Televizyon her daim açık ama sesi kısık, sette Cassandra Wilson çalıyor. Ne zaman ki ekranda Duman beliriyor; set kapatılıyor, televizyonun sesi açılıyor.
Ezelden ebede Duman’cıyız vesselam, bizim mecliste Duman’ın dokunulmazlığı vardır. Ve Kaan Tangöze rakıyla gargara yapmış gibi çıkan o şahane sesiyle döktürüyor yine...
Çeşme’de son turlarımızı atıyoruz. Daha doğrusu benim İstanbul’a dönmeden önceki son turlarım. Yoksa Çeşme bir yere gitmiyor yani; Ebru da öyle...
Boyalık’taki eski evin önünden geçiyoruz. Ebru; ‘Bak’ diyor, ‘Şurası ateş suyunu ilk tattığımız yer!’
Çocuk boyumuza bol gelen sulu zırtlak aşklara düştüğümüz o yerden geçerken de; ‘Aha!’ diyor; ‘Burası da şeytanın suretiyle ilk karşılaştığımız yer!’
Şeytan deyince, niyeyse ilk aşkımın yüzü değil, Batman’deki Joker makyajlı Jack Nicholson geliyor gözümün önüne. Oysa şeytanla ilk kez müşerref olduğumuzda, daha çıplak bir suretiyle tanışmıştık. Küçüktük yani bayağı; Batman çekilmemiş, Jack Nicholson yüzüne Joker makyajı filan yapmamıştı henüz.
BEN DE FARKINDALIK KAMPI AÇACAĞIM
Akşam dolunayın altında tarot falıma bakıyor Ebru. Ne zaman bana tarot açmaya kalksa, ‘Yavaşlama’ kartı hiç sektirmiyor. Daha ne kadar yavaşlayabileceğimi soruyor kahkahalarla. Sonra kendi sorusundan tırsıp vazgeçiyor, yanıt beklemediğini söylüyor.
Yavaşlama, iyi bir kart. Doğayla bütün olduğunu hissediyorsun, anın dibine kadar farkına varıyorsun filan...
Ebru’nun birkaç ay önce gördüğü bir ‘Farkındalık Kampı’nın reklam tabelası zihnimizde enteresan ufuklar açmış durumda.
Hem Osho’ya da gıcığız zaten. Ondaki kadar bilgeliğin bizde de hayda hayda olduğuna kaniyiz. ‘Ebosho Öğretileri’ adı altında yeni bir ekol yaratmayı tartışıyoruz ince ince, her seferinde olduğu gibi dünyanın buna hazır olmadığına kanaat getirip kendimizi pek beğenerek konuyu kapatıyoruz.
Ben Ebru’dan daha iddialıyım gerçi: ‘Niye öyle diyorsun abi? Senin bahçeyi Ebosho’nun farkındalık kampı gibi bir şeye dönüştürürüz. İnsanlara zakkumları, zeytini, inciri, Japon gülünü, begonvilleri, yaseminleri gösteririz, ‘Bunların farkına varana kadar kimse şurdan şuraya gitmiyor, ayrıca yem ve su da yok’ deriz. Valla bak, paraya para demeyiz.’
‘Biz kalabalığın farkına varınca n’olacak?’ diye soruyor. İyi soru. Çenemi kapatıyorum.
DUMAN ÇIKINCA TV’NİN SESİNİ AÇIYORUM
Daha ne kadar yavaşlayabilirim? Mesela şu anı bir film karesi gibi dondurup, cebime koyup, sonsuza dek onu yaşamaya bir itirazım olmaz. Daha bayağı bir yavaşlayabilirim...
Televizyon sessizde, sette Cassandra Wilson çalıyor.
Ne zaman ki ekranda Duman beliriyor, set kapatılıyor, televizyonun sesi açılıyor.
BU DA BİR PERFORMANS KLİBİ
Daha geçen gün ‘İçerim ben bu akşam!’ eşliğinde arabanın içinde head bang yaparken tonton bir teyzeye yakalandık. Yüzündeki o nurlu ifade, satanist görmüşçesine bir anda yok oldu ama biz iplemedik. Duman deyince destur moduna geçiyoruz. TBMM’nin dokunulmazları şöyle dursun, bizim mecliste Duman’ın dokunulmazlığı var. Ezelden ebede Duman’cıyız vesselám...
Duman’ın kliplerinde sık rastlandığı üzre, bu da malûm, bir performans klibi. Grup, bir röportajlarında bunu kendilerinin tercih ettiğini anlatıyor:
KLİP, MÜZİĞİ ÖLDÜRÜR MÜ
‘Klip, müziği öldüren bir olay yani. Görsel bir olay, müzik ise kulağa hitap eden bir şey. Meselá ‘Video Killed The Radio Star’ diye bir parça vardı. Bir de MTV’nin yayınladığı ilk klipmiş. Çelişkiye bakar mısın?.. Abimler derinden girmişler. Ne zaman klip konusu gelse; ‘Abi performans çekelim’ diyoruz. Biz çalalım, siz çekin, burada bir hikáye döndürmeyelim yani. Bu bizi daha fazla mutlu ediyor açıkçası. Bazı kereler, hem bizim istediğimiz gibi canlı performans tarafını hem de konu tarafını klip olarak çekiyorlar. Sonra bakılıyor, konular pek máná ifade etmiyor. Sonuçta klibin yüzde 99’u performansa dönüyor.’
Son albümleriyle aynı adı taşıyan Seni Kendime Sakladım da nitekim, İngiliz bir yönetmen tarafından çekilmiş bir performans klibi...
Stüdyoda çekilen klibe muhtemelen bilgisayar marifetiyle eklenmiş kar efekti enteresan bir ‘iklim’ yaratıyor.
Grup, üstlerinde kısa kollu tişörtler, son derece rahat bir tavırla, karın altında, şarkısını söylüyor.
Tabii ki Kaan Tangöze’nin rakıyla gargara yapmış gibi çıkan o şahane vokaliyle:
‘Onu bunu bilmem, anlamam / Kim ne derse desin lan! / Arkanızdan yol almam / Onlar ister alınsın / İsterlerse darılsın / Onu bunu bilmem karışmam / Kim ne derse desin lan! / Ben alınıp satılmam / Onlar ister alınsın / İsterlerse satılsın / Onu bunu bilmem anlamam / Kim ne derse desin lan! / İşte meydan işte can / Onlar ister kapışsın / İsterlerse barışsın / Seni kendime sakladım / Hepsini ben hesapladım...’
DEPREM OLURKEN DENİZE GİRELİM
Kasım gelmek üzere. Zaten 500’ü aşkın artçı sarsıntı sağolsun, ‘kara tutmuş’ bir haldeyiz. Buna rağmen Ebru denize girmeyi öneriyor: ‘Depremin merkezi denizdeymiş. Yağmur yağarken girdik ama deprem olurken girmedik bak, bayağı ilginç olabilir.’
Kar altında tişört giymiş bir rock yıldızı görmesin, anında havaya giriyor.
‘Farkında mısın?’ diyorum, ‘Değilsen de olacaksın, bu Ebosho öğretileri sayesinde bilgeliğe ulaşamadan zatürreeden gebereceğiz.’
Yine de yani; işte meydan, işte can...
Hem termal de var...
Termal var ve yavaşlık gibisi yok. Bakmayın yani; hepsini ben hesapladım...