dalı Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Mehmet Eskin, Uzman Psikolog Mehmet Ertekin ile birlikte Aydın’da lise 1. sınıfta okuyan 367’si kız, 438’i erkek 805 öğrenci üzerinde araştırma yapıyor ve öğrencilerin yüzde 23’ünün hayatlarında en az bir kez intihara teşebbüs etmeyi düşündüğünü, yüzde 2.5’inin intihar girişiminde bulunduğunu belirliyor.

İntihara teşebbüs düşüncelerinin kız öğrenciler arasında daha yaygın olduğunu vurgulayan Eskin, durumu şöyle değerlendiriyor: ‘Kız öğrencilerde intihar riskini artıran en önemli neden, baba eğitim sisteminin düşük olması. Çünkü eğitim seviyesi düşük babalar daha kuralcı oluyor. Yine kız öğrencilerde depresyon, insan ilişkilerinin düşük olması, not düşüklüğü, özgüven azlığı intiharı düşünmeyi tetikliyor. Erkeklerin intihar düşüncelerini ise en çok depresyon ve özgüven sorunu tetikliyor. Ruh sağlığı hizmetlerinin yaygınlaştırılması, öğrencilerin kendilerini daha güvenli hissettirecek becerilerinin artırılması, yaşamda karşılaştıkları zorlukları çözme becerilerinin artırılması, sorun çözme terapisi uygulamaları, depresyon ve intihar riskini düşürüyor.’

ODUN ALIP BELLERİNDE KIRALIM

Benim daha iyi bir fikrim var. Gerçi fikri İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’dan arakladım ama bu akademik bir yayın olmadığı için intihalle suçlanacak değilim herhálde.

Ben diyorum ki, çocukların ellerine ‘kıllanan yüce adamlarına göre uygun davranışlar’ listesi, ebeveynlerin ve eğitmenlerin ellerine de odun tutuşturalım...

Lise çağında uygunsuz davranışta bulunanları okuldan alıp kızsa ev işlerine, erkekse çıraklığa koşalım. Arada bir uyuzumuz kaşındığında da; vaktiyle uygunsuz davranmış olduklarını hatırımıza getirip, o odunları bellerinde kıralım.

Bu safhayı atlatıp rüştünü ispat yaşına gelebilen ve kapağı üniversiteye atabilenleri de rektörlerine gammazlayalım. Onlar çocukları üniversiteden tepiklesin, aileler de artık bir güzellik düşünüversin. (Kazık kadar çocuk yetiştirmiş ebeveyne, çocuğunun kişiliğini nasıl sıfırlayacağını da biz anlatmayalım artık!.. Lütfen... Her şeyi devletten beklemeyelim! Aileler de üzerine düşen sorumluluğu yerine getirsin!)

VAZİFEŞİNAS İÇİŞLERİ BAKANI

İçişleri Bakanlığımızın yine ‘vazifeşinaslığı’ tuttu bildiğiniz gibi...

Valiliklere yolladığı bir genelgeyle, gençleri kötü alışkanlıklara itici faaliyette bulunduğu tespit edilen bar, pavyon ve kulüplerde kontrol yapılarak ‘uygunsuz hállerde tespit edilen’ öğrencilerin rektörlüklere bildirilmesini istedi.

Nasıl yani?!.

Geçerli bir gerekçeyle, herhangi bir yere yapılan herhangi bir baskında, suç unsuru teşkil eden herhangi bir durum varsa, suçun faili hangi yaşta ve hangi sosyal statüde olursa olsun, gereği görülür ve bu emniyetin işidir.

Yok, yoksa...

Rektörlüklere ne?..

Sayın Aksu’ya özel olarak soralım: Üniversite öğrencilerinin herhangi bir fiili eğer suç unsuru taşımıyorsa: SİZE NE?!?

Ayrıca uygunsuz nedir, uygunun kıstasını kim kaybetti de kim buldu?

Bu yapılan demokrasiye uygun mudur yani? İçişleri Bakanlığı’nın işi gücü bırakıp müzevirliğe soyunması hangi kitaba uygundur? Darbeci geleneğe mi?

İnsan hayatının en anarşist, ufkunun gelişmelere en açık olduğu dönem olması gereken lise ve üniversite çağları...

Hep ürkütmüştür, hálá da fena ürkütüyor Devlet Baba’yı...

Devlet Baba’sı böylesi ve bu şekil ‘kuralcı’ çocukların topluca can sıkıntısından ölmediğine şükretmeli.
Yazının Devamını Oku

Metin Arolat’ın yönetmenliği takdire şayandır derim, tez vakitte şarkıcılığının da gelişmesini temenni ederim

15 Ekim 2005
İzmir’de bulunduğum zamanın en büyük getirilerinden biri, kıymetli doktorum burada, ben İstanbul’da olduğumuz için gerekli sıklıkta vuku bulamayan psikiyatr ziyaretlerinden yana arayı kapatabilmem oldu. Yine de muhteşem latif bir iklimde, can içi/ciğer paresi yakınlarımla birlikte olmamın yanı sıra, nispeten düzenli olarak psikiyatra taşınmama rağmen -geçtiğimiz sene nasıl dağıldıysa artık- ‘psikolojimin’ umduğum süratte ‘gelişme’ kaydedebildiğinden emin değilim.

Bununla birlikte daimi bir iç hesaplaşma muhasebesindeyim. Hasbelkader dürüst davranmaya çalışacağım ve ‘psikolojisi hızla gelişen’ Metin Arolat’ı haset içinde izlediğimi inkar etmeyeceğim...

AROLAT’IN MEŞHUR ETTİĞİ MEMELER

Arkadaşlar, bildiğiniz üzre Metin Arolat, Kabul Et isimli üçüncü albümünün çıkış şarkısı olarak Psikoloji’yi belirledi. Ve Tarkan’a çektiği kliplerle (Salına Salına Sinsice, Kuzu Kuzu, Yak Bütün Fotoğrafları...) de nam salmış, başarılı bir reklam filmi yönetmeni olarak, daha önce de kendi şarkılarında yapmış olduğu gibi bu kez de kendi klibinin göbeğini kendi kesti...

O günden beri de muhtelif magazin ve müzik programlarında, albümünün bir ayrılığın farklı safhalarını ele alan şarkılardan oluştuğunu anlatıyor: İnkár safhası, öfke safhası, intikam duyguları safhası ve evet efen’im, kabulleniş safhası...

Ki: ‘Kapım kapalı, çalma zilimi / Evde yokuz dedim, duymuyor musun? / Başka kollarda mesut ol / Bende bittin görmüyor musun? / O deli gibi seven bendim evet / Ama takvime bakarsan tarih değişti! / Senin bozup gittiğin günden beri psikolojim hızla gelişti...’ şeklinde ilerleyen sözlere sahip olan Psikoloji’nin, ayrılığın ‘Yalancıktan nispet yapma safhası’nı anlattığını tahmin ediyoruz. Yoksa, mevzuu kapatıp yoluna devam eden biri, böyle ‘Bak seni nasıl çatır çatır unuttum’ klibi çeker mi bilemiyoruz...

Metin Arolat, her şey bir yana, kliplerinde top-model kullanmayı en iyi beceren yönetmenlerimizden biri. Bana bir tek yoğurt markası söyleyin ki, Metin Arolat’ın ta 10 yıl önce Dert Değil isimli şarkısına çektiği klipte Merve İldeniz’in bedeninden yaladığı o markası-adı-sanı belirsiz birkaç kaşık yoğurt kadar meşhur olsun... Gol atarken memeleri göründüğü için aklıevvel bir vatandaş tarafından RTÜK’e şikáyet edilen anime inek Ayraniç bile böylesi sansasyonel bir şekilde zihinlere kazınabilmiş midir, sorarım.

MIH GİBİ AKLLARDA KALAN KLİPLER

Bunun yanında Arto’su olsun, Serdar Ortaç’ı olsun; malzemeyi bol bulup, klip başına en az sekiz top-model kullanan şarkıcılarımızın kliplerinde rol alan mankenleri tam kadro sayabilir misiniz? Sayamazsınız.

Ancak Metin Arolat’ın vaktiyle çekmiş olduğu iki adet Merve İldeniz’li klip, bugün bile mıh gibi akıllardadır. Eyşan Özhim’li son klip Psikoloji’nin de uzunca yıllar akıllarda kalacağı, şimdiden aşikárdır. Şarkı unutulur, Eyşan Özhim’in balon yaptığı çikleti dişleyen Metin Arolat’ın görüntüsü, nah-a şuraya yazıyorum, yazdım: Unutulmaz...

Arolat, başarılı bir reklam ve klip yönetmeni olduğu için bu sahnenin konuşulacağını daha çekim aşamasındayken öngörebilmiş. Bu sahnenin klibin ‘tepe noktası’ olduğunu, klibin çekim hikáyesi eşliğinde, Eyşan Özhim’le birlikte verdikleri röportajda, Sibel’e (Arna) anlatıyor. Albüm çıktığında, ilk çekeceği klibi düşünürken Arolat’ın aklına yakın arkadaşı Eyşan Özhim gelmiş, ama insanın arkadaşına iş teklif etmesi daha zor olduğu için ilk başta söyleyememiş. Sonra gözler konuşmuş, iki taraf bakışlarıyla anlaşmış. Eyşan Özhim ki kendisi de o sırada ‘Ah şu klipte oynasam ne süper olur’ diye düşünüyormuş- Arolat’ın klibinde kendisini oynatmak istediğini Arolat’ın gözünden anlamış.

Klip, a la Turca bir ‘Batı Yakası Hikáyesi ve Grease kırması’ymış. Bu filmlerin ‘biri daha asi, biri daha okullu’ymuş. Arolat, ‘O filmlerin bir Türk versiyonu neden olmasın?’ diye düşünmüş. Gerçi benim aklıma ilk izlediğimde, şimdilerde Cennet Mahallesi adı altında dizisi de çekilen Gırgıriye serisi gelmişti ama eser sahibinden daha iyi bilecek değiliz elbet...

Hem zaten yemin edilse kimsenin başı ağrımaz... Mahalle kavgasına tutuşmuş, pabuç kadar çiklet çiğneyen güzel insanlardan oluşan iki grubu bir araya getirip kalça kıvırttırdığınızda, ekibi ister üniversite kampusuna yerleştirin, ister bir ara sokağa; ister ‘alem bizi dikizliyor’ evlerine, ister parti kurultayına (Yok, bu son iki kısımda güzel insana pek rastlanmıyor, vazgeçtim.), aynı kapıya çıkıyor zaten.

‘Peki bunca laf kalabalığı içinde ne diyorsun kardeşim?’ diye soracak olursanız: Metin Arolat’ın yönetmenliği takdire şayandır derim. Ve tez vakitte şarkıcılığının da psikolojisinin süratinde gelişmesini temenni ederim.
Yazının Devamını Oku

Bakana baka baka

14 Ekim 2005
Ne acayip bir işleyiş... Meselá evli bir bakanın, evlilik dışı bir ilişki yaşadığı ortaya çıktığında, o Bakan’ın istifa etmesi doğal karşılanıyor, hatta bu bekleniyor, hatta hatta kimi zaman bu gerçekleşiyor.

Uçkurunun marifetleri, yalnızca kendisini, eşini ve birlikte olduğu kadını-erkeği (Evet, gafil muharrire, söz konusu makamda bir kadının oturabileceğini ve o kadının evlilik dışı bir ilişkiye girebildiğini ihtimal dahilinde bulunduruyor. ‘Ne istifası, onu recm etmek lázım’ diye düşünenler, bu yazıyı okumayabilir, hatta mümkünse okumasın lütfen) ilgilendirdiği hálde, bu durum bir şekilde tüm milleti gerebiliyor.

Ama meselá Çernobil döneminde kameralar karşısında höpür höpür çay yudumlayan ve ‘Bakın valla fotosenteze de faydalı bir şeydir, mmm, radyasyon, değişik bir tat’ şeklinde akıllara ziyan beyanatlar veren zamanın Sanayi Bakanı Cahit Aral, son nefesine kadar, yaptığının matah bir şey olduğunu savunup durabilir.

Kanal A’da yayınlanan Gündem programına katılan Tarım Bakanı Mehdi Eker; ‘Şu anda kuş gribi riski yok. Veteriner kontrolünde kesilmiş hiçbir kanatlı hayvanın zararı yok. Ben gönül rahatlığıyla yiyorum’ dedi son olarak.

Kendileri, milletin lepistes belleğinden mustarip olduğunu bildikleri için, kimsenin de; ‘Biz bu trajikomik şaheserin farklı bir versiyonunu görmüştük’ şeklinde bir çıkıntılık yapmayacağından emin.

Ha, bunun üzerine canlı yayında önüne bir tabak kızarmış tavuk budu geldiğinde, ‘Hangi koşullarda kesildiğini bilmediği için’ yedi mi, yemedi; ayrı...

Az zamanda çok yol katetmişiz. 20 küsur yıl sonra, en azından kendi sağlığının derdinde bir bakanımız var nihayet...

Kendi tavuğunu kendi evinde, evin kadrolu veterinerine kestiriyor olsa gerek... Kanal yetkililerinin habercilikte bir ilke imza atmak adına canına kast ettiğini, bile isteye önüne gribal enfeksiyondan mustarip tavukları seçip getirdiklerini düşünüyor olabilir mi?

Bakın vallahi de billahi de her yanlış makamdan öksüren bakanın istifa etmesi gerektiğini savunanlardan değilim.

Sadece pişkinlikten fena hálde sıkıldım ve bu gibi durumlarda yalanın, her türlü virüsten daha ölümcül sonuçlar doğurabildiğini akıl edebilecek kadar, yani hasbelkader mercimek kadar beyne sahibim.

Ve bu gibi hadiseleri, mümkünse sadece TV skeçlerinde izleyeceğimiz günlerin gelebileceğine inanmak adına, kendi çapımda üstün gayret göstermekteyim.

Meselá Tarım Bakanı, tehlikenin önüne geçebilmek için üzerine düşeni yapsın, halkı bilinçlendirmek için gerekli, GERÇEK açıklamaları yapsın istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

Ve meselá Atilla Koç, artık oturduğu o makam koltuğundan kalksın, gitsin evinde uyusun istiyorum. Evet efendim, Atilla Koç, hepten olmasın, hani olsun da Allah sahibine bağışlasın, ben kendisini görmeyeyim, duymayayım, bilmeyeyim istiyorum.

Herhálde çok şey istiyorum.

Atilla Koç’un, Eyüp Camii’nden alınıp havaalanına getirilen Sakal-ı Şerif ile ilgili son inci derlemesidir: ‘Sadece gereksiz yalakalık. Koca Doçent (İstanbul Kültür İl Müdürü Doç. Dr. Ahmet Bilgili) değiştireceğimiz Sakal-ı Şerif kutularını örnek olarak getireceğine, kendisi getirmiş.

Bakanlık önemli değil; adam olana 8 ay da, 8 yıl da bakanlık yeter. Üzüldüğüm bir başka nokta da dün benim için ‘Şöyle şeyhtir, böyle şeyhtir’ diyenler, bugün de ‘Sakal-ı ‘Şerif’e nasıl bunu yapıyor?’ diyerek benim ikitadımı sorgulamaya çalışıyor. Bana dün tarikat şeyhi diyenler, bugün de Peygamber sevgimi sual ediyor. Bunların vicdanı yok.’

Başkalarını bilemem. Ben kimsenin itikadını sorgulamıyorum. Hatta bu ülkenin Kültür ve Turizm Bakanı’nın itikadına dair en ufak bir bilgiye sahip olmak, özellikle istemiyorum.

Sorgulamak haddimize değil, nasılsa kafalarına göre takılıyorlar ama yine de bir şeyi çok fena merak ediyorum.

Adam olana ve o partideki diğer kendini adamdan sayanlara sorumdur: Sekiz ay yetmedi mi?
Yazının Devamını Oku

Azalmak zor

14 Ekim 2005
Haberi salı sabahı, Kanat’ın telefonuyla aldım; ‘Başımız sağolsun’ dedi; ‘Attila İlhan ölmüş.’ Attila İlhan’ı yaşı olmayan insanlardan biri olarak algıladığımdan mıdır nedir, 80 yaşında, hayli de yorgun bir adam olmasına, üstelik Cumhuriyet’te, rahatsızlığının sinyallerini vermişliğine rağmen, aklımdan geçen ilk ihtimal, niyeyse trafik kazası oldu.

Attila İlhan’ı ne zaman yolda görsem, yaya görmeme rağmen...

Hemen akabinde zihnime düşense, bencillikten öte, sanki haksızlığa uğramışım gibi bir şeydi:

‘Artık yeni bir şiirini okumak mümkün olmayacak’ düşüncesi...

Birkaç kez, Divan’daki o meşhur masasında karşısına oturmuştum.

Her seferinde onunla röportaj yapmaya gitmiş bir gazeteciden ziyade, ağzı beş karış açık bir öğrenci edasıyla dinlemiştim söylediklerini...

10 küsur yaşlarımda, anlamını ancak ‘sezebildiğim’ metaforlarıyla aşka düşmüşüm. Ve hayatım boyunca aşksızlıktan kırıldığım zamanlarda bile, onun şiirlerini aşkla okumuşum.

‘Yazılmasa da olacak’ ‘bir kılıç balığının öyküsü’, aşk şiiri olarak okunur mu?

Bana sorarsanız, Attila İlhan söz konusuysa, ne solculuk aşksız okunabilir, ne seks, hatta ne de İslám...

Kanat, avuturcasına, ‘Bu senin hoşuna gider’ diye anlattı:

Üstün insan Tuğrul (Eryılmaz), haber kanallarından birine şöyle demiş: ‘Yalnız bir yanlışı düzeltmek isterim: Attila İlhan, İzmirli değildi; Karşıyakalıydı...’

Divan’da karşısına oturduğumda ilk söylediğim şeydi: ‘Biliyor musunuz, aynı ilkokuldan mezunuz.’

Gidip ‘doktor şandu’nun esrarı’nı okumalı şimdi.

‘hayır 18 işimiz başka türlü bitmeyecek / (...) / değil mi ki ben doktor şandu’yum degav degav degav / değil mi ki sen çıkıp çıkıp bir bıçak atıyorsun 12’den.’

Çokça eksik hissederek; maalesef ‘elimden gelen bu’:

‘elimden gelen bu ben iki kişiyim

çoğalmak neyse ne azalmak zor

birisi seni her an bırakıp gittiğim

öbürü kan gibi tutulmuş seviyor

ağzındaki acı alnındaki çizgiyim

gözlerine kirli bir bulut getirdim

hiçbir sevinç aydınlığı onu silemiyor

elimden gelen bu ben iki kişiyim

birisi kapadığın kapılardan gitmiyor

yağmur yağmaksa o güneş açmaksa o

bir yerin üşüse onun sıcaklığı

öbürü en içten çağrını işitmiyor

alıp tutmaksa o basıp gitmekse o

bakışları kıyısız deniz uzaklığı

elimden gelen bu ben iki kişiyim

ikisi birden çıkmaya uğraşıyor

bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim

birisi yeni baştan serüvene başlamış

öbürü silahında son mermiyi sıkıyor

çoğalmak neyse ne azalmak zor.’
Yazının Devamını Oku

Bir de en vakur duran ödülü verilsin

9 Ekim 2005
Nurgül Yeşilçay, eşi Cem Özer’in doğum gününde, Altın Portakal’ı alamamasıyla ilgili tartışmalara son noktayı koymuş: ‘Yerim portakalı. Benim için önemli olan halkın verdiği ödüller.’ Bundan önce verdiği röportajda da; ‘Ben esasında ödül mödül iplemiyorum, benim için Sezen Aksu’dan aldığım iltifat en büyük ödül. Hem ayrıca Allah’ımdan belámı mı isteyeceğim. Sağlıklı bir çocuğum, iyi giden bir evliliğim var’ buyurmuştu.

Çok güzel... Tok gözlü, vakur bir hanımefendi sanatçımız kendisi... Biz de takdir ediyoruz elbet. Daha doğrusu edeceğiz, tüm bu mavraları yiyeceğiz ama... Ah işte, o bir kaşık suda kopan fırtınayı elceğizleriyle, dilceğizleriyle kopartan kendileri olmasa...

Antalya Film Festivali’nin ne olup ne olmaması gerektiğine dair söylediklerini bir yana koyalım ve ‘Önce onlar ne olmak istediklerine karar versinler. Popülist mi sanat festivali mi?’ diye sorgulamadan önce gün gelip kendi kafa karışıklığına bir hál çaresi bulabileceğini umalım. (Sanat festivallerinden söz ederken Oscar’da şöyle yapılıyor, böyle yapılıyor demeler; henüz -Asmalı Konak’ı filmden sayarsanız- ikinci filmini çekmiş bir oyuncu olmasına ve kendisine ödül verilmediği için ortalığı yıkmasına rağmen, ‘Gençlerin önünü açacağız diye ustaların hakkını yediler’ şeklinde kraldan çok kralcı, abuk beyanatlar vermeler...)

Hani çok meraklısı olduğu Akademi Ödülleri’nde meselá Anna Paquin daha 10 küsur yaşındayken Piano’daki rolüyle Oscar aldığı hálde Martin Scorsese’nin hiç ödül almamış olmasını filan da bir yana bırakalım...

Benim naçizane başka bir önerim var. Bu tip organizasyonlarda, oyunculuk ödüllerinin yanında, ödül töreninden bir hafta sonra meselá, bir de ‘En vakur duran’ ödülü verilsin diyorum.

Nurgül Yeşilçay, işte o ödülü bir gün alsın; gidip önünde biat edeceğim, huzurunuzda yemin ediyorum.

Son olarak: Allah Nurgül Yeşilçay-Cem Özer çiftinin mutluluğunu daim etsin. Samimi temennimdir. Ki edecektir tahminim. Zira etle tırnak gibi birbirlerine uyuyorlar.

Pek çok konuda birbirlerine tıpıtıpına benziyorlar: Çok iyi oyuncu, çok kötü polemikçi.

Sigara dert değil de parfümünüz çok güzel adamın niyetini bozar!

Bundan birkaç yıl önce, işe gitmek üzere taksiye bindim. Aylardan yine ramazan... Taksim ile İkitelli’nin arası, epey uzun bir mesafe. Üstelik trafik de sıkışıksa, en az 40 dakikalık yol...

Zaten her taksiye binişimde sigara içeceğim varsa, yakmadan önce şoföre bir mahzuru olup olmadığını sorarım.

Özellikle ramazan aylarında, hele ki yolum uzunsa, vaziyeti arabaya binmeden önce kolaçan ediyorum. Malûm, marifet olmamakla birlikte, kel tiryakilik zor zanaat...

Yine aynı şeyi yaptım. Duran taksinin arka kapısını açtım ve şoföre; ‘Yolum uzun, İkitelli’ye gideceğiz. Sigara içeceğim; oruç tutuyorsanız başka bir araca bineyim’ dedim.

Şoför 32 dişini gösteren, gayet misafirperver bir üslûpla; ‘Buyrun, buyrun, hiçbir mahzuru yok’ dedi...

Atladım arabaya, ilerlemeye koyulduk. Balat boyunca manzarayı izledim. Sonra otobana çıktık. Pencereyi ve yolda okumak üzere yanıma aldığım gazeteyi açtım, bir sigara yaktım.

Yol gıdım gıdım ilerliyor. Trafiğin durumuna bakmak için her kafamı kaldırışımda gözünü dikiz aynasından bana dikmiş olan şoförle göz göze geliyoruz.

Ben her seferinde kibar kibar gülümsüyorum ya da ‘Ah şu trafik’ gibilerinden gözlerimi filan deviriyorum...

Bir değil, üç değil, beş değil...

İkinci sigarayı yakarken; ‘Biliyor musunuz, ben aslında niyetliyim’ dedi.

Otobana çıkmışız; artık dönüş mümkün değil... Tufaya getirildiğimi düşündüm. Ben saygı çerçevesinde üzerime düşeni yapmışım, sormuşum etmişim yani... Canım sıkıldı sıkılmasına ama oruçlu adamla tartışacak hálim de yok. Olan olmuş bir kez... Ne olacak; hatta kár kárdır, bir sigara az içmiş olurum di mi?!.

Bir yandan içimden; ‘Mızıkçılık niyet bozmuyor mu?’ şeklinde sorular da geçmesine rağmen, sigarayı söndürmeye giriştim.

Şoför; ‘Yok yok, söndürmeyin, sigara rahatsız etmiyor’ dedi. Sonra bir acayip güldü: ‘Sorun o değil...’

‘Sorun O değil’ dediğine göre, bir sorun olmalı? ‘Nedir?’ gibilerinden baktım yine yüzüne...

Yayvan geven sırıttı bu kez: ‘Sigara dert değil de parfümünüz çok güzel; adamın niyetini bozar! Keh keh keh!..’

KİNAYEMİ YESİNLER VIZ GELDİ TIRIS GEÇTİ

Yine marifet değil ama ayıptır söylemesi pabuç kadar dilim vardır; taş altında kalırım, laf altında kalmam. Sağ yumruğumsa hiç fena değildir; bu gibi durumlarda kullanmaktan da çekinmem.

Buna rağmen kilitlendim kaldım. Böylesine kilitlendiğimi hiç hatırlamıyorum. Keza, hayatım boyunca, en bağrı açık, müstehcen kelimelerle laf atıldığında bile böyle ağır tacize uğramış hissettiğimi de...

Gazeteye ulaştığımızda, beynimden kan sıçramış bir şekilde arabadan indim; ‘Allah kabul etsin,’ dedim, ‘böylesini de ediyorsa...’

Kinayemi yesinler... Vız geldi tırıs geçti tabii..

Şimdi bana söyler misiniz; böylesine niyeti bozuk bir herif, niyetli olsa ne olur, olmasa ne olur?..

Samsun İl Müftülüğü’nün fetva hattına açılan telefonlarda erkekler tarafından en çok; ‘Dekolte giyen kadınlara bakmak orucu bozar mı?’ sorusu soruluyormuş.

Kadınlar da keza; ‘Dekolte giyinmek, ruj sürmek orucu bozar mı?’ diye soruyorlarmış.

Neye baktığınızdan ziyade, ne gözle baktığınızla ilgili bir durum olsa gerek...

Kendi adıma oruç tutanları rencide edecek bir şey yapmamaya gayret ederim.

Gelin görün ki ister niyetli olsun, ister niyetsiz; gözlerini örterek, ya da başkalarının örtünmesini isteyerek kendi artniyetini örteceğini zanneden insanların aymazlığı, hele ki benim özgürlüğümü ve onurumu zedeleyecek şekilde fütursuzca ortaya konuluyorsa, işte orada bir durulsun kardeşim.

Fikrin mütecavizse bir kere, kokuşmuş beyninin ayıbını, açlıktan kokmuş nefesin örtmüyor maalesef.

TABUDEVİREN ZEKERİYA BEY

İlahiyat camiasının bir numaralı tabudeviren popstarı Zekeriya Beyaz, son olarak; ‘Orucunuzu isterseniz cinsel birleşmeyle açabilirsiniz’ dedi ve ortalığı birbirine kattı bildiğiniz üzre...

Abdurrahman Dilipak, bu sözlere; Beyaz’ın vaktiyle bir otel odasında ‘sosyolojik araştırma’ bábında erotik kanalları izlediğinin ortaya çıkışına gönderme yaparak; ‘Bu Beyaz Hoca’nın ilgi alanı’ sözleriyle yanıt verdi. İsmail Nacar ise; ‘Beyaz’dır ne yapsa yeridir’ tonundan çalan bir kinayeyle; ‘Sayın Beyaz boğuşarak da açabilir, ciddiye almayın’ diyerek...

İşin ilahiyat bilimi açısından boyutu beni kat kat aşar... Edecek lafım yok.

Zekeriya Beyaz’ın çıkışlarının kimini komik, kimini eni konu gülünç bulmama rağmen, en azından böyle şeylerin tartışmaya açılmasına vesile olması açısından takdir ediyorum fakat, ne yalan söyleyeyim.

Zira evet, her türlü soru, sorulsun, tartışılabilsin isterim...

Benim de bir sorum olacak meselá...

Cengiz (Semercioğlu), perşembe günkü yazısında, hayır için verdiği iftar yemeğini basın ve medya organlarına faksla duyuran Gülben Ergen’i eleştirmişti meselá. ‘Bir elin verdiğini öbür elin duymayacak’ sözünü hatırlatarak...

Peki peşine televizyon kameralarını takarak gecekondu mahallesindeki evlere iftara giden ve bir yandan yer sofrasında iftar açıp bir yandan ana haber bülteni kameralarına gülüm gülüm gülümseyen Emine Erdoğan’a ne demeli?

Sormak isterim: Sayın Beyaz, böyle hayır işinden hayır mı gelir, oy mu, reyting mi?
Yazının Devamını Oku

Sagopa Kajmer vesilesiyle 3 aslan parçasına güzelleme

8 Ekim 2005
Baştan uyarayım: İşbu metin, bir klip yazısı olmaktan ziyade, üç aslan parçası adama döşenmiş bir güzellemedir. Üç amigoyu tanıyalım: Sagopa Kajmer adıyla tanınan rap üstádı Yunus Özyavuz...

Aykut Gürel adıyla tanınan yapımcı, bestekar, güzel insan gönül ve müzik adamı Aykut Gürel...

VE: Bizim hayvan takımı arasında Ohamis, nispeten geniş bir kitle arasında Sebastian Carlos adıyla nam salmış olan, tanımlara ve sıfatlara sığmaz ruh hastası foto-muhabir Sebati Karakurt...

Sagopa Kajmer, yani Yunus Özyavuz, ’78’de Samsun’da doğmuş, çocukluğunda annesi sayesinde funk ve soul müzik, babasından dolayı da İtalyan şarkıları dinleyerek büyümüş, 1997’de üniversite okumak için İstanbul’a taşınmış, İstanbul Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı’ndan mezun olmuş, Run DMC’nin müziğiyle tanıştıktan sonra rap ile aşka düşmüş, yazdığı parçalarda Mevlána, Firdevsi ve Hayyam’dan ilham almış, şimdilerde İstanbul Küçükyalı’da askerlik görevini yapmakta olan, orduda Farsça öğretmenliğiyle iştigal ederek şafak sayan bir acayip adam...

Sagopa Kajmer ismi, Mısır’daki Sagopa piramidinden ve bu piramidi açığa çıkaran bilimadamının soyadı Kajmer’den geliyor. Ve kendileri, Romantizma albümünün çıktığı İremrecords’un sahibi Aykut Gürel’e de kulak vererek, bir zamanlar öncüsü olduğunu söylediği hard-core rap’in küfürlü ağzından arınmış, küfre gerek bırakmayan ağırlıkta sözlerle, son derece şairane şarkılar yazıyor.

Aykut Gürel’i tanıtmaya hacet yok. Fakat son yıllarda ortalığa dökülen çöplere bulaşmadan, piyasada sık rastlanan ve Allah biliyor ya, satması çok daha kolay olan, laylaylom makámından çalan ucuz işlere tenezzül etmeden, kendi bildiği yolda, mizacının tuttuğu müzisyenlerle namuslu bir şekilde kaliteli ve alternatif işler çıkarıyor, ki bu yaptığı ticari açıdan düpedüz kahramanlıktır.

Carlos için ne demeli bilemiyorum. Sebati Karakurt, uluslararası kalitede gazetecilik melekeleri sayesinde bugüne dek kazandığı tüm ödülleri gırtlağına sokuşturarak öldürmekle tehdit etseniz bile, yaptığı işin olağanüstü olduğunu itiraf ettiremeyeceğiniz, álemin tüm krallarını donunda sallamaya muktedir bir soytarıdır. Soytarılar kralıdır.

Cehenneme defalarca farklı pencerelerden, daha doğrusu cehennemin farklı suretlerine kendi penceresinden, kamerasının objektifinden bakmış, dünyanın dört bir yanında tarihe tanıklık etmiş, olağanüstü yetenekli ve yürekli bir foto-muhabirdir. Tam da bu yüzden, hayatın nasıl, nasıl, nasıl ciddiye alınması gereken bir şey olduğunu hemen hepimizden iyi bildiğinden, hiiiç ciddiye almıyormuş taklidi yapar. Bunu da öylesine şahane bir üslupla yapar ki çevresindeki kimseyi kandıramamakla birlikte çevirdiği geyiğin tadına doyum olmaz.

Sagopa Kajmer’in, nakaratı ‘Az önce doğdum / Halatım 27 boğum / Sele gitti ağustosum / Vasiyet etmek istedim şarkılarımı kızıma / Hep sonunda kendimi vurdum / Şarjörü doldurdum...’ şeklinde ilerleyen muhteşem şarkısının klibi, Sebati’nin Irak’ta çektiği fotoğraflardan ve görüntülerden oluşuyor.

Görüntüler, dehşete ve acıya dair başlı başına görsel bir şiir...

Klibi izler izlemez coşkuyla, hayranlıkla ve gururla Sebo’yu aradım. Adamımız kompliman kabullerinde teflon performansı sergilediği için takdirlerimi nasıl sunacağımı da düşünüyorum bir yandan...

Carlos’a saygı ve sevginizi sunarken illá ki aşağılayıcı bir şeyler de söylemeniz gerekir... ‘On numara iş olmuş kardeşim. Öküz olduğu kadar istidat vaat eden bir gençsin’ gibilerinden bir şeyler...

Söyledim de nitekim... ‘Karrrdeşim, ben hadiseye yeni uyandım. 25 yıllık iş, bir klip doldurmaya yetmiyormuş. Bu klip dalgasından sonra, insanlar nasıl iki ayda bir, hatta ayda iki sergi açabiliyorlar, haset içinde hayret ettim’ diye cevap verdi. Bu, benim Sebo’dan duyduğum en dolaysız kinaye, en ciddiye yakın yanıt, öyle söyleyeyim.

Bizimkine bir haller olmuş. Otuz kere ‘O’lum sen ciddi misin?’ diye sorduğum ve onun ‘Ciddiyim’ diye cevap verdiği bir projeden daha bahsettik zira. Sebo ve Aykut, ilerde haber-klipler yapmaya karar vermişler. Mesela, diyelim ki Bush, gelecekte, Allah muhafaza, İran’a da girmeye karar verdi. Sebo gidecek, her zamanki gibi canını dişine takarak işini mükemmel bir şekilde yapıp dönecek, getirdiği fotoğrafları kendisi montajlayacak; Aykut da bu görüntüleri besteleyecek.

Günümüzün yavşamış seyirlik temposuna kaptırmış giden insanların gözüne hayatın katı gerçeklerini sokmak için böyle bir formül bulmuşlar. İlaç içmekten nefret eden bir çocuğun antibiyotiğini yemekten sonra tatlısına katarak yuttururcasına...

‘Sen harbiden ciddi misin kardeşim?’ diye soruyorum.

‘Alla’ Alla’... Detokslu ana-baba evi sana yaramamış. Kanımızla mı yazalım; ciddiyim dedik ya karrrdeşim!’ diyor.

‘Bu şişko sizinle gurur duyuyor!’ diye slogan atmak istiyorum.

Vasiyet’te on numara iş çıkmış. Şaşırmadık tabii...

Gerisi de gelecekmiş... Bakın işte bu konuda mutlu bir şaşkınlığa gark olduk yani...

Helál olsun Carlos’çuğum, flaşör (!) biraderim; helál olsun Aykut; helál olsun Sagopa Kajmer; helál olsun, helál olsun KARRRDEŞİİİM...
Yazının Devamını Oku

Madara Hanım

7 Ekim 2005
Hani malumu ilam olacak ama memleketin tüm öğretmenlerine; ‘Sizin işiniz de zor be hocam’ demek isterim. Geçtiğimiz salı, benim de mezun olduğum okulda, 6. sınıfta okuyan yeğenim Elif’in sınıfına misafir oldum.

Ders: Sosyal bilgiler... İşlenen konu: Demokrasi...

Çocuklar, oluşturdukları farklı gruplarla, farklı projeler hazırlıyorlar. Kaderin cilvesi; bizimkinin grubunun projesi: ‘Basın ve kamuoyu üzerindeki etkisi...’

Elif’in gazeteci bir teyzesi olduğunu bilen öğretmeni, çocuklar için interaktif bir hoşluk olur hesabına bizim minikodan, beni okula davet etmesini istemiş.

Öğrenciyken zırt fırt disiplin kuruluna yollandığım yere, ‘konu bilmişi’ sıfatıyla çağırılmış olmanın dolmuşuna binip okula gittim.

Gelin görün ki, ‘Örtmenim, ay pardon, Elif’in teyzesi, ay yine olmadı, şey hanııım!’ diye kendini harap ederek parmak kaldıran bir sınıf dolusu 11 yaşında öğrencinin karşısında darmaduman bir ezberle gevelemektense, disiplin kurulunun karşısında hesap vermeyi yeğleyebilirdim. Hiç değilse o konuda tecrübeliyim...

Neyse işte... Ben hebelek gübelek bir şeyler anlatmaya, sorular sormaya çalıştıkça, laf lafı açtı; Avrupa Birliği’nden kalkıp kamuoyunun ne olduğuna, basının kamuoyunu nasıl yönlendirebildiğinden, bireyin toplumdaki vazifelerine filan kadar geldi.

Bir bireyin en önemli görevinin, ne iş yaparsa yapsın işini iyi yapmak olduğuna dair ahkám kesiyordum ki; en ön sırada oturan şeytan çekici oğlan, parmağını havaya dikip; ‘Örtmenim hırsızların da mı?’ diye sordu!!!

Yalanım varsa iki gözüm önüme aksın. Elif’in öğretmeni ve sınıfın tüm mevcudu şahidim...

Yolsuzluk şaibesiyle suçlanan ya da yargılanan tüm ‘değerli’ siyasilerimiz ve ‘kıymetli’ iş adamlarımız, bir an için gözümün önünde geçit töreni yaptı sanki.

Ezberim hepten dağıldı, ne diyeyim bilemedim, dolayısıyla hiçbir şey diyemedim...

Artık nasıl zavallı bir ifadeye büründüyse suratım, Öğretmen Hanım bana acıdı, çocukları ‘vaktimiz kısıtlı olduğu için’ konuyu basın ve kamuoyu çerçevesinde toplamak konusunda uyardı.

Ben bunun üzerine mordan fuşyaya degradeli bir renge bürünmüş suratımla gülümsemeye çalışarak gazetede en çok ne okuduklarını filan sordum.

Kimisi ‘spor sayfası’, kimisi ‘uzay haberleri’, kimisi ‘Ayraniç’in karikatürleri’ dedi, kimisi hangi ünlünün hangi lokantada yemek yediğini nerden bildiğimizi sordu, kısa bir süre sonra zil çaldı, sınıf dağıldı.

Şu işe bakın ki yine aynı gün, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök de, Harp Akademileri Komutanlığı’nın 2005-2006 eğitim ve öğretim yılı açılışı vesilesiyle yaptığı konuşmada benzer bir konuya değinmiş.

Özkök, Ankara’da, yeni evine taşınırken yaşadığı bir şeyi anlatmış. Şöyle ki, birkaç hamalın birlikte merdiven boşluğundan geçiremediği büyük bir büfeyi, tek bir hamal taşımaya gönüllü olmuş. Büfeyi, merdivenleri tek tek çıkarak tam beş kat boyunca sırtında taşımayı başaran hamal, iş bittiğinde Özkök’e; ‘Komutanım, Ankara’da bu büfeyi bu kata çıkaracak benden başka hiçbir hamal yoktur’ demiş.

Özkök bunu hatırladığında hálá burnunun direğinin sızladığını söylüyor: ‘O hamal benim liderimdi. O bana en büyük şeylerden birisini öğretti; görevin ne olursa olsun, onun en iyisini yapmak ve onunla övünmek.’

Dokunaklı hikáyeymiş. Yine de fena madara olmuş birinin incinmiş gururuyla çok arzuladığım bir şey var: Orgeneral Özkök’ü o konuşmayı bir de 10 yaşındaki çocukların karşısında yaparken izlemek...
Yazının Devamını Oku