Kavafis’in kulakları çınlasın... Nereye gidersen git, şehir arkandan geliyor hakikaten.
İstanbul’a döndüm. Aylar, aylar sonra, İzmir’den... Havaalanından dosdoğru gazeteye gidip birkaç gün, sadece gazete ile ev arasında mekik dokudum. Taksim’e yürüme mesafesindeki Gümüşsuyu’nda oturmama rağmen, İstiklál Caddesi’ne henüz ayak basmadım.
Mutlaka bir an önce gitmem gereken yerler var oysa. Meselá bizim kahveye, Kaktüs’e uğramalıyım. Ama ‘Beyoğlu’nu bu böğrü deşilmiş háliyle görmek için biraz zaman ver kendine’ dedim. Sanki kavgalı ayrıldığın can-ciğer-kuzu sarması bir yakınının sen uzaktayken hasta olduğunu öğrenmişsin de dönüşteki ilk karşılaşmada onu o sefil düşmüş háliyle görmenin yaratacağı endişe, vicdan azabı, hasret ve her şeye rağmen buruk bir sevincin harmanlandığı bulanık ruh háliyle hálleşebilmek için cesaret toplarcasına...
Geldiğimden beri tek uğradığım, Ziya oldu. Tünel Meydanı’ndaki Kaffeehaus’un Üstkat’ını işletmeye başladı Ziya. Dükkána ‘Hayırlı olsun’ ziyaretinde bulunduğum akşam, gazeteden çıktığımız otomobil, güzergáhı şaşırıp Tünel meydanı yerine Balıkpazarı’nın orada durdu. ‘Ne olacak, yürürüm’ diye düşünmüştüm.
O Balıkpazarı ki benim en depresif zamanlarımda, o rengárenk tezgáhlarına bakıp muhteşem rayihasını içime çekmek için terapi niyetine gittiğim yer; önceki cümlenin tırnağa alınmış bölümünün ‘Ne olacak’ kısmına biraz daha kafa yorsam, iyi edermişim.
İnsan, okuduğu ilkokul düşman bombardımanıyla yerle bir edilmiş gibi bir hisse kapılıyor. Hakikaten Taksim’e çıkmak için birkaç güne daha ihtiyacım var. Yok yani; ‘yaslı gittim, şen döndüm’ ve döner dönmez aynı matem karalarına bürünmeyi de göze alamayacağım.
Sonra meselá ‘Gitti biraz, kaldı bir yaz’ durumunu hesap etmediğim, çok daha kısa bir süre kalacağımı tahmin ettiğim için yine, ‘Bir hafta kadar sonra görüşürüz, ben kısa bir mola alabilir miyim, alabilirim değil mi?’ diyerek resmen firar etmiş olduğum fizik tedavi merkezine gitmem lázım.
İzmir’e giderayak hacamat ettiğim ayak bileğim, zorladığımda hálá sızım sızım... Hatta zorlamadığım zamanlarda da bilek, vicdan suretinde sızlıyor... Müstehaktır bile diyemeyeceğim, müstehakı aştım. Tedaviyi yarım bıraktım; ‘Yandım Allah!’ nidalarıyla gittiğimde anında randevu vermiş ve onca ihtimam göstermiş insanları da, ‘ha döndüm-ha dönüyorum’ modunda yaşadığım için, habersiz... Rezalet yani...
Peki bilin bakalım?.. Bu ‘yapmak gereken şeyler-gitmek gereken yerler’ kalabalığı içinde bendeniz gide gide nereye gittim? (Ki yukarıdakiler, misálen yazılmış örnekler... Yoksa ‘meli-malı listesi’nin maddeleri, bir elin parmaklarını ‘biraz’ geçer. Kırkayaklaın ayak parmakları varsa, o parmak hesabı uyar belki... )
EXPO 2015’e ev sahipliği yapmayı hedefleyen İzmir’in, Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ve Nebil Özgentürk’ün Güleryüzlü İzmir Şarkısı isimli İzmir belgeselinin de bir kısmının gösterildiği akşam davetine!!!
Uzunca bir süredir İzmir muhabbetinin cılkını çıkardığımı düşünenlerden de af dileyerek, yarın konuya tekrar döneceğiz efen’im...
Yarın, sonsuza dek değilse de bir süreliğine son kez, yine, İzmir’den bahsedeceğim...
Sonra, işte, bildiğiniz yani... Dünyaya İstanbul penceresinden bakmaca... Ve İstanbul’daki, yárenlerle-tanışlarla karşılaşıp sarılışmaca...
Şaka maka fena da özlemişim ayrıca... Hoşgeldik mi bilemem de hoş bulduk; orası kesin.