Ebru Çapa

Sevgili X

3 Kasım 2005
Ya da Sevgili Y, ya da Sevgili Z, ya da Sevgili Üç Nokta, ya da şudur budur kurumu, ya da neyse ne... Velhasıl: ‘Çok özel’ günlerimi kutlayan herkese: Sizin de bayramınız kutlu olsun.

Hem Cumhuriyet Bayramınız, hem Şeker Bayramınız, hem de geçmiş muhtelif kandilleriniz...

Hatta geçmiş ve gelecek 23 Nisan, 19 Mayıs, 30 Ağustos’larınız, hatta cadılar bayramlarınız, paskalyalarınız, hamursuzlarınız, önümüzdeki Kurban Bayramı ve yeni yılınız...

Ben sizin kadar ince olamadığım, ayrıca toplu mesaj göndermeyi bile beceremeyecek derecede teknolojik özürlü olduğum için, bu coşkun kutlama trendine bir kenarından bulaşamıyorum maalesef.

Hatta şöyle söyleyeyim, bırakın ona buna kutlama mesajı yollamayı, bayağı uzun bir süredir, yanıtlamam gereken e-postaları bile yanıtlayamıyorum.

Günümüzün hormon manyağı olmuş iletişim merakı sağolsun, mesaj bombardımanından dolayı aşırı yüklenen outlook express’imin omurgası çöktü zira...

Günümün belli bir bölümü, check-list’imdeki, en başından beri ‘göndereni engelle’ opsiyonunu tercih ettiğim hálde, her nasılsa dahil edildiğim ‘matrak’ grubundan gelen, iki nokta üst üste kıçına ekleştirilmiş beş ‘kapa parantez’li (Malûm: İnternet dilinde ‘gülmekten yerlere yatma’ efekti...) fıkraları filan temizlemekle geçiyor.

Çıkamıyorsunuz da gruptan, iyi mi!

Gelen mesajların altındaki, gruptan çıkmak için tıklayıp mesaj yollamanız gereken yer, iptal...

Her Allah’ın günü bu arkadaşların kendilerinin pek gülüp, eksik olmasınlar, bizimle de paylaşmaya baş koyduğu mesajları, tık, tık, tık, sil Allah sillik bir sinir harbinde geçiyor.

Bir süre önce paralı askerlik için başlatılmış bir seferberlik vardı. Kazık kadar adamlar, çoluğuna çocuğuna bile ‘Abilerim ablalarım, babam askere gidince bize kim bakacak?’ şeklinde en Ömercik-Sezercik-Ayşecik tonundan mesajlar attırıyordu ya da günahları boyunlarına, kendileri utanmadan bu tonda mesajlar atıyordu.

Şimdi de Türk Telekom’un yeni ADSL tarifesine sinirlenmiş internet kullanıcıları galeyana gelmiş durumda. Beher güne bilmem kaç yüz e-posta...

Anladık kardeşim... Biriniz bir kez yazdığınızda da anlamıştık... Tamam, tepkinizi dile getiriyorsunuz... Da... Bu kadarı artık biraz mütecaviz bir tavır. İnsanda ‘Başlatma babanın uydu çanağından’ duygusu yaratıyor. Siz de anlayın... Bir durun... Anlatabiliyor muyum?..

Bunun yanında, duyargaları nasırlı bir davar olduğumdan olsa gerek, meselá Madenciler Birliği’nin ya da AKP’nin bilmem nere belediyesinin ya da DSP’li bilmem kimin bayram tebriğinden hislenmekten acizim.

SMS ve internet icat olmadan önce neredeydiniz kuzum? Zor mu geliyordu tanımadığınız etmediğiniz insanlara üzerini pulunu mulunu yapıştırıp kart atmak?

Tabii ki... Doğal olarak yani... Değil mi?..

Hani neredeyse şuurumu yitirip Başbakanımız gibi; ‘Bayram değil seyran değil’ şeklinde dile geleceğim. Tamam, bayramdır, seyrandır da tanışmıyoruz etmiyoruz kardeşim. Niçin öpüyorsunuz gözlerimden mözlerimden? Ben size oy vermedim, sırf üzerimde yanıtlanmamış selámınız kaldı diye vermeyi de düşünmüyorum.

Hatta vereceğim olsaydı bile sırf Yeni Zellanda’da bulunan canımın içi bir dostumun mektubunu aylardır siz ve sizin gibiler yüzünden yanıtlayamadığım için bundan böyle vermeyi, özellikle düşünmüyorum.

Edecek lafı olup da dimağına üşenmeyip e-posta yollayan okurlardan da kısa bir süreliğine daha beni affetmelerini rica ediyorum.

Müspet ya da menfi e-postalarınızı kaale almadığımı düşünmeyiniz lütfen. Lap-top bitap düşmüş vaziyette. O malûm, vahim klişeyle: Az kaldı: ‘Döncem size...’
Yazının Devamını Oku

Zamane Marko Polo’su Erdoğan’a bir soru

30 Ekim 2005
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Malatya’daki hadise üzerine yaptığı açıklamada, dönüp dolaşıp yine ‘Medya yargısız infaz yapıyor’ şeklinde dile geldi ya artık pesss! London School of Economics’de ‘Kültürel Çeşitlilikte Kadının İnsan Hakları’ konulu konferansa katılan Erdoğan, ‘BENİM Bakanım da BENİM Bakanım’ diye diye (Tamam efendim, hepsi SİZİN: SİZİN bakanınız, SİZİN memurunuz, SİZİN müsteşarınız... Allah bağışlasın, hayrını görünüz... O bakanlar, o şunlar, o bunlar, kendini bu ülkenin vatandaşı zanneden, oysa dış kapının dış mandalı olan BİZ gafillere hizmet etmek için değil, SİZİN borunuzu öttürmek için orada zira...) Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’yu savunurken şöyle dedi bildiğiniz gibi:

‘Bu olay benim bakanımın buraya geldiği günün olayı değildir. Basının burada görevini (Söz konusu görev şakşakçılık olsa gerek?) yapması lázım. Basın çok farklı şeylere yer veriyor ama vermesi gerekeni vermediği gibi, bir de hakaret üzerine hakaret yağdırıyor. Yine kadından, aileden sorumlu bir hanım bakana bunu yapıyor. İnanıyorum ki bir demoralize (?) durumu var. Bunu yapan nedir? Medyadır. Buraya benim bakanım niye geldi? İngiltere’deki çalışmaları yerinde izlemek ve Türkiye’ye uygulamak için geldi. Bu çalışmaları yapıp Türkiye’ye dönecek. Bana da bunu ilk gün sordu ‘Döneyim mi?’ diye, ben de ‘Hayır, çalışmalara devam ediyorsun’ dedim.’

Bravo... Provokatif cahil cühela sürüsünün Allah’ın unuttuğu Van’a mana gitmesini pek eğlendirici bulan zamane Marko Polo’su Erdoğan’a bir sorumuz olacak yalnız...

GARBİSTAN’DAN BURASI

Kendileri emretmiş olacaklar ki bu satırların kaleme alındığı gün (cuma) lûtfedip memlekete dönmeye karar vermişti gerçi ama yine de hazır ordayken Nimet Çubukçu’dan, Garbistan’da tecavüz mecavüz, töre cinayeti möre cinayeti hadiselerine nasıl bakıldığını, yaklaşıldığını da incelemesi için talimat şey ettiremezler miydi??

Tecavüze uğradığı için aile meclisinden çıkan karar sonucu babası tarafından tüm yalvarma yakarmalarına rağmen telle boğulan Nuran’ı hatırlıyor musunuz?

13 yaşındaydı... Mütecaviz Mevlüt Sevinç’in avukatının itirazı üzerine yapılan inceleme sonucunda, kemik yaşı itibarıyla 16 olduğu çıktı ortaya.

Bunun üzerine 10 yıla kadar hapsi istenen Sevinç’in cezası 20 aya indi.

O da alıkoyma ve tecavüz olmak üzere iki ayrı suç diye yani... Yoksa beher suçun bedeli 10 ay...

Kemik yaşı itibarıyla 16’yı devirmiş herhangi bir kadına, 10 ay ceza almayı göze alıyorsanız bir iştah bir iştah tecavüz edebilirsiniz; bu mudur yani?..

Cuma gününün haberidir: Mevlüt Sevinç, tutuklu kaldığı 13 ay, aldığı cezayı karşıladığı için serbest bırakıldı. Sokakta şimdi...

Mütecaviz, sokakta; haddini bilmeden erken serpilen, önce tecavüze uğrayan, sonra babası tarafından telle boğularak öldürülen Nuran, mezarda...

MURDAR ETTİĞİNİZ TCK

Bir anne olarak hassas duyargaları incinen Nimet Hanım, Malatya’daki görüntüler yüzünden sabaha kadar uyuyamamış ya hani... Buyrun: Her Allah’ın günü yeni bir marifeti yayınlanan yeni TCK’nın güzellikleri...

SİZİN düzelteceğiz diye daha da murdar ettiğiniz TCK’nızın marifeti bu... SİZİN Kadın ve Aileden ve Kadından Sorumlu Bakanınız da pek beğenmişti de onaylamıştı hani...

Memleketin birçok sivil kadın kuruluşuyla mahkemelik bir kadındır Nimet Çubukçu. Yeni TCK’nın hazırlandığı dönemdeki tavrı da, Allah aşkına, o kadar da uzak değil; hatırlarda olmalı...

Al Güldal Akşit’i, koy yerine Nimet Çubukçu’yu... Aradaki, bırakın yediyi mediyi, tek bir farkı bulabilen de gelsin, elini öpeceğim.

Milliyet, perşembe günü, manşetini Erdoğan’ın son zamanlarda iyice göze batmaya başlayan ‘argo merakı’na ayırmış, eleştirileri yanıtlarken kullandığı kızgın üslubu ele almıştı.

YÖK Başkanı Teziç’i kastederek, ‘Burası basmıyor’ diyor meselá; ‘Hayatında iki koyun gütmediği ve hayatı yaşamadığı için kavrayamıyor.’

Bu koyun gütme hadisesini sevmiş Erdoğan. Yarım sayfalık haberde üç ayrı yerde geçiyor. Ofer’le görüşmesine muhalefet edenlerden söz edecek: ‘Bunlara sorun, hayatında bir koyun güttün mü?’

CHP’ye efelenecek: ‘Bunlar hesap kitap da bilmiyorlar. Hayatlarında iki koyun gütmemiş adamlar.’

Hani bir basın mensubu olarak şakşakçılık vazifemi ihmal etme pahasına, hani gazeteciyi merak böceği sokmuştur derler ya, sormadan edemeyeceğim:

BUNLAR ülke idare etmeyi koyun gütmek, milleti de koyun mu zannediyor?

Ve BENİM Başbakanım’ın lisanıyla söyleyeceğim:

ADAMLAR duracağı yeri hiç bilmiyor.
Yazının Devamını Oku

Var mı bu álemde Badem’i sevmeyen bir tek kadın?

29 Ekim 2005
Enteresan...<br><br>Son hafta içinde üç ayrı kuşaktan, üç ayrı hatundan aynı cümleyi duydum. (Yazıyı ‘gökten üç elma düşmüş’ muhabbetiyle bağlamasak bari!!!) Aynı şefkatli ses tonu ve aynı ‘şirin bebecik kartpostalı görmüş kadın’ mimikrisiyle (Bilirsiniz...) tıpıtıpına aynı cümleyi kurdular: ‘Ne’şşşekkkerrr çocuklar!’

Hanımefendileri afişe etmeyelim, sonra kızıyorlar ama tüyo vermemizin de mahzuru yoktur herhalde: Birisi en iyi arkadaşlarımdan biri, birisi iki ebeveynimden biri, birisi de 10’lu yaşlarını sürmekte olan yakın akrabalarımdan biri... (Hadi itiraf edin, gazetecilere Erdal Acar’la birlikte olduğunu çaktırmamak (!) adına, kulüp çıkışında yaz günü kar maskesi takan Ayşe Hatun Önal’dan beri böyle başarılı bir kamuflaj görülmedi!)

Ben farklı nesillerden kadınların, el ele verip de böylesi coşkun bir sempati tufanına kaptırdığını en son, Beyaz’ın zirvelere bağdaş kurduğu dönemde görmüştüm.

Ninesinden torununa -genç kızlara değinme gereği bile duymuyoruz- her yaştan cins-i latifin böyle ortak ağızdan ‘Şurda olsa da yanaklarını mıncırsak, hatta bizim eve içgüveyi alsak, şu içerdeki odada hem çalsa hem söylese’ ifadesiyle yaklaştığı bir adama öyle kolay kolay rastlayamazsınız.

Hele ki aynı anda ve aynı şekilde birkaç adama birden böyle yaklaşılsın, olacak iş değil yani...

Badem’i tebrik ederiz. Olmaz deneni oldurabildi...

Badem’i tanıyorsunuz herhalde, değil mi?

DÜZGÜN ÇOCUKLARA BENZİYORLAR

Geçtiğimiz eylül, ilk albümlerini çıkarmış olmalarına rağmen, 10 yıllık geçmişe ve üniversite-bar konserleri sayesinde hatırı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip olan grup... Şimdilerde hemen hemen tüm müzik kanallarında klibi dönen, Karacaoğlan’ın canım şiiri ‘Bana Kara Diyen Dilber’den uyarlanmış ‘Kara Değil Mi’ isimli şarkıyı icra eden grup... (Kendi isimlerini taşıyan albümlerinde yer alan 11 şarkının altısı Karacaoğlan şiirlerinin bestelenmesiyle oluşturulmuş. Aziz Nesin’in ‘Arkadaşım Badem Ağacı’ adlı şiirinden uyarlanan şarkı da bir başka güzellik.)

Beş kişilik Badem’i (Mustafa Kemal Öztürk, Barış Bahçeci, Mert Özdemir, Doğaç Başaran, Emre Yıldız) sevmek için mebzul miktarda sebep mevcut:

Bir kere okumuş etmiş iyi aile çocukları. Grubun temeli ’95 yılında Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü’nde (BÜMK) atılmış, şimdiki kadrosu ise 2002’de oturmuş... Dediğimiz gibi, yıllardır üniversitelerde ve barlarda konserler veriyorlar zaten ve kendilerine ait bir dinleyici kitleleri var.

Kendilerini tanımayız etmeyiz ama çok da kasmayan, ayağı yere basan, efendi insan imajı çiziyorlar.

Bunun yanında içinden Karacaoğlan geçen bir şeyi kim, neden, nasıl sevmesin? Karacaoğlan’ın sadece şarkıda yer aldığı kadarıyla- kendi dilinden soralım:

‘Bana kara diyen dilber / Gözlerin kara değil mi? / Yüzünü sevdiren gelin / Kaşların kara değil mi? / Beni kara diye yerme / Mevlá’m yaratmış hor görme / Ala göze siyah sürme / Çekilir, kara değil mi? / Hind’den Yemen’den çekilir / İner Bağdad’a dökülür / Türlü taama ekilir / Biber de kara değil mi? / İllerde konup göçerler / Lále sünbülü biçerler / Ağalar, beyler içerler / Kahve de kara değil mi? / Karac’oğlan der, inşallah / Görenler desin, maşallah / Kara donlu Beytullah / Örtüsü kara değil mi?’

Tüm bunların yanında, bir de banjo faktörü var ki... Hakikaten başarılı bir düzenlemesi olan şarkıya çok ama çok yakışmış. Alabama’dan dizinde banjosuyla gelip Louisiana’ya gitmekte olan adamın çığırdığı, korkunç Amerikan türküsü Suzanna’ya rağmen, pek sevdiğimiz bir alettir banjo. (I come from Alabama with my banjo on my knee / I’m going to Louisiana, my Susanna for to see / Oh Susanna, oh, don’t you cry for me; ıvır, kıvır ve saire... Çok kötüdür çoook...)

Bizim cümbüş kadar olmasın, yine de insanda yuva duygusu uyandıran, otomatikman sevilesi bir sesi vardır. (Belki de bu aşırı evcil haller benim bünyede hormon efekti yaratıyordur; o da mümkün...)

KIZLARA PEMBE OĞLANLARA MAVİ

Son olarak: Bir de tabii klibal iklim latif...

Kara Değil Mi’nin klibi, Devrin Usta tarafından yönetilmiş, klibin sonunda yer alan -BÜ’deki Albert Long Hall’de çekilmiş- sahne performansı bölümü haricinde siyah-beyaz bir klip...

Grup elemanları, sabah yataklarından kalkıp, (müziğe sevdalı gençler olarak, uyurken bile enstrümanlarını çaldıklarını görüyoruz) birlikte kahvaltının başına çöküyorlar.

Bir grup arkadaş, sahneye hazırlanıyor. Çaylar demlenmiş, rafadan yumurtalar önlerinde, tuzluklara-karabiberliklere marakas muamelesi çekiyorlar.

İddiaysa iddia: Dünya liderlerini, Bush dingili de dahil, mükellef bir Türk kahvaltısının başında toplayın, kızarmış ekmeğin kokusuyla sarhoş olup Afrika’daki açlığa son vermeye karar bile verebilirler valla.

Şimdi bu klibi de, bu şarkıyı da, bu grubu da sevmez de ne yaparsınız?

Yanlış anlaşılma olmasın: Kızlara pembe, oğlanlara mavi giydirilmesine kıl olurum. Kız çocuklarının evcilik, oğlanların kovboyculuk oynamasının olağan karşılanmasına kıl olduğum kadar en az...

Demem o ki, tüm bu yazdıklarımdan dolayı, gruba ve klibe süt oğlan muamelesi çektiğimiz, haşa, düşünülmesin. Sadece kadınların ortak beğenisine hitap etmek, daha zordur demeye getiriyorum. Yoksa, yani, koyun klibe en esmerinden üç-beş cıbıldak manken, bütün adamlar mel mel baksın. Yalan mı?

Yine de... Girişteki ‘Kadınlar bu tadı seviyor’ muhabbetine dönecek olursak: Ben de tabii yukarıda bahsi geçen değerli hanımefendilere uzaydan bakıyor değilim. Bilakis, gayet yakından, hatta içeriden bakıyorum. Benim için de aynı şey geçerli. (Kendimi bebek resmi görünce şabalaklaşan kadınlardan saymayı gururuma yediremiyor olabilirim; ayrı... Bunu kaleme alan kişi olarak, kendimize küçük tefek torpil de geçemeyeceksek bırakalım bu mesleği yani!!!)

Neyse işte... (İşbu yazı boyunca kadın-erkek ayrımcılığının daniskasını şahsımın yaptığını iddia edenlere de, ‘Öyle valla, n’apalım, vurun kahpeye’den öte söyleyecek bir sözüm yok.)

Bu aç parantez, kapa parantez, aç parantez, kapa parantez şeklinde ilerleyen parantez manyağı olmuş yazıyı bağlarken:

Gaipten bir esintidir ama: Badem’in elemanlarının Crowded House grubunu sevdiklerini tahmin ediyoruz. Biz de severiz... Çok hem de...

Badem’i de çok sevdik... Crowded House’ı ‘bizdendir’ dercesine sever gibi...
Yazının Devamını Oku

Ayrı bir tür

29 Ekim 2005
Özel Hat’ta, Cengiz İmren, Seren Serengil ve annesinin nasıl da ağız tadıyla kapıştıklarının anlatıldığı haber yayınlanıyor. (Özel Hat: Hani Vatan Şaşmaz’ın ‘Sarışın James Bond mu olurmuş, son James Bond ben olmalıydım; ben, Şaşmaz; Vatan Şaşmaz...’ edalarıyla sunduğu, jenerikte android sesli bir herifin ‘Vinzıpçekssssaaaaa!’ şeklinde böğürdüğü magazin programı.)

Ekranda öfkeyle elini kolunu sallayan Cengiz İmren’in görüntüleri... Fonda ‘Ben dokuz ay ağladım dokuz ay!!!’ diye bağıran Nevin Teoman’ın sesi....

‘Shaffer’ler vs. İpek’ tripotu ya da ne bileyim ama-ne-trip-hop’u kadar değilse de yeterince müstehcen, yüz kızartıcı bir tondan car car car atışıyorlar.

Cengiz İmren, Seda Sayan’ın sabah programına çıkmış. Cengiz İmren’in daha önce bir başka programda buyurduğu; ‘Seren benim namusum değildi. Olsaydı öldürmem lázımdı’ şeklindeki abuk subuk, insanda ‘Ah odunlar dile gelse de bunun yerine huşu içinde onları dinlesek’ hissiyatı uyandıran beyanatına içerlemiş olan anne Nevin Hanım, programa canlı telefon bağlantısıyla dahlolmuş...

Sonra Seren Serengil’in de katılımıyla hadise bir telefon konferansına dönüşmüş; pek ‘seviyeli’ bir ‘sen mi kapkaççı çetesindensin, ben mi vaktiyle uyuşturucu kuryesiymişim’ tartışması yürütüyorlar.

Aralara da işte, eski ‘mesut’ günlerden derlenmiş flashback sekansları serpiştilirmiş: Cengiz İmren kapkaç çetesiyle birlikte tutuklanmış, kelepçelenmiş, götürülürken... Seren Serengil ve Cengiz İmren, bir televizyon programında birbirlerinin gözünün içine bakarak düet yaparlarken...

Öööyle bir yerlere bakan görüntüleri yayınlanan Nevin Hanım, muhtemelen içinden ‘ya sabır’ çekerken... Cesur ve Güzel Yalan Rüzgárının Sosyetik Prensesi Serenad Dolapdere’de adlı bir dizi, tekmili birden...

Her şey bir yana, iki saattir bunun karşısında hipnozlu zargana gibi paralize bir şekilde kalakalmış olmama kızarak, dişlerimi gıcırdatıyordum ki...

Yine Seren Serengil bir dile geldi; sinirlerimin makarası boşaldı. Gidip bir koşu Seren Serengil’in yanağından makas alasım geldi.

Bu his bana bir Seren Serengil’i gördüğümde geliyor, bir de Banu Alkan’ı... Valla...

Onlar konuşuyor, ben kopuyorum. Ne ‘Bunlar bizi nasıl böyle göz göre göre salak yerine koyuyor’ hissiyatından kaynaklanan öfke kalıyor, ne benden bile şuursuz birilerini görmüş olmaktan kaynaklanan merhamet duygusu... Pür neşe...

Hani Seda Sayan’ın sabah programına katılmışım da ne kocamdan yediğim dayaklar, ne geçim sıkıntısı umrumdaymış, tek derdim göbek atmakmış filancasına bir his... Olsa gerek...

Seren Serengil bu aralar internetten bulduğu, ‘kendi sınıfından’ Musa isimli bir beyle yaşıyor bildiğiniz üzre...

Arada bir yaptığı üzre yine, lisanının uyduğu, çocukken erkekse piyano çalmış, kızsa bale yapmış, Seren Serengil’se hem piyano çalmış hem bale yapmış türden iyi aile çocuklarından biriyle birlikte olmaktan yana duyduğu saadeti dile getiriyor.

‘Bütün romantik prensesler kimi zaman ota da konar’ makamından verdiği örnek de hep aynı:

Prenses Stephanie de zamanında aşçısıyla birlikte olmuş! (Ben Stephanie’nin manita envanterinde birkaç bodyguard ve niyeyse sirkçi diye aşağılanan bir avam (?) servet sahibi biliyorum ama aşçı hatırlamıyorum. Kaçırmış olabiliriz.)

Anthony Delon’la çıkan, taş gibi vücuduna giydiği kendi tasarımı mayolarla,pop albümleriyle filan olay olan Prenses Stephanie’ye benzetilmek, 80’li yılların ergenleri için büyük hadiseydi yani. Öyle böyle değildi...

Şimdi elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin. En azından 80’lerin yüzü suyu hürmetine Seren Serengil’i matrak bulmaz mısınız?

Hálá ‘büyüyünce Prenses Stephanie olacam’ özentisine takılıp kalmış kaç ‘mit tutkunu’ (Haşa, mitoman demedim) şimal yıldızımız kaldı ki...
Yazının Devamını Oku

Bu ne perhiz bu ne temcit pilavı

27 Ekim 2005
Son zamanlarda Digiturk’ün reklamlarına takmış vaziyetteyim/ Girizgáh yüzünden Ali Atıf Bir’in ihtisas alanına tebelleş olduğum düşünülsün istemem. Hoş, Ali Atıf bu aralar, türkü yarışması Bu Toprağın Sesi’nde jüri üyeliği de yapmaya başlamasını eleştirenlere cevap yetiştirmekle meşgûl olduğu için, bu duruma en başta o anlayış gösterecektir.

(Onun hiperaktif ötesi temposunu izlemekten yorgun düştüğüm her sefer kendisini klonlaması hálinde işinin çok daha kolaylaşacağına dair tavsiyelerde bulunuyorum. O da ‘Ya, ne iyi olurdu, benlerden birini Ali, öbürünü Atıf diye çağırırdık’ benzeri geçiştirme cümleleriyle, beni başından savmaya yelteniyor. Ben bunun üzerine ona; ‘Oralara girmene gerek yok. O boktan şakayı pratiğe dönüştürürüz. Ali Atıf Bir, Ali Atıf İki, Ali Atıf Üç diye gider; ehehehe’ diyorum. O bana doğal olarak bu pespaye esprimsiyi dillendirebildiğim için inanamaz gözlerle bakıyor vs.)

Hem benim mevzua yaklaşımım, iletişim-pazarlama politikalarıyla ilgili doğruyu-yanlışı irdeleyen tespitlerde bulunmaktan çok uzağa düşüyor.

Benim durumum, ‘Bir yerlerime kazık mı batıyor ne?’ hissiyatından mustarip tüketici hezeyanına daha yakın...

Gülben Ergen, Mehmet Ali Erbil ve Sinan Çetin’in neden ‘televizyon değil de Digiturk’ izlediklerini anlattıkları reklamlardan bahsediyorum.

Farklı şekillerde ifade etseler de üçünün de gerekçesi aynı: Bütün kanallar aynı saatte benzer programları birbirinin karşısına koyuyorlar. Herkesin zevki ve duruma göre hálet-i ruhiyesi farklıdır. Digitürk, tüketiciye alternatif sunuyor.

Gülben Ergen meselá, şarkıcı, çocuksu, meraklı taraflarının yanı sıra, olmazsa aaa olur mu ki, tabii ki, illá ki ‘ev kadını’ kimliğinden de dem vuruyor.

Sinan Çetin, can sıkıcı dünyanın can sıkıcı hállerinden canı çok sıkıldığı için kendisini güldürecek bir kanal arıyor.

Kısacık bir reklamda bile çatır çatır oyunculuk sergileyen ve aktörlük melekelerini niçin daha farklı mecralarda değerlendirmediği, olağanüstü yeteneğini nasıl böyle bozuk para gibi harcayabildiği konusunda bizleri bir kez daha hüzünlü bir meraka gark eden Mehmet Ali Erbil ise isyanını; ‘Ben mecbur muyum her dakka Memedali’ye bakmaya?!’ cümlesiyle dile getiriyor.

İsabetli bir damara çalışmışlar Allah için... Tamam... Da... Digiturk’ün de kendi içinde garip bir deveranı var.

Film ve dizi kanalları mitos çoğalmayla ürüyorlar. Ve daha önce ellerindeki, atıyorum, üç kanalda kullandıkları malzemeden artırıp, daha pahalı ve güya daha sofistike yeni bir paketin içerdiği yeni kanallarda yayınlamak üzere beş kanallık mal çıkarıyorlar.

Farklı lokantalarda temcit pilavı yemek gibi bir şey...

Daha pahalı bir pakette yer alan Goldmax’de gösterilen filmlerin bir süre sonra Moviemax’e ‘düşmesine’ edecek bir laf yok.

Daha önce 24 saat sit-com yayını yapan Comedymax’de yayınlanan Taxi, Who’s The Boss, Roseanne gibi dizilerin, şimdilerde, insanın dimağında nostaljik bir tat bırakan eski dizilerin yayınlandığı Retromax’de gösteriliyor olmasına da...

İyi, gayet makûl de 70 sonları mıdır, 80 başları mıdır nedir bir tarihte çekilmiş, esasında Jojo-zort mudur, Bıcırıkmax midir artık, çocuk kanallarının birinde yayınlanması daha uygun düşecek Boy Meets World gibi demodeden öte primitif bir diziyi Comedymax’de yayınlamaya başlamak neyin nesi oluyor?

Reklam kahramanlarımız gibi soralım bari: Biz mecbur muyuz kardeşim paket paket para saydığımız bir paralı kanalın, yeni yine yeniden nakaratı eşliğinde kakaladığı çöpleri izlemeye?..
Yazının Devamını Oku

Bünyeyi zorlasa feminist olacak halk ozanı İbrahim Tatlıses

23 Ekim 2005
Öncüsü artçısı, bitmeler bilmeyen deprem fırtınası sağolsun, bir haftaya yakındır koşu bandı üzerinde sabit durmaya çalışırcasına yaşıyor olmamızın da etkisi vardır elbet ama midemdeki bu ekşimeyle karışık bulantının daha çok magazin dünyamızda kopan fırtınalardan, ordaki şiddetli sarsıntı silsilesinden kaynaklandığını zannediyorum. Aysun Kayacı ile Fatih Aksoy’un ayrılığı tapuydu, mücevherdi, cillop başroldü, şuydu buydu, Aysun Kayacı’nın sonu gelmez isteklerinden mi kaynaklandı? Azzz sonra...

Yok efendim, hevesimiz kursağımızda kaldı. Zira Fatih Aksoy cibiliyetli adam çıktı, ilişkinin faturasının ayrıldığı kadına çıkartılmasına kıyamadı. (Mühim not: Geçtiğimiz cümle içindeki fatura kelimesi, kinayeli gönderme maksadı taşımamaktadır!)

Yedi ay boyunca birlikte olduğu kadını ayrılınca kevaşelikle suçlamadı, ‘Paramı yedi’ demedi, ‘İyi kızdır, dürüst kızdır’la filan konuyu geçiştirdi.

MÜHİM OLAN İNSANLIK

Bu aralar magazin şöhretlerimizin maldan mülkten geçip masumiyeti ‘keşfettikleri’ bir dönem yaşamaktayız zaten. Bakınız, İlker İnanoğlu ile ilişkilerinin hiç de bile reklam ilişkisi olmadığını Sema Denker’e birlikte verdikleri röportajda tatlı tatlı anlatan Yeşim Salkım da Özdemir Erdoğan’ın ünlü ‘Paranın ne önemi var / Mühim olan insanlık’ şarkısını terennüm ediyor:

SORU: Son beş yıldır inanılmaz bir hayat yaşadın. Bir zamanlar tahtta oturan bir kraliçeydin. Şimdi ise koltuk üzerinde dans eden bir kadın var?

CEVAP: O sırça köşkte, kraliçeler gibi oturan kadın ben değildim. Şimdi, benim! İlker’le olmaktan gurur duyuyorum. Yanımda yürüyüp elimi tuttuğunda, dans ederken, ‘Gel şuraya otur’ dediğinde o kadar mutlu oluyorum ki! Bugüne kadar hiç kimse beni bu kadar sahiplenmedi. Ve o yüzden İlker’e çok saygı duyuyorum. O işler, öyle olmuyormuş.

ONAY SORUSU: Parayla, mücevherle?..

HIÇKIRIKLARA GARK EDEN CEVAP: Evet, kır çiçekleriyle oluyor. Şu anda benim evimin her yeri kır çiçekleriyle dolu. İlker nasıl kahve içtiğimi, içine kaç tane şeker attığımı biliyor. İşte gerçek hayat, gerçek ilişki budur.

KADINLAR, KADINLARIMIZ...

Anlaşıldı değil mi? Budur yani... Büyük Türk düşünürü İbrahim Tatlıses’in de Bugün’deki sütununda şairane bir dille ifade etmiş olduğu üzre: ‘Dışarıda kızgınlığımızı atamadığımızda eve gelince onlara patladığımız, hıncımızı onlardan aldığımız, icabında dövdüğümüz, sövdüğümüz... Kadınlar, kadınlarımız...’ sahiplenilmek ister... Bildiğiniz gibi...

Yani var ya... Beyefendinin kadınların adını ağzına almadan önce zemzem suyuyla gargara yapması gerektiğini düşünenleri lütfen, Tatlıses’in içindeki duyarlı şaire kulak kabartmaya çağırıyorum. Bir maço böyle poetik poetik dile gelende (!) dinleyeceksin bacım. Yoksa Allah yarattı demez, ekleştirir şişeyi kafana; haddini bil, duyarlı ol yani!

FLAŞ SAC AYAĞI

Şiir demişken, yüzyılın paçozluk Oscar’ını, hoptop portakalını, her bir şeyini bileğinin hakkıyla elde eden, son zamanların flaş sac ayağını es geçmeyelim derim.

Şenol İpek, Şebnem Schaffer ve valide sultan Lale Schaffer’in arasında vuku bulan sözel istifrağ kıvamındaki kenar mahalle muharebesinde sizin favori ithamınız nedir?

Şebnem Schaffer’ın kanal kanal dolaşıp bakire olduğunu anlatması mı? Valide Lale Schaffer’in Şenol İpek’in ‘çok tuvalet káğıdı tüketen’ kızına bir tuvalet káğıdı bile alamadığını, 36 YTL’lik hesabı cebinde 10 YTL olduğu için kızına ödettiğini söylemesi mi?

Ben derim ki Şenol İpek’in, şizofren olduğunu iddia ettiği eski sevgilisinin annesinin bu kavgayı ‘şiir kitabının reklamını yapmak için’ çıkardığını iddia etmesi!..

TÜYAP’tan önce kapışsalarmış keşke! Lale Schaffer, düzenlediği imza gününde, şiir dostu okurlarına kızının ne boy tampon kullandığını filan da anlatırdı, hoş olurdu.

Şenol İpek; ‘Beni konuşturmasınlar, bildiklerimi anlatırsam, Türkiye’ye giremezler’ filan diyor ya, hiiiiiç konuşmayan bir ikigözümüzönümüzeaksınkiaseksüeldeğilenseksüel adam olarak...

Merak etmesin yani; hacet kalmadı... Schaffer’lar da Türkiye’deki seviyesizlikten bunalmışlar. Şebnem Schaffer, ‘Burada insanların ar damarı çatlamış. İstanbul’da hayat şartları insanları bozmuş. Türkiye’de negatif elektrik alıyorum artık’ diyor.

FAY HATTI AR DAMARI

Valide Hanım da Türk pasaportunu yırtıp Almanya’ya gitmekten bahsediyor.

Hakikaten var mıdır dersiniz öyle bir ihtimál? Fay hattına dönmüş ar damarlarını ve negatif-pozitif, ne dalga boyuysa, tüm elektriklerini alıp da giderler mi hakikaten?

Ya da meselá onun yerine Savaş Ay’ın programına çıktıklarında, Şebnem Schaffer, birkaç Türk yapımcının kendisine yalvarması hálinde, her türlü teklife açık olduğunu söyler mi?

Bu satırlar Cuma günü kaleme alındığı için gecesinde yayınlanacak, konukların arasında İbrahim Tatlıses’in de bulunduğu Show Biz’i henüz izleyebilmiş değiliz; dolayısıyla ancak tahmin yürütebiliyoruz.

Bir şeyden neredeyse eminim ama: Ortamda Savaş Ay var, bünyeyi zorlasa feminist olacak halk ozanı İbrahim Tatlıses var, e Şebnem Schaffer’in şair olduğunu öğrendiğimiz annesi var. Tahminim o ki bu ekip bir araya geldi mi şiirde kopar...

Şebnem Schaffer’ın bekáreti umrumun ucu değil ama şiire Tecavüzcü Coşkun edasıyla girişmiyorlar mı...

Yine midem, midem, midem...
Yazının Devamını Oku

Bizim mecliste Duman’ın dokunulmazlığı var

22 Ekim 2005
Televizyon her daim açık ama sesi kısık, sette Cassandra Wilson çalıyor. Ne zaman ki ekranda Duman beliriyor; set kapatılıyor, televizyonun sesi açılıyor. Ezelden ebede Duman’cıyız vesselam, bizim mecliste Duman’ın dokunulmazlığı vardır. Ve Kaan Tangöze rakıyla gargara yapmış gibi çıkan o şahane sesiyle döktürüyor yine...

Çeşme’de son turlarımızı atıyoruz. Daha doğrusu benim İstanbul’a dönmeden önceki son turlarım. Yoksa Çeşme bir yere gitmiyor yani; Ebru da öyle...

Boyalık’taki eski evin önünden geçiyoruz. Ebru; ‘Bak’ diyor, ‘Şurası ateş suyunu ilk tattığımız yer!’

Çocuk boyumuza bol gelen sulu zırtlak aşklara düştüğümüz o yerden geçerken de; ‘Aha!’ diyor; ‘Burası da şeytanın suretiyle ilk karşılaştığımız yer!’

Şeytan deyince, niyeyse ilk aşkımın yüzü değil, Batman’deki Joker makyajlı Jack Nicholson geliyor gözümün önüne. Oysa şeytanla ilk kez müşerref olduğumuzda, daha çıplak bir suretiyle tanışmıştık. Küçüktük yani bayağı; Batman çekilmemiş, Jack Nicholson yüzüne Joker makyajı filan yapmamıştı henüz.

BEN DE FARKINDALIK KAMPI AÇACAĞIM

Akşam dolunayın altında tarot falıma bakıyor Ebru. Ne zaman bana tarot açmaya kalksa, ‘Yavaşlama’ kartı hiç sektirmiyor. Daha ne kadar yavaşlayabileceğimi soruyor kahkahalarla. Sonra kendi sorusundan tırsıp vazgeçiyor, yanıt beklemediğini söylüyor.

Yavaşlama, iyi bir kart. Doğayla bütün olduğunu hissediyorsun, anın dibine kadar farkına varıyorsun filan...

Ebru’nun birkaç ay önce gördüğü bir ‘Farkındalık Kampı’nın reklam tabelası zihnimizde enteresan ufuklar açmış durumda.

Hem Osho’ya da gıcığız zaten. Ondaki kadar bilgeliğin bizde de hayda hayda olduğuna kaniyiz. ‘Ebosho Öğretileri’ adı altında yeni bir ekol yaratmayı tartışıyoruz ince ince, her seferinde olduğu gibi dünyanın buna hazır olmadığına kanaat getirip kendimizi pek beğenerek konuyu kapatıyoruz.

Ben Ebru’dan daha iddialıyım gerçi: ‘Niye öyle diyorsun abi? Senin bahçeyi Ebosho’nun farkındalık kampı gibi bir şeye dönüştürürüz. İnsanlara zakkumları, zeytini, inciri, Japon gülünü, begonvilleri, yaseminleri gösteririz, ‘Bunların farkına varana kadar kimse şurdan şuraya gitmiyor, ayrıca yem ve su da yok’ deriz. Valla bak, paraya para demeyiz.’

‘Biz kalabalığın farkına varınca n’olacak?’ diye soruyor. İyi soru. Çenemi kapatıyorum.

DUMAN ÇIKINCA TV’NİN SESİNİ AÇIYORUM

Daha ne kadar yavaşlayabilirim? Mesela şu anı bir film karesi gibi dondurup, cebime koyup, sonsuza dek onu yaşamaya bir itirazım olmaz. Daha bayağı bir yavaşlayabilirim...

Televizyon sessizde, sette Cassandra Wilson çalıyor.

Ne zaman ki ekranda Duman beliriyor, set kapatılıyor, televizyonun sesi açılıyor.

BU DA BİR PERFORMANS KLİBİ

Daha geçen gün ‘İçerim ben bu akşam!’ eşliğinde arabanın içinde head bang yaparken tonton bir teyzeye yakalandık. Yüzündeki o nurlu ifade, satanist görmüşçesine bir anda yok oldu ama biz iplemedik. Duman deyince destur moduna geçiyoruz. TBMM’nin dokunulmazları şöyle dursun, bizim mecliste Duman’ın dokunulmazlığı var. Ezelden ebede Duman’cıyız vesselám...

Duman’ın kliplerinde sık rastlandığı üzre, bu da malûm, bir performans klibi. Grup, bir röportajlarında bunu kendilerinin tercih ettiğini anlatıyor:

KLİP, MÜZİĞİ ÖLDÜRÜR MÜ

‘Klip, müziği öldüren bir olay yani. Görsel bir olay, müzik ise kulağa hitap eden bir şey. Meselá ‘Video Killed The Radio Star’ diye bir parça vardı. Bir de MTV’nin yayınladığı ilk klipmiş. Çelişkiye bakar mısın?.. Abimler derinden girmişler. Ne zaman klip konusu gelse; ‘Abi performans çekelim’ diyoruz. Biz çalalım, siz çekin, burada bir hikáye döndürmeyelim yani. Bu bizi daha fazla mutlu ediyor açıkçası. Bazı kereler, hem bizim istediğimiz gibi canlı performans tarafını hem de konu tarafını klip olarak çekiyorlar. Sonra bakılıyor, konular pek máná ifade etmiyor. Sonuçta klibin yüzde 99’u performansa dönüyor.’

Son albümleriyle aynı adı taşıyan Seni Kendime Sakladım da nitekim, İngiliz bir yönetmen tarafından çekilmiş bir performans klibi...

Stüdyoda çekilen klibe muhtemelen bilgisayar marifetiyle eklenmiş kar efekti enteresan bir ‘iklim’ yaratıyor.

Grup, üstlerinde kısa kollu tişörtler, son derece rahat bir tavırla, karın altında, şarkısını söylüyor.

Tabii ki Kaan Tangöze’nin rakıyla gargara yapmış gibi çıkan o şahane vokaliyle:

‘Onu bunu bilmem, anlamam / Kim ne derse desin lan! / Arkanızdan yol almam / Onlar ister alınsın / İsterlerse darılsın / Onu bunu bilmem karışmam / Kim ne derse desin lan! / Ben alınıp satılmam / Onlar ister alınsın / İsterlerse satılsın / Onu bunu bilmem anlamam / Kim ne derse desin lan! / İşte meydan işte can / Onlar ister kapışsın / İsterlerse barışsın / Seni kendime sakladım / Hepsini ben hesapladım...’

DEPREM OLURKEN DENİZE GİRELİM

Kasım gelmek üzere. Zaten 500’ü aşkın artçı sarsıntı sağolsun, ‘kara tutmuş’ bir haldeyiz. Buna rağmen Ebru denize girmeyi öneriyor: ‘Depremin merkezi denizdeymiş. Yağmur yağarken girdik ama deprem olurken girmedik bak, bayağı ilginç olabilir.’

Kar altında tişört giymiş bir rock yıldızı görmesin, anında havaya giriyor.

‘Farkında mısın?’ diyorum, ‘Değilsen de olacaksın, bu Ebosho öğretileri sayesinde bilgeliğe ulaşamadan zatürreeden gebereceğiz.’

Yine de yani; işte meydan, işte can...

Hem termal de var...

Termal var ve yavaşlık gibisi yok. Bakmayın yani; hepsini ben hesapladım...
Yazının Devamını Oku

Güzel milletvekili gönül adamı

22 Ekim 2005
Hadi gelin bir iddiaya tutuşalım. Ben diyorum ki, yakın değilse de çok da uzak olmayan bir gelecekte, CHP Denizli Milletvekili Haşim Oral’ı daha önemli görevlerde göreceğiz. Zira Oral’ın, Denizlispor-Vestel Manisaspor karşılaşmasında konuk takımın oyuncusu Yılmaz’a pet şişe fırlatması ve hadisenin ardından geri adım atmaması, şehrinin, takımının, hiddetinin, petinin, her bir şeyinin arkasında (Hoş, petin arkasına geçince kendini tutamayıp ittiriveriyor ama olsun!) durması, onu sadece Denizli taraftarının değil, ülkenin büyük çoğunluğunun nezdinde ‘delikanlı’ mertebesine yükseltmiştir.

Diyeceksiniz ki álemde delikanlı olarak anılan adam başka ne ister?

Ne bileyim, şöyle afillisinden, sporla mıporla ilgili bir bakanlık filan olabilir?

Hele Sarıgül sonraki seçimleri bir alsın... Haşim Oral’ı bu günlerde bir kenara not etmiştir, ona münasip bir şıklık düşünecektir. (E siz de artık muharirrenize öngörü liyakat madalyası niyetine takacağınız, orta hálli bir bijüteriden alacağınız, ne bileyim, bir pandantifi filan çok görmezsiniz herhálde?..)

Olmadı, AKP’li arkadaşları ona sahip çıkarlar...

Uzun zamandır bir milletvekilinin, sağlı sollu her türlü partiden böyle destek aldığını gördünüz mü Allah aşkına?

Adı holigana çıkan Haşim Oral’ı (O holigan değil bir kere, iyi bir Denizlili!) çevreleyen gazeteciler, pişman olup olmadığını sorduğunda, Oral’ın verdiği beyanat malumumuz: ‘Annenize, Denizli’ye küfrediliyor. Siz sinirlenmez misiniz? Niye pişman olayım? Küfredene soruyor musunuz pişman mı diye?.. Aynı hareketi bugün olsa yine yaparım. Pet şişenin arkasında siyaset yaparak Türkiye’yi yönetmenin kimseye yararı yok.’

Herkes anladı değil mi? Pet şişenin arkasına geçildi mi siyaset yapılmaz, o pet şişe itinayla rakip takım oyuncularına doğru, ‘hafifçe’ ittirilir...

Denizli Belediye Başkanı Nihat Zeybekçi; ‘Haşim Oral’ın yaptığını tasvip etmiyorum ama Yılmaz devre arasında soyunma odasına giderken bize küfür etti. Oral da buna karşı tepkisini dile getirdi. Aşağıya inip saldırmamıştır. Bunu holiganlıkla bağdaştırmamak gerekir’ diyor.

Bana sorarsanız, ‘Peki sahaya şişe fırlatan iyi taraftar oluyorsa, holigan nasıl oluyor?’ merakına düşmeyelim, durumu daha fazla kurcalamayalım.

Ve evet, yine yatıp kalkıp dua edelim. Konuyla ilgili ne düşündüğü sorulan CHP Kırıkkale Milletvekili Halil Tiryaki, ‘Ben olsam tabanca çekerdim’ buyurdu bildiğiniz üzre.

Bu yani, gef gef gerine gerine vardığımız rahatlık boyutu...

Tiryaki’ye kıyasla Haşim Oral, pasifist sayılır.

Gerçi kendileri sıradan vatandaş olsalar, Sporda Şiddet Yasası’na göre 6 ay müsabakalardan men ve 1000 YTL para cezası almaları gerekiyor ama olsun varsın. Böylesine delikanlı olduğu kadar ölçülü milletvekiline helál olsun.

Oral’ın yerinde Tiryaki de olabilirdi. Çekip silahını, Yılmaz’ı vurabilirdi. ‘Anama küfretti’ deyip, ağır tahrike maruz kaldığını iddia edebilirdi. Hatta çenesini yormasına bile gerek kalmazdı, kendini savunması bile gerekmezdi. Değil mi ki taş gibi dokunulmazlığı var.

Rivayet odur ki silah sıkan, küfreden milletvekillerine uyarı cezası gelmek üzereymiş. Bülent Arınç, TBMM’nin saygınlığına halel getirecek davranışlarda bulunan milletvekillerinin cezalandırılmasından sorumlu bir etik kurulu oluşturulması üzerinde çalışıyormuş.

Ben önce ‘Tabii tabii’, sonra da ‘O uyarıyı yapacak mercinin vay háline’ diyor, konudan tırsak adımlarla uzuyorum.

Sabah sabah kafamıza en dokunulmazından bir pet şişe yemeyelim yani.
Yazının Devamını Oku