15 Aralık 2005
Sanırım bu yıl hayatımda ilk kez, dalga geçtiğim bir şeyi yapacağım ve ‘Yeni Yıl Kararları’ alan insan türüne mensup olacağım. Bilginin ‘göktaşı mı desem yıldız mı desem yağmuru’ gibi aktığı günümüzde, aşırı yüklemeden ‘çöplükten mi desem kara delikten mi desem beter’ kımıl kımıl kımıldaşan beyninin, sıkışıklıktan infilak etmemesi için, önceliklerini belirlemek için bir ‘liste’ye ihtiyaç duyuyor.
Çocukluğa dönmenin 30’lu yaşlarındaki insanlara değil, ihtiyarlara mahsus bir durum olduğu iddia edilebilir tabii...Ne bileyim, doğuştan ihtiyar tabiatlı insanlar, o anlamda kendi içindeki döngüsünü orta yaşında tamamlıyordur belki.
Ya da yine kimbilir, bu belki de gerçekten yetişkinliğe geçiş dönemidir. Ve yetişkinlik, salt aklına güvenmeyip, bir de yazılı listelerle, ne bildiğinin sağlamasını almayı akıl edebilmektir belki.
Kafası karışık bir insanın ne düşündüğünü anlayabilmek için günlük tutması gibi...
‘Hızlı akan tarih’te, yazı bile uçan-kaçan bir şey olabiliyor malûmunuz...Tam da bu yüzden, bir süredir bıraktığım günlük tutma disiplinine dönmeye karar verdim; ilk Yeni Yıl Kararı bábında...
Ama öyle ‘Sevgili günlük, bugün yine...’ diye başlayan günlüklerden değil.
Bir kenarda kelimelere dökülmüş bir şekilde o gün olup bitenlerin özeti, bir kenarda o günün rakamlarının dökümünün alındığı bir işlemler dizisi, bir diğer kenara iliştirilmiş bir fotoğraf ve bir başka köşede her güne yeni bir imza atarcasına, elle çiziktirilmiş bir çizgi-resim karesi...
Başka?.. İkinci karar?.. Henüz bilmiyorum valla. Bazı şeyleri de doğal akışına bırakmak lázım; değil mi mirim?
Bakalım yarın sabah nasıl bir güne uyanacağız. Ama yeni kararlar almaya karar verdim. Ki bu tarihte, en azından buna karar vermiş olmak bile benim için hayli enteresan bir gelişim.
İlk karar günlük tutmaksa, karar almaya karar vermek, birden önceki karar maddesidir diyelim... Sıfır rakamı kadar etkili o madde...
Yeni bir yıla doğru geri sayımda olduğumuzu hayatımda hiç bu denli iliklerimde, hücrelerimde hissetmediğimden olsa gerek, bugün itibarıyla, birden önceki karar bábında, yeni kararlar almaya karar verdim.
Kalan kararları da yeni yıla doğru günler teker teker ilerlerken, bir yandan da gün be gün geri sayarcasına alırım.
Malûm, demokrasilerde ve masallarda ve bilgisayar oyunlarını andıran günümüz hayatında, koordinatlar ve alternatifler tükenmez...
Mühim not: Bir süredir, outlook express’imin iletişim akışında sinir bozucu bir durum söz konusu. Benim e-posta adresimden abuk subuk mesajlar alanlarınız varsa, özür dileyemeyeceğim, zira müsebbibi ben değilim. E-posta yollayıp da yanıt alamayanlarınız da lütfen üzerinize alınmayınız. Zira mesajlarınızı okuyamıyorum. Bilginize arz ederim...
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2005
Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın eşi Semiha Yıldırım’ın tek başına oturduğu fotoğrafın koparttığı fırtınanın üzerine, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Yeni Zelanda’da, yatta çektirdiği, durumu ‘tashih’ eden fotoğraf var ya hani. ‘İnce’ düşünüp, masaları birleştirelim diye öneri getiren Başbakan’ın bizzat kendisi. Kadınlı erkekli, hep birlikte oturmuş, yemek yiyorlar; ne güzel değil mi...
Hakikaten şahane bir fotoğraf.
Ah bir de Başbakan, objektife gözlerinde delici bir öfkeyle bakacağına, gülümsese, hani neredeyse ‘mutluluğun resmi’ olacakmış.
Keşke insanın mitos çoğalmayla üreyen amip gibi değil de birleşmeyle üreyen, bir canlı türü olduğu hiç unutulmasa değil mi...
Evet efendim, şu malûm alt kimlik, üst kimlik meselesi...
Başbakan, seyyah olmuş, dünyayı geziyor. İki günde, üç ayrı ülkeyi ziyaret edebiliyor.
Bir gün Haka dansıyla karşılanıyor, diğer gün, ABD’nin ‘nefesi Müslüman kokan’ herkese paranoyayla yaklaştığından yakınıyor.
Sonra da buyuruyor: ‘Türk halkının üst kimliğini din belirler’ diye...
Nedir bu, şaka olabilir mi?
LAHANA SUYU İÇECEK GAFİLLER BEKLENİYOR
Turizm için yeni atılımlar söz konusu. Türkiye’de sadece denizler, sahiller değil, kültür de cazibenin bir parçası olsun isteniyor.
Çok güzel. Gelin görün ki beri yandan da turistik beldelerde içki içilecek yerler, kırmızı noktalarla, kırmızı hatlarla belirleniyor.
Herhalde gelir elde etmek için turist niyetine lahana turşusu suyu içmeye meraklı gafiller bekleniyor.
Bu ülkenin kültür turizminin zenginliği, bütün dinlerin ve pek çok ırkın birlikte, kadınlarla erkeklerin yan yana, hayatı paylaşarak yaşamayı başardığı tarihinden geliyor.
Ve kimin neye inandığını, yüreğindeki Allah bilir.
Kimsenin bu ülkenin nüfus cüzdanını taşıyabilmek için neye inandığının hesabını hükümete vermesi gerekmiyor, gerekemez, gerekmemelidir.
Allah, hükümetin tekelinde değildir ve kendisi üzerinden siyaset yapılmasından pek hoşlandığını da zannetmiyorum.
Bu ülkede, kadınlar, hukukun önünde, erkeklerle eşittir. Tam 71 senedir...
Kadınları dışlayıp, onlara üzerinde abuk paltomsularla yüzebilsinler diye ayrı plajlar açmakla, ufka doğru at gözlüğüyle bakıp, herkesin tabiyetini, cinsiyetini, namusunu sorgulayıp, ondan sonra Anıtkabir’i ziyaret etmekle maalesef Atatürkçü olunmuyor.
TÖRE CİNAYETLERİYLE UĞRAŞMAYA NE DERSİNİZ?
Kendini bilmez bir zıpır olduğumuz için sormadan edemeyeceğiz: Kırmızı hatlarla uğraşacağınıza töre cinayetleriyle uğraşmaya ne dersiniz?
AKP Merkez Yürütme Kurulu, iktidara sert eleştiriler yönelten Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez ile ‘Parti içi demokrasi eksik’ diyen Afyonkarahisar Milletvekili Mahmut Koçak’ın durumunu incelemeye almış.
Demokrasiye buyrun...
‘Partide iletişim ve paylaşım sorunu var. Biz el kaldırıp indirme makinesi, kurşun asker değiliz’ dediği için disiplin kuruluna sevk edilmesi söz konusu olan Çömez’le ilgili, AKP MYK Başkan Yardımcısı Hayati Yazıcı, ‘AKP Grubu’nda demokrasi ve özgürlük var. Sert ve incitici olsa bile görüşler ifade edilebiliyor. Yine de daha itinalı şekilde görüşler ortaya konabilirdi’ demiş gerçi ve kendisini toplantıya çağırmış.
Geçinmeye gönlü olan Çömez’in bunun üzerine açıklaması da malûmunuz: ‘Görüşlerimi her platformda söylemeye devam edeceğim.’ Kendisine disipline sevk edileceğine ilişkin bir belge ulaşmadığını söyleyip ekledi: ‘Gerekirse Dreyfus olurum.’
GELECEK DE BİR GÜN GELECEK DEMOKRASİ GİBİ
Gazetecilerden talebi de bu konuda ellerini taşın altına koyup gerekirse Emile Zola olabilmeleri.
Haddimizi aşıp Zola olduğumuzu iddia etmeyeceğiz. Ama evet, gazeteciyiz: Madem öyle biz de taşın altına elimizi koyalım.
Evet: ‘J’accuse!’ Suçluyorum yani...
Demokrasi böyle bir şey değildir.
‘Mış gibi’ yapmakla, demokrat olunmaz yani. Kadınları dışlamakla, IV. Murad politikalarıyla, suç unsuru teşkil etmediği, başkalarının haklarına tecavüz etmediği sürece insanları parmakla gösterip, ‘Sen şusun, sen busun, sen ÖTEKİSİN’ demekle demokrat olunmuyor.
Dünya vatandaşı hele, hiç...
Demokrasi, güzel kelime... Bu topraklara da çok yakışıyor.
AKP dünya ligine girmek istiyorsa, demokrasiye uyacaktır. Öyle kendine müslüman modeli, ‘demokrasi bana uysun’ dedin mi, onun adına demokrasi denmiyor.
Espriden yoksun, kötü bir şaka deniyor.
Umut, garibin ekmeği ya... Yine de güzel gelişmeler bekliyor deli gönül.
Olmadı, gider gariban Zola başımızı ipten alsın diye bir avukat tutarız. Adalet dediğiniz şey vardır çünkü. Hukuk çuvallasa bile bir üst kimlik bábında: İlahi adalet diye bir şey de vardır. Sorun ulemaya anlatsın.
Ve evet: Demokrasi de bir gün gelecektir. Çünkü zaman dediğiniz muttasıl akar ve gelecek de bir gün gelecektir.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2005
Bazen hayat vıdı vıdı meraklısı bir piranha sürüsü şeklinde çullanır ya insanın üzerine... Her kafadan bir ses çıkar ve gürültü kirliliğinden, bağırarak düşünme ihtiyacı hissedersin. Kendi düşünceni duyabilmek için...
Döner, günlüklerini silbaştan okursun. Gider denize bakarsın. Eski dostlarına telefon açarsın. Eski fotoğraf albümlerini karıştırırsın.
Ve ruhdaş bir yárenin sesinden, güzel bir şarkı dinlemek istersin.
Şebnem Ferah, bu gibi durumlarda ilaçtan öte, serumdan öte, kan nakli gibi yetişen birkaç hakikatli şarkıcıdan biridir, cankurtaran gibidir benim için böyle zamanlarda.
Kayboldun mu çıkış yolunu işaret eden ışıklı bir tabela gibidir Şebnem Ferah. Masalda, ormanda kaybolan ve kötü kalpli cadının şekerden, çikolatadan, kurabiyeden yapılmış kulübesinde cadı tarafından bonbon misáli hüplenecekken, yere döşedikleri taşlar sayesinde geri dönüş yolunu bulan Hansel ve Gretel’in (ki onların da elálemin evini kemirmeye yeltenen obur ve şımarık veletler olduğu iddia edilebilir tabii!) çakıl taşları gibi...
Şebnem Ferah taş gibi şarkısında diyor ya hani: ‘Benim çakıl taşlarım var irili ufaklı / Kaybolduğumda yere yayıp yol yaptığım / Çakıl taşlarım var her yerden topladığım / Boşluğa düştüğümde oyunlar yaratıp oynadığım...’
Ferah’ın beşinci albümü Çakıl Taşları’yla aynı adı taşıyan klip, Can Kırıkları’nın ardından huzura gelen ikinci çalışma.
Tanıtım bültenine göre ‘hayali bir yol hikáyesi’ olan ve Tekirdağ civarlarında, Gürcan Keltek yönetmenliğinde çekilen klipte, ‘bir benzin istasyonunda tesadüfen bir araya gelen insanların (Şebnem Ferah’ın yanı sıra Süreyya Güzel ve Murat Prosciler de rol alıyor.) kafasında olup bitenler anlatılıyor’muş...
Geniş bir araziye konuşlanmış bir istasyonda birbirine teğet geçen insanların, konuşmadan anlaşması ya da yanlış anlaşması...
İlk gençlikten kalma bir şiirin mısraları gibi: ‘Alas for our missed understandings / Alas for our unhappy landings / (...) / I wish we could do it again...’
Mealen, özlenen ve kelime oyunuyla aynı zamanda hem bir karşılıklı anlayışı hem de yanlış anlaşmayı selámlayan o şiirdeki gibi... Hayat çünkü, Tanrı’ya ulaşacak kadar yüksek bir bina, yani Babil’in Kulesi’ni inşa etmeye çalışırken cezalandırılan insanların hikáyesi gibidir çünkü bazen. Tanrı kendisiyle boy ölçüşme küstahlığını gösteren, o zamana dek aynı dili konuşan insanları, bir anda ayrı diller konuşmakla cezalandırır ya hani: ‘Ulan beni bir tek sen anladın, sen de yanlış anladın!’ diye höyküresi gelir insanın.
Oysa bir anlam varsa -ki vardır- bu anlamda ne konuşmanın yolları tükenir, ne de susmanın... Şebnem Ferah’ın dediği gibi:
‘Benim bir sözlüğüm var / Unutulmuş bir dil / Oysa ki içinde her şeyin anlamı gizli / Benim bir gözlüğüm var sol camı kırıldı / Taktığım zamanlarda içini gösteren adeta...’
Sonra zaman geçer, devran döner, kaos diner, bütün taşlar mükemmel bir matematikle yerine oturur. Ve hayat silbaştan kendi sağlam, dingin ritmine kavuşur.
İnsanın durduğu yere bir sfenks gibi çöküp kalası gelir. Şebnem Ferah’ın dediği gibi:
‘Benim hiç boyanmamış dört duvarım var / Çatlaklarından sızıp içinden geçtiğim / Benim hiç yıkılmamış duvarlarım var / Dikkatle baktığımda ardını gördüğüm adeta...’
Şebnem Ferah, şahsi kanaatimce, bu ülkeden gelmiş geçmiş en iyi şarkı yazarlarından biri.. Aynı zamanda en iyi vokallerden biri olduğu gibi. Kendi sözlerini, kendi sesiyle, yalansız, söyleyen.
Ömrüne bereket dilemek lázım. O ki henüz yazdığı hikáyenin sonu gelmemiştir:
‘Benim bir hikáyem var / Sonunu yazmadığım / Benim bir sevgilim var / Henüz tanışmadığım / Benim umudum var, benim umudum var, benim umudum var / Sen hiç ‘hiç’ oldun mu? / Birden duruldun mu? / Bulanıkmış berrakmış her suyu içtin mi? / Altında ağ olmadan yerden yükseldin mi? / Tam zevkine varmışken birden yere düştün mü? / Sen?..’
Bizim de var efen’im; umudumuz yani...
Değil mi ki gerçek zafer, hiç düşmemek değil, yere çakıldıktan sonra tekrar ayağının üzerine dikilebilmektir. Neticede büyük şair Necatigil’in dediği gibi: Geçer, geçer, geçer... Bütün masallar, mutlu sonla biter... Bir varmış bir yokmuş; Şebnem Ferah hikáyelerini anlattıkça, biz çıkmışız kerevetine...
Yazının Devamını Oku 9 Aralık 2005
Sabahtan beri gazeteleri mıncık mıncık okudum. Atatürk’ün hangi takımı tuttuğu, Şebnem Schaefer’ın bekáret raporu, Fener-PSV maçı, kadınlara özel cami açılsın mı açılmasın mı tartışması, Abdullah Gül’ün türbanı karısının hatrına savunduğunu söylemesi, CIA’in şimdilerde tırmalayan hurmaları...
Her hadise, ayrı gazetelerin, ayrı yazarlarının perspektifinden, ayrı ayrı...
Haber, salt haber değil artık çünkü. Haberi nereden aldığınız da aynı oranda ehemmiyet taşıyor. Öyle ya azizim, herkesin bir duruşu var.
Politika, spor, seks... Hayat denen oyunda, herkes kendine göre bir pozisyon alıyor. Üstelik, hayat, teşbihte hata olmaz, bir maçsa eğer, kimileri ağır faullü, sakatlamaya niyetli faullü oynuyor.
Allah’tan hayatın her şeye rağmen olağanüstü, mültefit bir yüzü de var. En beklemediği anda huzurda bir mucize şeklinde belirebiliyor.
En iyi arkadaşımın annesi -ki hem ikinci annem addederim kendisini, hem de en iyi arkadaşlarımdan biri- bir günlüğüne İstanbul’a gelmiş.
Gözlerimin içine, mavi-gri gözleriyle, şifa verir gibi, en içinden gülerek baktı ve esasta neyin önemli olduğunu hatırlattı:
İnsanın ufkunu, geçen yıllarla genişleteceğine daralttığını... Oysa buna hiç de gerek olmadığını...
Bunun omurgaya zarar verdiğini... Oysa omurga denen şeyin, dimdik tutmayı becerdiğinde, nefes alır gibi nefes alıp verebilmene imkán tanıdığını...
Dandik bir pozör olmaktansa postürü dik tutmanın sağlığa fayda sağladığını...
Çocukluğumu, ne beklediğimi bilmeden bekleyip durduğum uzuuun bir can sıkıntısı olarak hatırlarım. Gülen bir fotoğrafım neredeyse yok denecek azdır çocukluğumdan kalma...
Şimdi anlıyorum ki oysa, can sıkıntısıyla baş etmeyi en iyi bildiğim dönemmiş o.
Ağaçlara çıkarak, çeteler kurarak, okuyarak, resim yaparak, oyunlar icat ederek...
Bir yandan da ne kadar zamandır içten bir kahkaha atmadığımı...
Oysa şükretmek lázım ve hakikaten işkembeden değil, omurgan dik olduğu için ciğerden kahkaha atabilmek...
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi derler ya. Ve bir kahkaha, bir pirzola... Bünyeye gülmek gerek...
Yogaya başlamalı... Ahmet Güntan’ın canım şiiri Ormanların Gümbürtüsü’ndeki gibi üzerinde dünya haritası olan bir uyku tulumuyla uyumalı. Müziği daha iyi bir kulakla dinleyebilmek ve sporu daha iyi bir gözle izleyebilmek için matematik çalışmalı. Ve ‘espri’ diye dayatılan andavallıklara, evet, kesinlikle, tepeden ve yine de gülerek bakmalı. Kendi esprini üreterek yani... Çocukça bir safiyet ve gaddarlıkla, gerekirse alay ederek. Dalganı geçersin, o olur... (‘Dalga dediğin denizde olur’ diye giden bir espri noksanı deyiş de vardır ya hani. Çocukken büyüyünce ne olmak istediğimi sorduklarında, yunus balığı diye cevap verirdim. Reenkarnasyon diye bir şey varsa, benim bir sonraki hayatım için dileğim budur.)
O zaman, insanın genç de ölse ihtiyar da, mutlu ölmesi mümkündür.
Oyundan zevk almaya bakmalı belki. Tek işi denizde zıplayıp hoplayıp tiz kahkahalar atan yunuslar gibi...
Ha, bir de tabii, bu arada, köpekbalıklarını da fena döver yunuslar. Bir de o var...
Birkaç gündür, Şebnem Schaefer’ın bekáret raporunu bilemeyeceğim, benim kafam, ‘kafa karışıklığı raporu’ gibi çalışıyor. Kusura bakmayın yani daldan dala atlayan bir muhabbete sardıysam.
Demem odur ki: Oyun oynarken eğlenmekte fayda var. Sağlam bilgidir. Çocukluktan kalma bir bilgi. Hem omurgaya da iyi gelir.
Bütün çocuklara hararetle tavsiye edilir... Çocuklar ki tarih kadar ihtiyardırlar...
Yazının Devamını Oku 8 Aralık 2005
Pazartesi akşamı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın, Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde sergilediği, Romanyalı Matei Visniec’in yazdığı ve Orhan Alkaya’nın yönettiği Savaş ve Kadın adlı oyuna gittim. Eski Yugoslavya’nın dağılmasını, biri tecavüze uğramış Bosnalı, diğeri de toplu mezar kazıcılarına psikolojik destek vermek için orada bulunan ABD’li bir psikiyatrist olan iki kadının diyalogları aracılığıyla anlatıyor oyun.
Yıllar yılı dip dibe yaşayan, komşuyken bir anda düşmanca şarkıların makamından çalan insanların, savaşla birlikte birbirlerini nasıl kırdığına ve savaşı nasıl kadınların namusları, pardon, ‘namus’ları üzerinden yürüttüğüne dair insanın içini deşen bir oyun; yine pardon, ‘oyun’:
‘Eskiden savaşlarda bedenlere hançerler sokup çıkartılırdı. Şimdi intikam almak için birbirlerinin kadınlarının bedenlerine penis sokup çıkartıyorlar.’
Boston’lu psikiyatristin, etkileyici repliği ki mübarek, hayatın özeti gibi...
İnsanlık tarihinin en güzel, en üretken faaliyeti, seks, savaş söz konusu olduğunda, en öldürmez süründürür türünden, beter bir vahşete dönüşüyor: Tecavüze, ırza geçmeye...
Şimdi, kulağa çişli bir nahiflik tufanı olarak gelebilir ama bu hayatın travmadan doğmayan mutlu çocuklara ihtiyacı var.
Ve ‘Dünya barışı’ denen şeyin, sadece güzellik yarışmalarında, ‘Hadi kızım, biz seni güzelliğin için seçeceğiz ama kafan da basıyor mu anlayabilmemiz için şöyle şerbetli bir dilek de tutuver’ sorusuna verilecek bir cevaptan çok öte bir şey olabilmesini istiyor insan.
Dünya barışı dileğinde bulunan güzellik kraliçelerinin eblehten öte bir birey olabildiği ve bu dileğinin ‘ebleh’likten öte bir şey olarak addedileceği günleri, öylesi bir izanı görebilmeyi...
Barışın, o malûm pazarlama tabiriyle ‘win-win’ anlamına gelebileceği günleri görmek, bu hayatta nasip olur mu bilinmez. Bilinmez ama şiddetle umulur... Yine de -dilediğiniz gibi dalganızı geçebilirsiniz- nihai olarak öfkeden, hırstan ve kasaba hıncı, kasaba kurnazlığı güden bir izandan ziyade umuda inanan bir Kova burcu mensubu olarak, inanmaktan caymam mümkün değil.
Kabûl: Bu çişli bir metindir. Modern çağı uykudan esneten ütopik klişelerden ibarettir. Fakat bu aralar ‘kanla karışık ideal’ işeyesi var bünyenin, biliyor musunuz... Niyeyse artık?..
Ve kimi çişli klişeler, bir türlü hayata geçemeyen hálleri çağıran dualar gibi vardır. Ve hep olacaktır.
Evrim belki de şöyle bir şeydir: O klişeleri, yüzünde dalgacı bir sırıtışla, aşağıdan ya da yukarıdan değil de yanıbaşından, omuz başından izleyebilmektir. Zamanın, izafiyetten anladığı, kimbilir, belki de: Eşitliktir.
Kendi kuyruğunu kovalayan bir köpektir belki zaman.
İllá ki başladığı yere, kendine, özüne dönecektir.
Bak işte bunun için savaşmaya değer. Gerekirse kendinle... Nasılsa hiçbir kuçunun intiharının ya da cinayetinin ya da idamının kanı yerde kalmaz. Ve hiçbir surat, nakil kaldırmaz. Ne nakil kaldırır, ne de suret kaldırır...
İfade, nev’i şahsına münhasırdır, kendi takviminde yaşlanır, kendine benzer, Tanrı’nın oya gibi işlediği bir kar tanesidir, üniktir, biriciktir.
Ve evet: Eblehçe: İyiler galip gelecektir. Savaşın olmadığı o yerde...
Uzun zaman alsa da, çokça acıya mal olsa da: Kazana kazana... Win’e win’e...
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
Çiğköfte ve boks eldiveni almayalım Sayın Milletvekili, o muhabbete karnımız tok. Hatta bu konuda mide fesadı geçirmek üzereyiz. Onun yerine mümkünse icraat alalım.
‘Saymadım sayamadım’ seferler söylemişimdir: Şu hayatta ne ırkımla, ne milliyetimle, ne memleketimle, ne sülalemle, ne mesleğimle, ne okuduğum okulla, ne tuttuğum takımla, cinsiyetimle gururlandığım kadar gururlanmadım.
Alt kimlik-üst kimlik muhabbetine biz de bir kenarından bulaşacak olursak: Sonra sırasıyla neysem neyim; önce kadınım...
Ve evet, varolmak gibi bir derdim var ve hayır, lolo çekesim yok.
Kadınların her türden başarısından, dış kapının harici mandalı olsam da kendime bir gurur payı çıkarmam da bu fanatizmden kaynaklanır...
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2005
Bu aralar, aşk hayatımızın bitpazarına nur, sonbahar yaprağı ve kar yağıyor.
Günümün yarısı; ‘Ben bal arısı gibiydim senden önce / Bak pervanelere döndüm seni görünce’ diye terennüm etmekle geçiyor...
Diğer yarısı içli içli; ‘Yok, öyle el gibi durma gül biraz / Sana gülmeler yaraşır / Yok, öyle güz gibi soğuk olma / Güz ayrılık taşır’ sözlerini terennüm edip durduğum yerde hüzünlenmekle...
Başucu Şarkıları 2’den ilk klibini, Can Özbatur yönetmenliğinde, Özdemir Erdoğan klásiği Pervane’ye çeken muhteşem Zuhal Olcay sağolsun...
Bir de Tuğba Özerk’in sesinden, Kamil Aydın yönetmenliğinde, 16 mm.’lik kamerayla çekilmiş, bültene bakacak olursak (Özerk’in yüzünden evvel kalçalarıyla müşerref olmamızı sağlayan) ‘Lo Lo Lo’ya inat bir kış klibi’ olan, canım Sezen Aksu şaheseri El Gibi var tabii...
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2005
İstanbul’a döndüğümden beri kiminle karşılaşsam, sanki fi tarihinden beri firari olan ben değilmişim gibi, gayet şuursuz bir pişkinlikle; ‘Yahu görüşmüyoruz, nerelerdesin?’ tonundan lafa giriyorum. Muhabbet her seferinde aynı seyirde gelişiyor: ‘Ben buralardayım esasında. Sen pek görünmüyorsun?’
‘Doğru be... Ben yoktum hakikaten, di mi?..’
İzmir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun evsahipliğini yaptığı ve Nebil Özgentürk’ün Güleryüzlü İzmir Şarkısı adlı belgeselinin de kısmen gösteriminin yapıldığı gecenin düzenlendiği Feriye Lokantası’nın girişinde, Haşmet’le (Babaoğlu) karşılaştık.
Haşmet, eksik olmasın erken davranıp, ‘Nerelerdesin?’ tonundan girmeme fırsat bırakmadı. Fakat tipik Haşmet olarak, yine zinciri bozdu, ezberi dağıttı.
Sarılıştık. ‘Aaa!’ dedi, ‘Sen n’apıyorsun ki burda?’
‘Döndüm ki ben İstanbul’a’ dedim, devrik devrik...
‘Hoşgeldin de...’ dedi, ‘BURADA n’apıyorsun?’
Şöyle bir bakmışım yüzüne... Sonra bir kahkaha tufanı şeklinde püskürdüm tabii: ‘Sen hadiseyi iyice köpürttün artık latan İzmirli! Hani hasbelkader İzmirli olduğumuz için biz de davetliyiz biliyor musun? Gecenize katılabilir miyim yüksek müsaadenle?..’
Aramızdaki eski bir koddur bu. Haşmet’e dair bin yıllık iddiamdır. Ona isim mi taktım, tanı mı koydum denir bilemiyorum ama kendisini yıllardır böyle çağırıyorum: ‘Latan İzmirli...’
İlkgençliğini Moda sahillerinde geçirmiş bir İstanbullu olmasına rağmen, itiraz da etmiyor yani. Bilákis, o gece yanımda konuştuğu, İzmirli olup olmadığını soran herkese -göz kenarından bakıp yamuk bir sırıtışla kendisini izlediğimi de gördüğünden- ‘Valla, arkadaşlar, latan İzmirli olduğumu söylüyor. Kararlıyım, kendime manifesto kıvamında bir hikáye yazacağım. Artık bu meseleye bir çözüm bulmanın zamanı geldi’ dedi.
İyi bari... Senelerdir beni fıtık ediyor. Hep aynı, hep aynı:
Ben, İkitelli’de kahır doldurmaktayken, Alaçatı gölgeliklerinin esintisinden bahseden yazılarını okuyup, yine arabaya atlayıp, basıp Çeşme ya da İzmir’e gitmiş olduğunu öğreniyor, haset içinde diş gıcırdatıyor ve ona tehdit telefonları açıyorum.
Adam ölümüne susamış olsa gerek ki aradan bir ay bile geçmeden, akşamlardan bir akşam vakti telefonuma bu kez; ‘İnanmayacaksın, şaka gibi ama şu anda Karşıyaka Parkı’nda piknik gibi bir şey yapıyoruz’ diye mesaj atıyor.
Kafayı yemek işten değil...
Barkovizyondan Nebil’in filmi gösterilmeye başladığında, daha döneli şunun şurasında kaç gün olmuş, buna rağmen burnumun direği sızladı hasretten..
Önümüzdeki her 9 Eylül’de çıkarıp çıkarıp tekrar yayınlanacağını tahmin ediyorum ama umarım, belgeselin bütününü izleyebilmek için illá ki 9 Eylül’ü filan beklememiz de gerekmez.
Şu anda, elimde 2015’te EXPO’nun evsahipliğini yapmayı hedefleyen İzmir’in Büyükşehir Belediyesi’nin projelerini anlatan kitapçık var. Geçtiğimiz aylarda Universiade’ın şahane bir şekilde altından kalkan İzmir için gayet ayakları yere basan bir gayedir derim... Tarih geleceğin teminatıysa eğer, neden olmasın hemşerim?
Malûm, İzmir Enternasyonal Fuarı, önümüzdeki eylülde, kapılarını 75. kez açacak. Ki, projelerin anlatıldığı dosyayı incelerken gördüğüm, şahsen gülmekten yarılmama neden olan zarafet belgesi de yine, Belediye’nin her şeye ne kadar hazırlıklı olduğunun delili:
1-10 Eylül 2006’da düzenlenecek 75. İzmir Enternasyonal Fuarı için davetiye çıktı dosyadan iyi mi!!! LCV’li me-ce-ve’li...
Ben telefon konusunda kendime pek güvenmediğim için şimdiden buradan cevabımı vereyim: Elbette icabet edeceğiz efendim... Dedim ya, şimdiden İzmir’i özledim...
Yazının Devamını Oku