1 Aralık 2005
Kavafis’in kulakları çınlasın... Nereye gidersen git, şehir arkandan geliyor hakikaten. İstanbul’a döndüm. Aylar, aylar sonra, İzmir’den... Havaalanından dosdoğru gazeteye gidip birkaç gün, sadece gazete ile ev arasında mekik dokudum. Taksim’e yürüme mesafesindeki Gümüşsuyu’nda oturmama rağmen, İstiklál Caddesi’ne henüz ayak basmadım.
Mutlaka bir an önce gitmem gereken yerler var oysa. Meselá bizim kahveye, Kaktüs’e uğramalıyım. Ama ‘Beyoğlu’nu bu böğrü deşilmiş háliyle görmek için biraz zaman ver kendine’ dedim. Sanki kavgalı ayrıldığın can-ciğer-kuzu sarması bir yakınının sen uzaktayken hasta olduğunu öğrenmişsin de dönüşteki ilk karşılaşmada onu o sefil düşmüş háliyle görmenin yaratacağı endişe, vicdan azabı, hasret ve her şeye rağmen buruk bir sevincin harmanlandığı bulanık ruh háliyle hálleşebilmek için cesaret toplarcasına...
Geldiğimden beri tek uğradığım, Ziya oldu. Tünel Meydanı’ndaki Kaffeehaus’un Üstkat’ını işletmeye başladı Ziya. Dükkána ‘Hayırlı olsun’ ziyaretinde bulunduğum akşam, gazeteden çıktığımız otomobil, güzergáhı şaşırıp Tünel meydanı yerine Balıkpazarı’nın orada durdu. ‘Ne olacak, yürürüm’ diye düşünmüştüm.
O Balıkpazarı ki benim en depresif zamanlarımda, o rengárenk tezgáhlarına bakıp muhteşem rayihasını içime çekmek için terapi niyetine gittiğim yer; önceki cümlenin tırnağa alınmış bölümünün ‘Ne olacak’ kısmına biraz daha kafa yorsam, iyi edermişim.
İnsan, okuduğu ilkokul düşman bombardımanıyla yerle bir edilmiş gibi bir hisse kapılıyor. Hakikaten Taksim’e çıkmak için birkaç güne daha ihtiyacım var. Yok yani; ‘yaslı gittim, şen döndüm’ ve döner dönmez aynı matem karalarına bürünmeyi de göze alamayacağım.
Sonra meselá ‘Gitti biraz, kaldı bir yaz’ durumunu hesap etmediğim, çok daha kısa bir süre kalacağımı tahmin ettiğim için yine, ‘Bir hafta kadar sonra görüşürüz, ben kısa bir mola alabilir miyim, alabilirim değil mi?’ diyerek resmen firar etmiş olduğum fizik tedavi merkezine gitmem lázım.
İzmir’e giderayak hacamat ettiğim ayak bileğim, zorladığımda hálá sızım sızım... Hatta zorlamadığım zamanlarda da bilek, vicdan suretinde sızlıyor... Müstehaktır bile diyemeyeceğim, müstehakı aştım. Tedaviyi yarım bıraktım; ‘Yandım Allah!’ nidalarıyla gittiğimde anında randevu vermiş ve onca ihtimam göstermiş insanları da, ‘ha döndüm-ha dönüyorum’ modunda yaşadığım için, habersiz... Rezalet yani...
Peki bilin bakalım?.. Bu ‘yapmak gereken şeyler-gitmek gereken yerler’ kalabalığı içinde bendeniz gide gide nereye gittim? (Ki yukarıdakiler, misálen yazılmış örnekler... Yoksa ‘meli-malı listesi’nin maddeleri, bir elin parmaklarını ‘biraz’ geçer. Kırkayaklaın ayak parmakları varsa, o parmak hesabı uyar belki... )
EXPO 2015’e ev sahipliği yapmayı hedefleyen İzmir’in, Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ve Nebil Özgentürk’ün Güleryüzlü İzmir Şarkısı isimli İzmir belgeselinin de bir kısmının gösterildiği akşam davetine!!!
Uzunca bir süredir İzmir muhabbetinin cılkını çıkardığımı düşünenlerden de af dileyerek, yarın konuya tekrar döneceğiz efen’im...
Yarın, sonsuza dek değilse de bir süreliğine son kez, yine, İzmir’den bahsedeceğim...
Sonra, işte, bildiğiniz yani... Dünyaya İstanbul penceresinden bakmaca... Ve İstanbul’daki, yárenlerle-tanışlarla karşılaşıp sarılışmaca...
Şaka maka fena da özlemişim ayrıca... Hoşgeldik mi bilemem de hoş bulduk; orası kesin.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
Canım; Bu sabah, insanın, hakikaten ağrıdığında, ensesinin gerçekten de bir kökü olduğunu fark ettiğini fark ettim. Var yani ense dediğin şeyin bir kökü ve ağrıdı mı çok pis ağrıyor namussuz...
Dün, kötü bir gün geçirdim. Bugün, kopkoyu kasvet grisi bir göğün altında, tıklım tıkış trafikte, uzun bir yol yaptım. Deli gibi yağmur yağdığından, iki nefes soluklanmak için pencereyi bile açamadım.
Tamam, rahmettir, berekettir ama her yağmur da birbirine benzemiyor kardeşim. Bazen yukarılarda birinin, yağmur ayaklarında, bunu son kertede hak eden insanlığın üzerine tükürdüğünü düşünmüyor değilim. Bugün de işte öyle, püsürüklü tükürük gibi yağıyor üzerimize asit...
Bir huzme ışığa ihtiyacım vardı. Güzel ve aydınlık bir şeyler hatırlamalıydım. Seni hatırladım...
Sabahleyin telefonda, sizin ordaki tek gözü kör, yoluk tüylü ezik köpek Bergen’in bir batında doğurduğu 12 yavrunun dokuzunun yaşadığını ve onları dükkánın içine yerleştirdiğin kutuda tutmak ve beslemek için attığın taklaları anlatışını...
Tam o sırada Allah’ın otobanında ne işi varsa, yanımızdan yoluk tüylü bir köpek geçti. Sana doğru, kıkırdayarak bir göz kırptım. Yanında oturduğum şoför, niçin hem ağlayıp hem güldüğüme anlam verememiş olsa gerek ki yüzüme ‘Şirin olduğu kadar deli de bir hanımefendisiniz galiba?’ dercesine merhametle sorarak baktı. Ben bunun üzerine muslukları iyice koyverip, bir yandan daha da kıkırdayarak, ‘Boşveriniz, bırakınız dağınık kalsın’ dercesine başımı salladım. Yine hiç konuşmadan yolumuza devam ettik. Ve tüm bunlar olurken, sana kafamın içinde uzuuun bir mektup yazdım.
Dün, hayat, pek de espri içermeyen bir Laz fıkrası gibiydi kardeşim. Hayatın nur cemalini Karadeniz taraflarından gösteresi tutmuş olsa gerek... Ben sana belki atlamışsındır diye iki küçük haber aktarayım, sen hesap et:
YAPTIKLARI, KAZANANI OLMAYAN DÜELLO
DHA muhabiri Ali Uzun’un haberine göre, Trabzon’un Sürmene İlçesi’nde, caddede yolcu alma tartışmasına giren minibüs şoförleri Erkan Çetinoğlu (27) ile Hüseyin Tuncer (39), bellerindeki tabancaları çekip kovboylar gibi düelloya tutuşmuşlar. Bil bakalım? Kazanan yok kardeşim. Her ikisinin de vücuduna dört kurşun isabet etmiş. Tuncer olay yerinde, Çetinoğlu ise hastanede hayatını kaybetmiş...
Star’dan Fatma Sibel Yüksek’in haberi hele, iyice, komik mi desem, gülünç mü, bilemedim: Yine Trabzon’un bu kez Of İlçesi’nde yayımlanan Kuzey Anadolu adlı yerel gazete, Başbakan’ın haberi olmadan, onun adına Oflular’ın bayramını kutlayan bir Şeker Bayramı ilanı yayınlamış.
Oflular, Başbakan’ın bu jestinden çok hoşnut kalmış. Üstelik koskoca Başbakan’ın Oflular’a jest yapmak için bir yerel gazeteyi, Kuzey Anadolu’yu tercih etmesi, gazetenin itibarını da artırmış. Fakat kasaba kurnazlığını sanata dönüştürmeye kalktığında, en önemli nokta, herhálde nerede duracağını bilmek olmalı... Bizim gazeteci arkadaşlar, bununla yetinmeyip bir de Başbakanlık’a, muhatap bölümünde bizzat Recep Tayyip Erdoğan’ın ismi yazılı olan 297 YTL’lik ilan faturası yollayınca, işler karışmış.
Başbakanlık şimdi Kuzey Anadolu gazetesi aleyhine ceza davası açmaya hazırlanıyormuş. Nasıl abi? Şimdi Laz fıkrası dedikleri bu değilse nedir yani?
Sanat hayatı taklit eder derler ya hani... Bizim buralarda hayat, Laz fıkralarını taklit eder gibi...
Milli Eğitim Bakanı, Öğretmenler Günü’nde, öğretmenleri fırçalar, Adalet Bakanı barlara takılan üniversite öğrencilerini YÖK’e gammazlaması için Valilikler’e talimat yollar, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı sokak çocuklarına ‘İşler nasıl?’ diye sorar, Meclis Başkanı münasip bir türban modeli tasarlama işini YÖK’e postalar, Başbakan desen zaten şu hayatta ters giden ne var ne yoksa hepsi için medyayı suçlar...
Şemdinli ve Yüksekova’da yaşanan olayların ardından Hakkari Valiliği’nden Tokat Valiliği’ne atanan Vali Erdoğan Gürbüz; ‘Bu benim için yükselme sayılır. Tokat daha gelişmiş bir ildir. Başbakanımızın gelişi meyvesini verdi’ şeklinde sevindirik oluyor, olabiliyor, iyi mi!
Gelişmeden ne anladıklarına dair derin bir merak içersindeyim... Havuzlarda meselá haremlik selámlık uygulaması başladı. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Hanımlar Lokali’nin havuzuna, yedi yaşından büyük oğlan çocuğu alınmıyor. ‘Hanım hanım, kocanı da getirseydin!’ modeli, mübarek, hamam...
‘Şaka mı bu?’ diye sorasım bile yok. Eğer öyleyse biz niye bu kadar az gülüyoruz?
Memleketin háline bakıyorum ve bütün ulusal gazetelere ‘Kalifiye espri anlayışını yitirdik, başımız sağolsun’ yazılı tam sayfalık bir vefat ilanı verip, faturayı da Başbakanlık’a postalamak istiyorum.
Dün karşıma yine en iyi arkadaşlarının erkekler olduğunu ‘gururla beyan eden’ bir kadın çıktı. Kadın kadının kurduymuş. Öyle dedi... Kadının kadının kurdu olduğunu iddia edenlerin, hakikatli kadın arkadaşlığından nasibini alamamış zavallılar olduğunu düşünüyorum. Sabah telefondan gelen sesinle uyanmış olmasam ve gerçek bir merakla sorduğun; ‘İyi misin?’ sorusuna cevaben bütün gün içimden biraz kendimi telkin, biraz da dua edercesine; ‘İyiyim, iyiyim, iyiyim’ diye tekrar etmesem, şu akşam saatine yüzümdeki bu gülücükle çıkamazdım.
Kadın kadının kurduymuş. Pöh! Sen biliyorsun kardeşim, ben biliyorum; kardeş olmak için karındaş olmak şart değil.
Ruhumun yarısı, ciğerimin paresi... Bergen’in ufaklıklarına söyle, benim için gamzeli yanaklarını muhabbetle şöyle bir yalasınlar e mi?
EN HERGELE FUTBOL EFSANESİ
Vay be... George Best öldü.
Bunda şaşırılacak bir şey yok, yine de insan şaşırmaktan kendini alamıyor...
Hangi takımı tutarsanız tutun, Sergen’e sempati duyarsınız ya... Ya da Maradona’ya insanüstü bir doğa harikasına bakar gibi ağzınız beş karış açık bakarsınız ya... Karizma kurbanıyız velhasıl; hem şiir gibi futbol oynayıp hem de hergelelik yapan adamlara özel bir hayranlıkla bakmaktan kendimizi alamıyoruz.
George Best, o anlamda, álemden gelmiş geçmiş en hergele futbol efsanesiydi. Alkolle ve dünya güzellik tacı giymiş kadınlarla yattı kalktı... Ve bunları, bir yandan futbol tarihine adını platin harflerle yazdırırken yaptı. Çok içti, 2002’deki karaciğer nakli ameliyatının ardından, doktorun tüm yasaklamalarına rağmen, yine içti... 60’ı göremediği hayatında, ölürayak, gençlere, ‘Ben ettim siz etmeyin’ mesajı verdi.
Etmesinler tabii... Ne alkolizmin, ne kavgacılığın savunulacak bir tarafı yok. Fakat biz yine de kendine ettiklerini, iyi bir hikáye izleyebilmenin bencilce hazzıyla anmadan edemiyoruz.
David Beckham’a onca yakışıklı ve yetenekli bir adam olmasına rağmen, esnemeden bakamadığımız gibi...
Allah, kalan hergelelere uzun ömür versin...
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2005
Bu haftanın Tempo’sunda yer alan, Alper Mestçi ve Hüseyin Özcan tarafından hazırlanan Serin Duruş köşesi’nin, (Bu arada ‘Serin Duruş’u hazırlayan ekibin şahane internet sitesi shockhaber.com’a ne oldu ya?’ diye sormak ister aç bilaç bünye?.. Özlüyoruz kendilerini; öyle haftada bir kesmiyor yani...) bir bölümü, Cep Telefonlarının Özellikleri başlığını taşıyor:
SORU: Sadece konuşmaya yarayan, başka hiçbir özelliği olmayan telefonların piyasaya çıkması çok yakın. Yaklaşık 30-40 YTL civarında olması beklenen bu telefonların en büyük müşterisi kim olabilir? Birkaç örnekle konuyu açıyoruz.
Örnekler de şöyle:
n Özellik: Kısa mesaj atma.
Olayın Kahramanları: Şenol İpek, Yüksel Ak, Çağla Şikel...
Özet (Özet bölümlerini de alıntılarsak, alıntılar bütün köşeyi kaplayacağı için bizimki özetin özeti olacak.): Malûm, Çağla Şikel’in Şenol İpek’e çektiği ‘Tostumu yedim’ mesajı...
n Özellik: Görüntü kaydetme.
Olayın Kahramanları: Gökhan Demirkol, Gamze Özçelik, Reha Muhtar, tüm medya...
Özet: Malûm, meş’um hadise...
n Özellik: Ses kaydetme.
Olayın Kahramanları: Hülya Avşar, Kaya Çilingiroğlu, Feraye Tanyolaç...
Özet: Malûm, horlama meselesi...
O bir yana da, bu telefonların gönlüne göre çalanı yok mudur; benim ‘mağduriyetim’ de o yönde zır-zırlıyor ya da işte bip-bipliyor...
İlk cep telefonum, televizyon satın aldığımda, yanında promosyon babında verdikleri takozumsu Siemens’di. Sene ‘97...
Bugüne kadar da herhálde hemen her marka ve hattan cep telefonu kullanmışımdır.
532’ler, 542’ler, 535’ler, 537’ler... Ericsson’lar, Samsung’lar, Nokia’lar, şunlar bunlar...
Beher telefonu ortalama üç haftada filan kaybettiğimi düşünüp hesap edin işte...
Sonunda bezdim... Zaten telefon muhabbetinden hazzetmem. Telefon kullanmamaya karar verdim. Becerdim de yani... O şekilde de yaşanabiliyor malûm... Üstelik inanın, daha bile huzurlu yaşanıyor...
Gelin görün ki Hürriyet’te çalışmaya başlarken, Neyyire ile yaptığımız görüşmede onun öne sürdüğü iki koşuldan biri cep telefonu edinmemdi.
El mahkûmdu; edindik... O günden bugüne yaklaşık üç sene...
Gazetenin anlaşmalı olduğu bir yerden, taksitle, nasıl olsa yine kaybederim diye iki adet edindim. Ve onları da ışık hızıyla kaybettim.
Sonra bir Sony Ericsson’um oldu ki iki küsur yıldır birlikteyiz. Ben kendisini Lassie ismiyle anmayı tercih ediyorum.
Cihazı kaybetmek mümkün değil kardeşim. Kaybediyorsunuz, en beklemediğiniz yerlerden geri dönüyor. Nazar değmesin; altı-yedi kez filan oldu bu.
Bir keresinde Allah razı olsun, dünya tatlısı bir taksici beyefendi, beş günlüğüne sekreterliğimi bile yaptı: ‘Bu Ebru Hanım’ın telefonu, arabamda unutmuş. Ben aleti kendisine çarşamba günü ulaştıracağım. Mesajınız varsa ileteyim’ diye...
Telefon, eksiksiz bir arayanlar listesiyle birlikte döndü geldi yine...
Fakat telefon dediğiniz meret, olsa bir türlü olmasa bir türlü...
Uzun süredir İstanbul’da olmadığım için telefon çalmaz oldu. Her gün görüştüğüm belli birkaç kişi ve gazeteden açılan ‘Yazı nerde kaldı?’ telefonları haricinde tık yok.
Geçenlerde evden çıkarken telefonu evde unutmuşum. Bütün gün aklım orda. İşin kötüsü, dönünce cevapsız bir çağrı olmayacağını da biliyorum.
Bu konuda birlikte oturduğum arkadaşlara fena ağlak yapmış olsam gerek ki dönünce ne göreyim... Birileri aramış olsun diye, incelik göstermiş, yanlarından ayrılır ayrılmaz, benim telefonu çaldırmışlar.
Eni konu acıklı bir durum... ‘Bana acımayın, beni sevin!’ makamından ağlayacak gibi oldum.
Benim cihaz, mesaj yolluyor, fotoğraf çekiyor, ses kaydediyor. Ama isterse ütü de yapsın yani, bana ne...
Bir kez telefon edindiniz mi, çaldı mı ayrı angarya, çalmadı mı insanı beter depresyona sokuyor...
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2005
İlk kez o denli hassas bir anımda yakalanmasaydım yine de bu derece sever miydim bilemiyorum ama Müfide İnselel’in Fasulyeden’ine, Dila Uygun yönetmenliğinde, Bozcaada’da çekilen klibi ilk kez gördüğümde, içimde sonbahar rüzgárlarına terk edilmiş bir sahil kasabasının hüznü (!) vardı.
Ilgın moduna geçtiğimde en hunhar şekilde makaraya sarıldığımı, yine de sarılacağımı adım gibi bildiğim hálde şu geçtiğimiz cümleyi kurabildim ya, anlayın yani hüznün boyutunu...
Klip ve şarkının, halet-i ruhiyeme itinayla tüy dikmesi üzerine, Müfide İnselel’i sevmemek gibi bir lüksüm olamayacağını biliyordum artık.
Kaldı ki şahsen, içinden ‘bünye’ kelimesi geçen bir şarkıyı sevmemem de mümkün değil.
Durumu zorlamanın faydası yok. Abuklasa da seveceğim İnselel’i, sabuklasa da seveceğim yani...
Yazının Devamını Oku 24 Kasım 2005
Hadi bakalım... Bu seferki ‘Tekliflere açığım’ açıklaması, beklemediğimiz yerden geldi. TBMM 20. Dönem Milletvekili ve Meclis Başkanı ve İncelikli Çiçek Sulama Üstádı Botanik Meraklısı Kamer Genç, ‘kamuoyu tarafından unutulmamak için’ atv’de yayınlanan Aşk Oyunu adlı dizide hakim rolünde konuk oyuncu olarak yer alacak:
‘16 sene hakim ve savcı olarak çalıştım. Oynadığım role yabancı değilim. Bundan dolayı çok rahat bir rol oldu.’
‘Oyunculuğa ve gelecek tekliflere sıcak baktığını’ belirten Genç’in de Şoray gibi kuralları ya da meselá eşcinsel rolünü asla ve kat’a canlandırmayacağını söyleyen Kadir İnanır gibi prensipleri var ancak:
‘Bizi rencide etmeyecek, topluma hizmet edecek ve eğitici özellikteki projelerde yer alabilirim. Kötü adamı oynamam! Hayat tek yönden ibaret değil. İyi bir aile babası, iyi bir iş adamını oynayabilirim. Kötü adam olmak için ortada bir sebep yok. İyiler tarafında olabilecek bir rol olabilir. Ne de olsa işimiz gücümüz yok.’
Genç, diziden alacağı parayı Tunceli’de okuyan ve paraya ihtiyacı olan gençlere verecekmiş. İnşallah... Hayra vesile olmasını umalım...
Eski siyasetçilerin kitap yazmasına alışkındık; şimdilerde dizilerin reytingi daha iştah kabartan bir popülerite sağlayabildiği için anlaşılır bir durum esasında...
Bildiğiniz üzre, KKTC eski Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş da yakın bir geçmişimizde, seneler senesi haber programlarında bir türlü anlatamadığı ‘Kıbrıs meselesini’ hakkıyla anlatabilmek için Kurtlar Vadisi’nde rol almıştı... ‘Kendisi’ rolünde...
Bunun yanında, dış haberler çerçevesinde elimizde bir de şu var: Tayland Başbakanı Thaksin Shinawatra, basın toplantısında, gazetecilerin yanıtlarını, Merkür’ün konumu şans yıldızını kötü etkilediği gerekçesiyle, durum düzelene, yani gezegenlerin dizilişi bir yıl sonra değişinceye kadar yanıtlamayacağını söylemiş bulunuyor.
Benim niyeyse -bir türlü düz yolda düz gitmeyi beceremeyen Merkür’ün yarattığı durumlardan kaynaklanan kişisel gıcığımızın ve bu konuda hezeyan geçiren arkadaşların ayrıyetten bunalım yaratan krizlerinin de payı olabilir tabii- durduk yerde işgüzarlığa girişesim geldi.
Şimdiki iktidarın, bu iki durumu, bir ilham bulamacı şeklinde yoğurup değerlendirmesinin büyük getirileri olabileceğini düşünüyorum.
Diyorum ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, basına ağzını açtığı her sefer içine düştüğü ‘Dün şöyle söylemiştim ama esas söylediğim şuydu’ vaziyetinin yol verdiği durumlara şöyle bir formül uygulasın. Tatlı bir açıklama yapsın:
‘Merkür, bu aralar bizim istediğimiz yönde ilerlemiyor. Bunun bizim belediyelerimizin ve bakanlıklarımızın beceriksizliğiyle alákası yoktur. Altyapı, üstyapı; iç politika, dış politika: Neyse ne sorunları tamamen Merkür’le ilintilidir. Danimarka’da çizilen ve bizi üzerinde basın özgürlüğü yazan bir tuvalet kağıdıyla popomuzu silerken resmeden karikatürün, kendi ülkemizde çizilen karikatürlere açtığımız davalardan da güç alıyor oluşunu... Ulema derken hangi bilimsel merciden bahsettiğimizi... Pazarlamaya gelince şarabın her şeyinden anlayıp yasaklamaya gelince tadından anlamayışımızla gurur duyuşumuzu da; hiiiç sormayın... Biz kendi fikriyatımızı toparlayana kadar... Bir süre görüşmeyelim... Merkür hadisesi, biliyor musunuz... Ehe...’
Hem kendilerinin bir sene sonra piyasaya çıkması gerekmez.
Her diziye bir Kasımpaşa Delikanlısı rolü yazılır. Başbakan da konuk sanatçı olarak rol alır.
Açıklamalarını aralarda, yayınlanan dizilerde yapar...
Topu da senaristlere atar...
Yazının Devamını Oku 20 Kasım 2005
Hah, biz de sizi bekliyorduk... Bu aralar Masum Değiliz dizisiyle ekranlarda olan Çalıkuşu’muz Aydan Şener, Fısıltı Gazetesi’ne verdiği röportajda, ‘Hülya Avşar ile Gülben Ergen’in yaptığı danışıklı dövüştür’ diyor; ‘Dizi mi yapacaklar, kaset mi çıkaracaklar, biri diğerini arar; ‘Sazanların önüne yem atacağım hazırlıklı ol’ der. Öteki de reklam için kabul eder. Şaşıp kalıyorum. ‘En’ lafı çok iddialıdır. Bunu ancak kompleksliler söyler. Bunlar şaşırmış kendilerini. Polemiğe giren bir kadın sanatçıysanız bir numarasınız anlamına geliyor sanki.’
Ben taş bile bağlanmış olsa her türlü oltaya atlayan o sazanlardan olduğum için, bu oltaya da geldim nitekim.
‘Bugüne kadar hakkımda birçok şey söylemelerine rağmen hep sustum. Polemiğe girmeye ne gerek var? Benim haricimdekiler kolay yolu seçti, car car konuştu. Ben zor olanı seçtim. Çünkü ekranda görünmek gibi bir kaygım olmadı. Magazinsel yaşamayacaksınız! Bu, ben başardığıma göre mümkün. Türkiye’de 20 senedir magazin desteksiz zirvede kalmayı başarmış, yalnızca oyunculuk yaparak star olmuş tek sanatçı benim. Kısacası asıl benim rakibim yok!’ buyuran Aydan Şener hanımefendiye sazanca dile gelerek; ‘Peki şu yaptığınız tam olarak nedir?’ diye sormaktan kendimi alamıyorum.
NASIL ÇOCUĞUM İŞLER İYİ Mİ?
Hayatta böyle çelişkiler de olmasa neyle eğleneceğiz bilmem...
Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Nimet Çubukçu’nun son ‘espri’sinden haberdar mısınız meselá?
Akşam gazetesinden Kıvanç El’in haberine göre, Altıncı Çocuk Hakları Forumu’na katılıp 81 ilden gelen çocukları dinleyen Çubukçu; ‘Yarınlara daha güzel bakmak için siz çocukların haklarınızı korumanızdan büyük gurur duyuyorum’ diyor.
Bu sırada söz alan 13 yaşındaki Eşref Er, Yalova’dan geldiğini söylüyor ve devam ediyor: ‘Orada sokakta çalışan çok çocuk var. Ben de bazen çalışıyorum.’
Bunun üzerine Nimet Çubukçu ne sorsa beğenirsiniz?: ‘Nasıl, işler iyi mi?’
Sokakta çalışmak iyi aile terbiyesinden bir şey götürmemiş olsa gerek ki; ‘Bu aralar mendil satışları biraz kesat, kapkaç sektörüne el atmayı düşünüyoruz. Sizin işler nasıl; yurttaki arkadaşlardan gelen ‘Valla billa sizin gibi üstünötesi bir bakanımız olmamıştı’ mektupları reklam getirilerinde artış sağladı mı?’ filan şeklinde bir cevap vermemiş Eşref.
Onun yerine salonda esen buz gibi hava sağolsun, kendi gafına uyanıp; ‘Biz çalışan çocukların okuyabilmesi için elimizden geleni yapıyoruz; aileler zorluyor ama biz hiçbir çocuğun sokakta çalışmasını istemiyoruz’ şeklinde durumu toparlamaya çalışan Çubukçu’ya ‘Yalova’ya gelin, ne kadar çok çocuk çalışıyor görürsünüz. Bir gelin de... Elinizden geleni ardınıza koymayın’ demiş...
ALPAY AYDIN’A SORMAK İSTERİM
Önümüzdeki sazanlar arası olimpik atlama elemelerine katılmayı planladığım için hooopadanak başka bir olta iğnesine zıplarken, Nimet Çubukçu’nun bu şahane sorusundan ilham alası geldi deli ve sazan gönlümün:
Tarkan’ın bu aralar Megamasal kitabıyla gündemde olan eski menajeri Alpay Aydın’a sormak isteriz...
Nasıl, işler iyi mi bari?
Bu aralar adam satışları ne durumda? Menajerlik kadar para getiriyor mu?
Şöhret olmak istemediğiniz için televizyona çıkarken gözlük takmanızla, hiçbir edebi değer taşımayan kitabınızda kiminle, ne şekil yattığınızı anlatıyor olmanız, hafif tertip çelişmiyor mu?
Bundan sonra menajerlikten ekmek yemenizin mümkün olmadığı belli. İkinci kitabınızda üne kavuşturduğunuz ikinci şöhreti de anlatacağınızı müjdelediniz bu arada.
Eee? Sonra ne olacak? Deniz bitti...
O zaman ne satacaksınız? Kendinizi mi? Hani kötü haberi benden duymuş olmayın ama müşteri çıkacağı biraz şüpheli...
Zira bu hamleniz, tahmini hedeflerinin hiçbirine ulaşamamıştır.
Tarkan, yine bildiğimiz Tarkan olarak hayatına devam edecektir. Vakarını koruyacaktır ve bu hadise, ona artı değer olarak geri dönecektir.
Sizin ise toplum nezdinde haysiyetinizin üzerine bir çizik atıldı bile. N’olacak şimdi?..
Üstelik burada sadece meslek hayatı değil, aynı zamanda seks hayatı da tehlikede. Zira yatağınızın mahremiyeti ağır darbe almış durumda...
Hál-i hazırda bir sevgiliniz var mı bilmiyorum, esasında merak da etmiyorum ama eğer ki varsa: O kişi de üçüncü kitabın kahramanı sıfatıyla şöhret kazanacağını ümit eden şöhret aday adayı bir safdil olabilir mi?
Telefonda şöyle bir diyalog dönüyormuş meselá:
- Şekerim, hadi gel sevişelim. Ben sonra seni kitabımda yazarım. Bak, kaç gündür benle ilgili haberlerde Tarkan’ın boy boy fotoğrafı yayınlanıyor. O biçim reklamın olur.
- Tamam ama benim bir roman yazımı boyu sevişecek gücüm yok. Bu aralar moralim biraz bozuk, libido yerlerde sürünüyor biliyor musun? İyisi mi ben seni bir güzel döveyim. Bak Deniz Akkaya’nın da reklam yaptığını söylüyorlar. Demek dayak yemekle de reklam yapılabiliyormuş...
- Olmaz annem... Benim canım tatlıdır.
- Peki o zaman miras kavgasına tutuşalım. Bak Sacit Aslan, Selçuk Aslan’ın miras davasını televizyonlara çıkıp çıtır sevgili bulabilmek için açtığını söylüyor.
- Oğlum, akraba değiliz, ayrıca zengin bir vasim olsa, benim bu tezgáhlarda işim ne? Sen biraz salaksın galiba? Ama soruyu soranda kabahat. IQ derecen, benle bu muhabbeti koyduğundan belli...
Pazar ola diyelim... Ve bir sazan olarak reklam payınıza yapmış olduğum katkıyı takdir edecek kadar haysiyetli olduğunuzu ümit edelim.
Fakat bir daha düşününce... Haysiyet mi dedim? Haysiyet dedim di mi? Balık hafızası bile yok be bende. Sazanlara karşı derin bir empati beslediğimi söylemiş miydim?
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2005
Hürriyet Cumartesi’deki şahsi tarihim açısından bir ilke imza atmış bulunuyorum. (Hastası olduğum bu klişeyi bir kez daha kullanmayı nasip eden Allah’ıma bin şükür!) Pişti olma tehlikesini savuşturmak üzere nihayet köşe komşum Tolga Akyıldız Beyefendi’nin ne yazmış olduğunu önceden kontrol etmeyi akıl ettim.
Gelin görün ki onun yazısının başlığını görünce ‘Hiii! Hay bin kunduz!!! Yine mi!!!’ şeklinde bir tertip hezeyana gelmedim mi, geldim.
Zira bu hafta Boys Anılar grubunun kanat adalesinin ve-
cek /-cak edebiyatının şahikasında gezinen klibinden dem vurmak gibi bir arzum vardı ve Tolga’nın yazısının ‘Bir boyband’in vakti gelmedi mi?’ şeklinde soru soran başlığını görünce yine aynı bulamaca kaşık, pardon, aynı malzemeye kalem daldırdık zannettim...
Benim açımdan asayiş berkemálmış oysa... Hani arkadaş arkadaşa bunu yapmaz ama bir yandan da gazeteci gazetecinin kurdudur ya: ‘Aaa, niye öyle diyorsun Tolga’cığım, memleketin çiçek gibi, hatta çiçek buketi, hatta çiçek modelli pandantif çelengi gibi bir boyband’i var. Nurtopu da ne, havan topu gibi bir boyband’imiz oldu’ deyip (teşbihlere doyamadım), üzerine sahtekárca kikirdeyip, müthiş bir haber atlatmış olmanın gururuyla gef gef gerinebilirim.
Tolga gerçi, Boys Anılar’ın Yabadaba Du adlı albümünü özellikle incelemeye almamış, hatta albümü değerlendirecek kadar ciddiye almamış olabilir. Ki açıkçası ben buna ancak ve sadece hak verebilirim...
Fakat neticede benim köşe aynı zamanda
-ehem!- görsel ‘yara’lara da parmak basıyor. Ve Mustafa Topaloğlu’nun en uzaylı klibini bile yaya ve en dünyalısından yaya bırakan klibi görmezden gelmek mümkün görünmüyor.
Tugay, Uğur, Minto ve Tano (Hayır, fıkra ya da çizgi bant olsaydı belki ama bu konunun içinden Temel ya da Pikaçu geçmiyor) isimli dört gurbetçi genç adamdan oluşan Boys Anılar’ı Televizyon Makinesi’ne konuk olduklarında izlemek nasip olmamıştı.
Ben ki soyağacında birkaç yarasa bulunduğundan emin, sabah güneşini doğurmadan uyumaya muvaffak olamayan bir insanım, ne hikmetse o gece, Televizyon Makinesi’nin sonlarına doğru kanepede uyuyakalmışım. Ertesi gün programla ilgili laflanırken bu arkadaşların methini duydum fakat...
Allah’ın sevgili kuluymuşum diye düşünürdüm ama Allah’ın o kadar da sevgili bir kulu olmasam gerek ki, bana böyle sadistik eğilimleri olan dostları reva görmüş. Bir sabah, telefonum acı acı çaldı. Telefondaki ses, sanki kim olduğunu bilmiyormuşum gibi; ‘Hemen Kral TV’yi aç. Mustafa Topaloğlu seni aldatıyor. Esas uzaylılar başkalarıymış. Kandırıldın. Bu telefonu açan: Bir dost. Dinleyen: Yesin muhitimizin güzide büfe zinciri Bambi’den dilli-kaşarlı bir tost!’ dedi ve telefonu çaaat diye suratıma kapattı.
Açtım ki ne göreyim... Evet efendim: Boys Anılar grubu, Tıpış Tıpış isimli şarkısını icra etmekte...
AMAN TANRIM YETMEZ OH MEIN GOTT!
İlk etapta, uykuyla uyanıklık arasındaki o yerde olmanın gafletiyle, Kral TV’nin logosunu da görmüş olmama rağmen, Eurosport’ta bir vücut geliştirme yarışmasının kıyafetli bölümüne denk geldiğimi zannedip zaplıyordum gerçi. Neden sonra uyandım: Bir kere vücut güzeli yarışmalarında kıyafetli geçit olmuyor. O, bildiğiniz güzellik yarışmalarında oluyor.
E bu arkadaşlar o yarışmalar için biraz fazla kaslı; ayrıca o yarışmaların kıyafetli bölümlerinde de böylesi bir gardırop politikası izlenmiyor. Yani ne bileyim, yakışıklıların takım elbiseyi, smokini filan nasıl taşıdığına bakılıyor.
Buradaysa yok yok: Kapüşonlu, ön fermuarı açık kolsuz yelekler, komando desenli frapan kargo pantolonları (Vallahi var öyle bir şey. Görülmüştür yani. ‘Peki nasıl bir şey o?’ diye soracak olursanız, ‘Anlatılmaz yaşanır’ der ve konudan ikilerim. Kelimeler kifayetsiz azizim.), 80’ler rüzgárına salınmış saçlar...
Ve o dans... Oh mein Gott!!! Ahhh o dans...
O her türlü bisepsin, trisepsin, kanat adalesinin ahenkle raksettiği dans...
‘Dens, dens, dens, zebbaha gadder dens!..’ diye giden bir DJ anonsu vardı bizim ilk gençliğimizde, yani 80’lerde... İşte bu klip de o günlere dair nostaljik bir huzur saldı içime... Biz gerçi her türlü rüküşlüğü bir şıklık tufanı olarak algıladığımız o dönemde bile o anonsla dalga geçerdik. Yani herkes geçerdi; zira sanırım zaten dalga geçilsin diye düşünülmüş bir şeydi ama?..
GÜNDEM DEDİĞİN BÖYLE YAKALANIR
Neyse işte... Grubun resmi internet sitesinde, ‘müziği ve fiziğiyle beğeni toplayan’ grubun elemanları teker teker şöyle tanıtılıyor:
TUGAY: Grubun solisti olup aynı zamanda bağlama ustası. Küçük yaşta babasından aldığı müzik eğitimini konservatuvar eğitimiyle pekiştirdi, gece rüyasında gördüğü şarkıları gece kalkıp not edecek kadar müzik sevdalısı.
UĞUR: Grupta basgitar çalıyor, ayrıca davudi sesiyle yaptığı vokallerle şarkılara ayrı bir renk katıyor. Espritüel ve sempatik bir kişiliğe sahip. Doğulu oluşu sesinin yanıklığının belki de tek açıklaması.
MİNTO: Grubun en enteresan siması; ismini hálá söylemiyor ve asla söylememeye de kararlı.
TANO: Grupta keyboard çalıyor, müzikteki teknik konuların gün ve gün takipçisi olup grubun gündemi yakalamasındaki en önemli birey.
Şimdi Tıpış Tıpış’ın klibinden yola çıkıp, gündemi yakalamaya gayret edelim dilerseniz:
Dört Fabio (Yine 80’lerin meşhur, sarışın yeleli, ABD’li erkek top modeli, ki Allah sahibine bağışlasın: Meselá, 20 yıl evvel bir okyanus ötedeki kıtada yaşayan hayranlarına...) görünümlü adam, sabit duran kırmızı bir motosikletin etrafında ‘Gitçek, gelcek, ah çekecek, tıpış tıpış geri dönüverecek’ filan diyerek ve meydan okurcasına kaslarını şişirerek şarkı söylüyor.
O ‘gitçek-gelcek’ler, aynen bu şekilde, imlá hatalarıyla yazılmış şekliyle, ekranın muhtelif yerlerinde, ‘baloncuksuz çiklet karikatürü baloncuğu’ modelinde belirmek suretiyle, özellikle vurgulanıyor.
Gitçek, ah çekecek ve tıpış tıpış dönüvercek eleman olduğunu tahmin ettiğimiz sarışın, kırmızı elbiseli bir hanımefendi de kalça kıvırtıyor.
Ve nedir yani? Tolga’mız Akyıldız’ımız, hálá memlekette bir boyband olmadığını iddia ediyor!!!
Müzik gündemi deseniz en cıstak ve cek-cak şekliyle yakalanmış, gardırop deseniz, 80’lerden buraya doğru üfleyen bir retro tufanı...
Hem Taş Devri, Fred Çakmaktaş’ın adaleli bedeni ve ‘Yabadaba duuuu!’ nidası sağolsun, zamanı aşmıştır. Zaman, derim, günümüzde yakalanırsa, ancak böyle yakalanır...
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2005
Çarşamba akşamı ana haber bültenleri, tüp bebek tedavisinin SSK kapsamına alındığını müjdeliyordu. Artık maddi imkánı tüp bebek tedavisine elvermeyen çiftler de çocuk sahibi olabilecek yani. O çocuğa sahip olduktan sonra eğitimini karşılayacak kadar birikimleri olacağını umalım. ‘Her çocuk kendi kısmetiyle gelir’ derler ama bilindiği gibi bu çok zaman ‘Saldım çayıra mevlám kayıra’ şeklinde de yaşantılanabiliyor.
Neyse işte, ‘Allah bağışlasın!’ diyelim ve konunun o kısmını kapatalım...
Hani büyük konuşmuş da olmayayım ama şahsen çocuk meselesini epeyce bir süre önce kapatmış bir kadınım.
İstemiyorum kardeşim...
İleride kendi kıçımı toplayabildiğime kani olduğumda doğurmayı düşünebilirim belki, bilemiyorum...
Belki evlenirim, belki evlenmeden çocuk sahibi olurum, belki sperm bankasına başvururum, belki de evlat edinirim...
En büyük ihtimal de E seçeneği, yani hiçbiri...
Neticede benimki bilinçli bir tercih. Çocuk sahibi olmayı çok isteyip de sağlığı müsaade etmediği için olamayan bir kadının hissettikleri üzerine ahkám kesecek değilim...
Fakat, meselá, zaten üç-beş çocuğu olan kadınların, 50’sini geçtiği hálde bir çocuk daha doğurabilmesini, bir ‘başarı öyküsü’ olarak algılamaktan da acizim. Ayrıca elimde imkán olsaydı, tanıdığım birçok ebeveynin çocuk sahibi olmasını gayet faşizan bir tavırla yasaklayabilirdim.
Neyse işte...
Haftalık dergisi, kısırlık konusunu, yazı dizisi şeklinde ele almış. Tuğrul Tunalıgil’in hazırladığı dosyanın bu hafta yayınlanan ilk bölümünün başlığı: ‘En çok mühendis ve avukat spermi makbûl!’
Türkiye’de 10 milyon çift kısırken, 30 bin kadın, tüp bebek yöntemiyle çocuk sahibi olmuş. AKP hükümeti izin vermediği için ülkede henüz bir sperm bankası bulunmuyor.
Türk Jinekoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Bülent Tıraş, zengin hastaların, tedavi olmak, sperm ve yumurta satın almak için Yunanistan, İran, Kıbrıs, Yunan Adaları ve son zamanlarda Kuzey Kıbrıs’a gittiğini, bunun da ciddi miktarda paranın yurt dışına çıkmasına neden olduğunu söylüyor.
2001 yılında KKTC’nin ilk tüp bebek merkezini açan Kuzey Kıbrıs Tüp Bebek Merkezi Başkanı Dr. Özgür Savaş, sperm donasyonu için spermleri yurt dışından, Danimarka’daki sperm bankasından ithal ettiklerini belirtmiş:
‘Merkez Danimarka’da ama spermler çeşitli uluslara aittir. Yani Danimarkalı da olabilir, Akdenizli spermi de olabilir. Özelliklerini sizin seçmeniz mümkündür. Siyah ten, yeşil göz, vb... Fiziki özelliklerinin yanı sıra sperm bağışçılarının mesleklerine de bakılıyor. Bilgisayar mühendisi, avukat, doktor gibi meslek grubundaki spermler revaçta...’
Kadın milletinin tarihinin meşhur klişesidir ya: ‘Ne doktorlar ne mühendisler istedi de varmadım...’
Demek ki ‘Çocuk da yaparım kariyer de’ çağında da bazı şeyler báki...
Hálá mesele ‘ne doktorlar, ne mühendisler’ meselesi biraz yani:
Ne doktorlar, ne mühendisler sevdim ki yoktular. Ben de n’apiim, beş-beş parasını saydım, spermini aldım.
Yazının Devamını Oku