Ebru Çapa

Mesih bayramda kime gitti

15 Ocak 2006
Biraz geç olduysa da kusura kalınmasın... Ayrıca geç olsun, güç olmasın: Geçmiş Kurban Bayramınız kutlu olsun ve Bülent Ersoy üslûbuyla dile getirecek olursak: Ablanız, yani naçiz muharrireniz size kurban olsun. "Değişerek gelişim" geyiği bir yana, hani memlekette hiçbir şey değişmiyor ya...

Bu yıl da müreffeh Türkiyemin insanları, imkánları elversin vermesin, kredi kartlarına yüklenip dokuz günlük tatil seferine çıktı.

Bir bayramı daha iki bin küsur kişinin kurban keseceğim diye kendini hacamat etmesiyle, kurbanlıkların kellesine odun saydırmasıyla, danaları mutfak penceresinden dışarı sürüklemesiyle mürüklemesiyle idrak etmiş bulunuyoruz.

Bu yıl da sokaklarda AB’ye uyum kaidelerini iplemeyen kan ırmakları akıyor; şaşırıyor muyuz, şaşırmıyoruz.

Bu bayramın geçmiştekilerden yegáne farkı belki de milli piyangonun bayram çekilişi için bilet alan zengin aday adaylarının, üzerilerine kuş pislemesi hálinde, kendilerini ekstra şanslı addetmek yerine, "Ederim böyle şansın içine!" nidalarıyla, kuş gribi tırsaklığıyla, hastanelere koşması filan olabilir.

Vesileye gel... Kuş gribi hadisesi sayesinde, Süleyman Demirel’in Güniz Sokak’taki meşhur evinin arka bahçesinde 12 adet tavuk beslediğini de öğrenmiş bulunuyoruz. Deli dana salgını olsaydı, arka bahçeden en büyükbaşından birkaç sığır da çıkar mıydı; bilemiyoruz.

Bu arada Mekke’de yine bildik izdiham yaşandı; sekizi Türk, 369 hacı adayı, sizlere ömür...

Yine bu arada Recep Tayyip Erdoğan, "gelişerek değişim" muhabbetinde ısrarlı. Rize’de yine, ışık hızı süratiyle klişeye dönüşmüş o malûm cümleleri sarf ediyor: "15 ilde 15 üniversite yasasını değiştirip Köşk’e yeniden göndereceğiz. Gelişerek değişenler olduğu gibi değişmemekte ısrar edenler var. Dün, dünde kaldı, bugün yeni şeyler söylemek lázım."

Eeee? Ben mi yanlış hatırlıyorum? "Dün dündür bugün bugündür" şeklindeki üstün ötesi vecize, vakt-i zamanında, şimdilerde arka bahçedeki tavuklarını itlaf ettirmekle iştigál eden şahsiyet tarafından buyurulmamış mıydı?

Şahsen, Erdoğan’ın Baykal’a ithafen kaç kez "Bekára karı boşamak kolay" dediğini de saymadım, sayamadım. E hani yeni şeyler söylemek lázımdı?

Değişerek gelişeduralım, cinnet vatanımda hiçbir şey değişmiyor, hiç...

SHP İlçe Başkanı Şaban Türkyılmaz’ın meselá, çocuklarının karnesini kutlamak için RUHSATSIZ silahıyla evin penceresinden havaya kurşun saydırırken başına "talihsiz" bir kaza geldi.

Sevincini yeterince ifade ettikten sonra beline koyduğu silahı ateş aldı ve namludan çıkan tek kurşun, kendi sol bacağını sıyırdıktan sonra, eşi Erkül Türkyılmaz’ın ayağına saplanıverdi. Olaydan büyük üzüntü duyduğunu belirten Türkyılmaz, şu şekilde dile geldi: "Çocuklarımın başarısını kutlamak isterken az daha canımızdan olacaktık. Silahı polise teslim ettim. Bir daha da elime silah almam. Bu bana ders oldu. Büyük bir hata yaptığımın farkındayım. Silaha lánet olsun."

Buyrun, değişerek gelişimin burasından yakın...

AŞK OLSUN BİR HELİKOPTER İNDİREMEDİLER

Yine bu arada, bir numerolu global şöhret sahibi katilimiz, Mehmet Ali Ağca’mız da cezaevi kapısında Mercedes’lerle karşılanmacasına, azat buzat.

Rahşan Hanım da hálá "Bu vallahi de billahi de benim affım değil" diye hedeleye hödeleyedursun...

Ben durumu esefle karşılıyorum fekat (!). Ağca’nın Korkut Eken’den nesi eksik? Kendilerini maaile ağırlamak için sıraya girmiş bin aileden bir teki bile cezaevinin önüne bir helikopter indiremedi ya, aşkolsun demek isterim.

Sorarım size, kapıya şöyle en afillisinden bir helikopter çekselerdi, 25 yıl önceki sorgulanması sırasında, İtalyanca çeviriyi gerçekleştiren Korcan Karar, kendini pervanenin önüne "Hey Ağca, ben Karar, hatırladın mı, Korcan Karar" diyerek atmaya cesaret edebilir miydi?

Time’a kapak olmuş anlı şanlı katilimizi gazeteci tayfasıyla muhatap olmak zorunda bırakanlar utansın. Bu ayıp da onlara kapak olsun.

Değişerek gelişim yollarında şahsen benim cephede de değişik bir şey yok.

NUMARALAR KAYBOLDU İFLAS ETTİM

Benim Lassie, yani defalarca kaybolup ne hikmetse geri dönmüş olan cep telefonum, bu kez gitti gider. Çanta da gitmişti ama bu bayramın Lassie’si o çıktı. Kimlik mimlik, geri döndü; şükür...

Şimdi ay başına kadar, bir arkadaşımın eski telefonuyla idare edip ay başında kaybolan telefonun aynısından almayı hedefliyorum. Sersemliğe Rahşan affı çıkmıyor maalesef. Ben de aptallığın ve şımarıklığın bedellerini en ağır şekilde ödüyorum. Eski telefonum, üstün gayretlerime rağmen kaybolmuyor diye fazla güvenmişim. Telefonumda kayıtlı numaraları, sağlam kazığa bağlamamışım. Bir gazetecinin en büyük serveti, rehberideki telefon numaralarıdır malûm. O anlamda iflas etmiş vaziyetteyim.

Bu yazıyı okuyan tanıdıklardan, insafa gelip, bir telefon edip, numaralarını vermelerini rica ediyorum.

İki gözüm önüme aksın ki ben de değişerek gelişeceğim. O numaraları, evde, kilit altında tuttuğum bir deftere, ayrıca not edeceğim.

Memedali’cim Mesih’çim, sen de ara, iki çift laf ederiz. Çıkışta ilk kimin elini öpmeye ya da kime elini öptürmeye gittin, merakımdan çatlayacağım. O hangi şanslı binin biri, kestane kebap, acele cevap bekliyorum.

Ne bayrammış be; hayat bizi fena öptü. RRRÖÖÖHHH!!!
Yazının Devamını Oku

İyi ki Kayahan Bey, Nilüfer’e ambargo koymuş

14 Ocak 2006
Olanda hayır vardır. Kendi tabiriyle "Büyük Usta" Kayahan, artık şarkılarını láyıkıyla söyleyemediği iddiasıyla, onca yıllık yol arkadaşı ve şarkılarının pek çoğunu üne kavuşturmuş muhteşem vokal Nilüfer’e şarkı "ambargosu" koymasaydı, Nilüfer’in altısına şarkı yazarı olarak da imza attığı 11 şarkılık albümü Karar Verdim’le hiç müşerref olmayabilirdik.

Zira Nilüfer, 33 yıllık sanat hayatında, hiçbir zaman oyunculuğa filan soyunmadığı gibi, şarkı yazarlığı konusunda da "haddini bildiğini" söyleyerek tevazu göstermiş ve şahsi kanaatimizce mükemmel yorumculuğunu, her nasıl oluyorsa, daha da geliştirmeyi tercih etmiş bir şahsiyettir. İlahi antika kadın; ne hikmetse, işini iyi yapan bir şarkıcı olmayı, kendine sıfatlardan sıfat beğenen bir ultra-mega-hiper-über ego olmaya her daim yeğlemiştir.

Oysa, Erkekler Ağlamaz gibi nesiller-üstü bir şarkının hem sözünü hem müziğini, Asya, Müslüm Gürses, Duman gibi sanatçıların seslendirdiği o canım klásik Olmadı Yar’ın ve Kavak Yelleri’nin güftesini yazmış bir sanatçıdan söz ediyoruz.

Yanisi, geçmiş, geleceğin teminatıysa

-ki öyledir- Nilüfer’in, yazmaya yeltendiğinde, ezelden ebede aynı lezzeti alarak dinleyebileceğiniz, taş gibi şarkılar yazmaya muktedir olduğunu biliyoruz.

Ne demiştik? Olanda hayır vardır.

Her dem güzel, yaşsız kadın Nilüfer, o her zamanki mütevazı perdeden, bu albümün kendisini ne kadar heyecanlandırdığını anlatıyor. Alışageldiğimiz türden "ortalarda" bir figür olmadığı ve konserlerinde de konuşmaktan ziyade şarkı söylemeyi tercih ettiği için hep biraz "soğuk" ve "mesafeli" algılanan Nilüfer’e, bu kıkır kıkır heyecanlı háller çok, ne çok yakışıyor.

Bazen ne kadar istemeseniz de hayat, insanı karar almaya koşar. Ki bu çoğu zaman, hiç beklenmedik iyi sonuçlara gebe bir "gidiş"tir. Değil mi ki karar vermek, yolun yarısını kat etmektir. Ne demiştik? Olanda hayır vardır. Dellenerek alınmış pek çok karar, hayırlara vesiledir.

Nilüfer de nitekim, ömrünün 50., sanat hayatının da 33. yaşında, hayırlı kararlar aldığı ve bunları uyguladığı bir dönemden geçiyor.

Bu aralar müzik kanallarında klibi dönen, sözü ve müziği kendisine ait olan ve son albümüyle aynı adı taşıyan Karar Verdim’de ne diyor:

"Acılarımı birer birer yakıp gideceğim / Yine tam aşkın ortasından dalıp geçeceğim / Geceleri günleri sayıp / Kendi derdine yanıp / Sen ağlarken ben güleceğim."

Şarkının Sultanahmet’teki Darphane’de, Murat Küçük tarafından, 33 mm’lik sinema filmi tekniği ile çekilen siyah-beyaz klibi, Nilüfer’in, o yaşsız güzelliği ile mükemmel vokalini konuşturduğu bir performans klibi... Nilüfer, oturduğu yerde, gayet "kararlı" bir şekilde, şarkısını söylüyor. Başkaları ne der bilemem ama şahsen, Nilüfer’in "Gözün Aydın" gibi şarkılarındaki hoptirilaylom hállerine yeğlerim bu "kararlı dinginliği..." Söz konusu Nilüfer olduğunda biraz fazla "tutucu" bir tavır sergiliyor da olabilirim tabii... Fakat bu tutuculuk, sanki biraz da Nilüfer’in duruşundan ve onun duruşunu kendisine yakıştırarak taşımasından kaynaklanıyor. Zira yine Nilüfer, Milliyet’ten Aslı Çakır’a verdiği röportajda da şöyle diyor:

Sizi sahnede de dans ederken pek görmediğimiz için soruyorum. Albümdeki Aşk isimli şarkı çok tango gibi. Sizi klipte dans ederken görebilecek miyiz?

- Aşk’a klip çekersek dans eder miyim bilmiyorum. Küba’da, barda şarkı söyleyen bir kadın geliyor benim aklıma o şarkıda. Belki ben şarkıyı söylerim ama başkaları dans eder. Yine yırttım danstan.

Dans edebiliyor musunuz bari?

- Ederim tabii...

Göbek atabiliyor musunuz?

- Yok. Eskiden annem beni düğünlere götürdüğünde de atmazdım. Zaten o zaman bu kadar göbek atılmıyordu. Şimdi her kanalda göbek atanları görüyorsun. Sabahın 10.00’unda kadınlar göbek atıyor. Sabah 10.00’da göbek atılır mı ya?

GERİSİNİ KOYVER GİTSİN

Valla, sabahın o saatinde bizce de atılmaz ama işte, atan atıyor. Yakıştıran atsın da yani; kime ne... Gelin görün ki Nilüfer atmamayı tercih ediyor. Nilüfer, tercihleri doğrultusunda yaşayan bir kadın. Biraz doğru zamanlama, biraz şans, çokça da yetenek ve şuur...

Nilüfer’in kararları, arada bir tekliyor gibi görünse de genellikle tıkır tıkır, yolunda ve yerinde işliyor.

Nilüfer, kararlarını şık bir eldiven gibi giyiyor.

Aman aman, hep böyle kararlar versin ki elleri dert görmesin.

Gerisini de at denize, koyver gitsin...
Yazının Devamını Oku

Kişisel yazı

8 Ocak 2006
Yüksek müsaadenizle, bugün had safhada özel bir meseleden dem vuracağım. "Bana ne kardeşim seni sevgi böcüğü soktuysa!" şeklinde öfkeyle homurdanacak okur, bugünlük beni affetsin ve bu sayfayı acilen zaplasın efen’im... İllá ki ve mutlaka ve muhakkak, Hürriyet’in 5. Kat sakinlerinden intikam almam lázım.

Bizim 5. Kat... Ana gazeteye yapılan işlerin yanında, esasen eklerin hazırlandığı yerdir. Ki sektörün müstesna patoloji vak’alarını, álemin en şirin psikolarını itinayla bünyesinde toplamıştır. İnanın bana, hiçbir köy, bu kadar tatlı deliyi bir arada görmemiştir, besleyip büyütmemiştir.

Geçtiğimiz yaz sonu, İstanbul’dan sıtkım sıyrılmış, balataları sıyırmama da ramak kalmış, laptop’u kolumun altına yerleştirmiş, basıp Çeşme’ye, İzmir’e gitmiştim; bilen bilir.

Üç küsur ay orada mal gibi durdum, şehrin toksik yükünü üzerimden attım ve geri döndüm.

Giderken evi harap bir vaziyette bırakmıştım. E üzerinden de geçmiş bilmem kaç ay... Dönüşte neyle karşılaşacağım meraklarındayım.

Allah’ın şanslı kullarından biriyim; dönüşte onu anladım. Dönüşte, giderken hálimin hál olmadığını en yakından müşahede etmiş dostların, iş arkadaşının ötesinde, "arkadaşlar, Romalılar, yoldaşlar"ın sarkıttığı selámla karşılaştım.

Evrim’le benim eve temizliğe gelen abla, aynı kişi. Ondan anahtar alınmış, evin kaba temizliği yapılmış; raflar konservelerle, kahvelerle, mısır gevrekleriyle, paket paket sütlerle, meyve sularıyla donatılmış; salondaki masanın üzerine, evde vazo mazo olmadığı için buz kásesinin içine, kırçiçeklerinden bir buket yerleştirilmiş. Altında bir not: "Çapa’cım, evine hoşgeldin. İmza: 5. Kat."

Sabaha kadar Adile Naşit’e kestim. Karnımı hoplata hoplata kahkaha atarken bir yandan da ağlayarak...

Asabımın tellerini akort etmekten hoşlanıyorlar nitekim. Geçen hafta, yine aynı şeyi yaptılar! İyi bir intiba bırakmaya gayret ettiğim bir yerdeyim ve onlar, dahiyane "jest"leriyle, o intibaın "Ortama nevroz topacı düştü" şeklinde bir şey olmasını sağladılar. Zira yine merdivene çöktüm ve bir yandan da kıkırdayarak, düpedüz ağlamaya başladım.

Eksik olmasınlar, çiçek yollamışlar. Gideyim alayım dedim ama ne alması? O çiçeği yerinden kaldırmak için Zaloğlu Rüstem olmak lázım.

Çiçek dedim ya, nasıl tarif etmeli bilemiyorum... Benim kadar, yani dana kadar bir şey, kapıdan geçmiyor. Ve ben hayatımda bu kadar eklektik, acayip, ortaya karışık bir aranjman görmedim. En ufak bir kinayem varsa iki gözüm önüme aksın ki gövdesinden nispeten ince dallar uzanan bir ODUNa ekleştirilmiş, bir yandan sarkan palmiye yaprağı, bir tarafta Japon gülü, bir kenarda kasımpatı ve orasında burasında, adını ve türünü bildiğim bilmediğim türden muhtelif çiçekler, duyan gelmiş edasıyla huzurda...

Çiçek-ağaç-çelenk kırmasının üzerindeki pemboş zarfı bir açtım ki:

’Cezalardan ceza beğen / Cezalısın cezalı / Yaptığını beğendin mi / Hatalısın hatalı...’

Evrim, Ezgi, Sibel, Şermin, Banu, Gülden ve Sanlı adına; ÇELİK ERİŞÇİ"

Çökmüş kalmışım olduğum yere... Yani artık ömrümün sonuna kadar Çelik’e içim sevgiyle kabarmadan bakmak gibi bir lüksüm de yok ya... Vardı; bizim dingiller yüzünden kaybettim. Bizimkiler, adamı şişledi mi işte böyle organize işler...

Çiçeğin kokusu sonradan çıktı. Bunlar, "Biz bunu nasıl rezil ederiz" diye düşünmüşler. Kafaları fesatlığa çalışırken eksik olmasınlar, "ince" düşünürler.

Çiçekçiyi arayıp, ellerindeki malzemeden çıkarabilecekleri en kitsch aranjmanı yapmasını, detaylı tarif vererek istemişler. Adam başta; "Ben oraya çok çiçek taşıyorum, orda bir itibarım var; bana acıyın, itibarımı zedelemeyin, karizmamı çizdirmeyin" diye çok dil dökmüş ama bizimkiler meslek icabı birer ikna ustası olduğu için sonunda muhabbet, "Sizin şansınıza elimde ağaç dalı da var ama odun modelinde, onu da kullanayım mı?"ya kadar gelmiş.

Bizimkilerin oduna, "Oh, jaaaaah!" şeklinde ellerini ovuşturarak onay verdiklerini, daha önce vermiş olduğum "aranjman" tarifinden çıkarabileceğinizi tahmin ediyorum.

Çiçeği eve götürüp balkon/bahçemsiye koymayı denedim ama sedan otomobilin ne bagajına ne de arka koltuğuna sığdı. Çiçekçi abi de nitekim, nakliyatı kamyonet marifetiyle becermiş; onu da sonradan öğrendik.

Daha yol uzun. Allah ömür verdiğince, bir ömürlük mesafe... Gözyaşlarım ve karizmamın leşi elbette yerde kalmayacak. Muhabbeti tepelerine molotof kokteyli şeklinde yağdırmanın türlü şekil fantastik yöntemlerini geliştiriyorum. Teker teker hepsi için çok pis, çok ince, çok derin çok adi planlar peşindeyim. İntikamım çok acı olacak.

SEVGİ SARHOŞU MUHARRİRENİN NARA NOTU: Seviyorum ulan sizi! Hastayım size! İmanına! Ölümüne! Ehe ehe ehehehe... Hıck!

Mehmet Dülger’i de kaybettik

Şaşkınlıktan öte, hakikaten üzgünüm./images/100/0x0/55eabeedf018fbb8f894087d

Ettiğim duaların arasında Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu günü görmemek de yer alıyor. Yani, dünyaya kazık çakmaya da niyetim olduğu için, takdir edersiniz ki, BEN o günleri görmeyeyim diye dua etmiyorum. Ivırıp kıvırmadan: Erdoğan, Cumhurbaşkanı olsun istemiyorum.

Siyaset tarihinin, o "r" ile başlayan kelimeyi kullanmadan bunu nasıl ifade etmeli, eeem, en bakılabilemez kıyafetlerini taşıyan şahsiyeti olan Emine Erdoğan’ın gardırop politikasından da zerre kadar hazzetmiyorum.

Bunun yanında, Mehmet Dülger, röportaj vesilesiyle filan da değil, Kaktüs’te tesadüfen tanıştığım, daha sonra birkaç kez farklı mekánlarda oturup muhabbet etme şansını yakaladığım ve ağzım beş karış açık bir şekilde dinlediğim muhabbetini lafın gelişi değil, kelime mánásıyla şans saydığım, mimari, klásik Türk müziği, klásik Batı müziği, siyaset ve sosyoloji ve daha birçok konudaki engin donanımından kısa günün kárı babında oburca nemalandığım, saygı duyduğum bir kişidir.

İdi... Yani?.. Şimdi?..

Mehmet Dülger, "Erdoğan köşke çıkacaksa, Emine Hanım başını açmalı" diyor.

Bu nasıl, ne mene bir şuur yitimi?

Soğuk yerde muhafaza ediniz, sonra ortalığı hararet basınca, kapağını açınız ve gazı kaçmadan içiniz. Emine Hanım gazoz şişesi mi?

Bravo. Türban meselesi, çekiştire çekiştire buralara kadar geldi. Çankaya’da ikámet edecekse, Emine Erdoğan’ın saçlarını görelim. O zaman bak türban diye bir mesele kalıyor mu!!!

Oldu olacak Taksim Meydanı’nda birkaç sembolik türban sallandıralım. Türban yanlıları da gider, ona adak ağacı muamelesi çeker, onlar da devlet türbandan elini çeksin diye dilek dilemek amacıyla kendi türbanlarını filan bağlar. Ortalarda bir yerde buluşuruz.

Hay canına yandığımın aklı karışık, zihni bulanık, ezberi dağınık siyaseti...

Oldu. Peki. Tabii tabii...

Ya da tövbe estağfurullah mı demeli?

Akıl demiştik, karışık demiştik di mi?

Derya Baykal’dan istirhamımız

Son fantezimi bir öneri olarak sunmak isterim: Ferhan Şensoy’dan boşandıktan sonra "özgürlüğünü" Aysel Gürel tadında ilán etmiş bulunan, televizyondaki el işi programına meyve sepeti görünümlü şapkalarla filan çıkan Derya Baykal, n’ooolur, tez vakitte programına Semra Özal’ı konuk etsin.

Günaydın’da yer alan Gülşen Yüksel imzalı habere göre zira, ex-first lady’miz, şimdilerde, aşkın esasında kafam kadar tektaşlarla değil kır çiçekleriyle beslenen bir mefhum olduğuna "uyanan" Yeşim Salkım misali, tevazunun değişik bir tat olduğunu tecrübe etmekteymiş.

Canan Yaka, Yıldırım Mayruk tasarımı kıyafet dönemi bitmiş, şimdilerde kendi kazağını kendi örüyormuş.

Chanel ve Louis Vuitton dönemi geçmiş, şimdilerde elceğizleriyle üzerine boncuk işlediği çantaları kullanıyormuş.

Aşçılı hizmetçili lale devri geçmiş, şimdilerde yine kendi elceğizleriyle sardığı dolmaları hüpletmeyi tercih ediyormuş.

Pırlanta gerdanlıklarla ayaklı abajur gibi dolanılan günler bitmiş, şimdilerde kendi yaptığı mütevazı ve fekat şık bijuterileri takıyor, hatta yüce gönüllü bir hayırsever olarak yardım gecelerinde tezgáh kurup bunları satıyormuş.

Ay sen benim gözler, bunun üzerine bir dol, hüngür şakır bir dökül!!!

Diyorum ki işte Derya Baykal, Semra Özal’ı programına çağırsın. Bir yandan tahta boyar, pandispanya yaparlar, bir yandan da Derya Baykal sorar, Semra Özal yanıtlar; bir ipe Özal’ın tevazunun incelikleri üzerine şey ettirdiği bilge bilge parıldayan incileri dizerler.

İncik boncuk, eğlenmez miydik?..

Yer miydik, yemezdik... Ayrı...
Yazının Devamını Oku

Benden başka herkes organize...

7 Ocak 2006
Geçen hafta, sinemaya girmek üzere biletimi aldım. Seansa biraz vakit var olmasına var ama öyle bir ara ki ne bir yerde oturup bir şey yemeye-içmeye yetecek kadar uzun ne de bekleme salonunda siftiklenecek kadar kısa... İstiklál’e çıktım ve bir kitapçıya daldım. Kitap, dergi ve CD bölümlerini pas geçtim, kırtasiye bölümüne ulaştım. Evde kapağı açılmamış bilmem kaç adet defter mevcut ama "Hani," dedim, "yine de yeni bir defter alayım; yeni yıla yeni sayfa, belki uğurlu gelir."

Sormayın, bu aralar içime bir Batıl Abla kaçtı, çıkmaz... Yavuz hırsız ev sahibini kovarmış, benimki de o hesap. Sen misin böyle şeylerle dalga geçen, bizim kiracı Batıl Abla da şahsıma ait sandığım 33 yıllık "karakter"imi bünyeden kışkışlamış durumda. Havadan sudan bilumum mevzuda tahtalara vuruyor, kulağımı mulağımı çekiyorum. Kendime abuk subuk uğur "metot"ları geliştiriyorum.

Neyse... Bu uğur meselesini fazla ciddiye aldığımdan olsa gerek, hadisenin "ağırlığını" kaldıracak şıklıkta bir defter /images/100/0x0/55eb25e0f018fbb8f8ae6462beğenemedim. Onun yerine yine ergenliğimden beri yapmadığım bir şeyi yaptım, ala ala bir "çıkartma" aldım. Üzerinde; "Organize olabilseydim, çok tehlikeli olurdum" yazıyor. Yetmezmiş gibi, bu çıkartmayı almış olmamı pek de havalı buldum. Diyorum size, bu aralar pek iyi değilim. Siz yine de çaktırmayın, mümkünse, en azından bana... (Ne diyorum ben ya? Sayıkla, saçmala, nereye kadar?!)

Buraya kadar geldiyseniz, bunun bir klip yazısından ziyade, Organize İşler’e odaklanmış bir nev’i güzelleme olacağını anlamışsınızdır.

Filmi ilk 10 gününde izlemiş bir küsur milyon izleyiciden biri misiniz bilmiyorum. Yılmaz Erdoğan’ın "4,5 milyon dolar harcadık, en azından iki milyon kişinin gelmesi lázım" şeklindeki, niyeyse duyduğumda "Estağfurullah" deme ihtiyacı doğuran beyanatı da, filme getirilen olumluların yanında cılız kalan olumsuz eleştiriler de bir yana, hani üzerinizde iki satırlık hatrım varsa, sinemayı sevmiyorsanız bile, sırf benim hatrım için gidiniz, Organize İşler’i izleyiniz. Zira vizyondaki sürü sepet zırva ötesi yabancı filme gösterilen ilgiden çok daha fazlasını hak ediyor nitekim.

Film vizyona girmeden önce, Yılmaz Erdoğan’a "Başrollerden birinde İstanbul var" dedirten, Görüntü Yönetmeni Uğur İçbak’ın helikopterle çektiği İstanbul görüntülerinin fazlalığı, filmin en çok "eleştirilen" yönlerinden biri ya... Bana sorarsanız, bir içim su kareler...

CEM YILMAZ ÇATIR

ÇATIR ROL ÇALIYOR


Cem Yılmaz "mesele"sine gelince... Filmde kaç dakika göründüğünün haberi bile yapılan Cem Yılmaz, evet, az görünüyor, öz görünüyor.

Kaldı ki, filmdeki oyunculuklar, zannımca bu ülkenin en iyi üç aktrisinden biri kesinlikle üçüncüsü olmamak üzre- olan Demet Akbağ, Altan Erkekli, Tolga Çevik, Özgü Namal, Erdal Tosun, Başak Köklükaya, hatta Berfin Erdoğan başta olmak üzere bütün oyuncular döktürüyor.

"Herkesin herkesle akraba olduğu ama kimsenin birbirini tanımadığı" yerde geçen ve "araklayanlarla araklananların" hikáyesini anlatan Organize İşler’de de Cem Yılmaz, hem filmde, hem de gerçek hayatta "araklayanlar" arasında yer alıyor.

Çalmaksa, hiç acımadan çatır çatır rol çalıyor.

Buna da ne izleyicinin, ne Yılmaz Erdoğan’ın ne de film ekibinden herhangi birinin itirazı olacağını, olduğunu zannetmiyorum ayrıca. Rol çalınacaksa, çalan CMYLMZ olsun diyeceğim ve yine aynı onaylanmayı bekleyen soruyu soracağım: Di mi ama?

BİRAZ GEÇ OLDU AMA

KLİBE GELEBİLDİK


Filmin müzikleri de keza, son derece başarılı. Soundtrack, filmin vizyona girdiği gün piyasaya çıktı. Albümde filmin tema müziklerini yapan Ozan Çolakoğlu’nun haricinde, Brooklyn Funk Essentials ve Laço Tayfa’dan aynı zamanda bir Laço Tayfa elemanı olan Hüsnü Şenlendirici’ye, The Everly Brothers klásiği Bye Bye Love’dan Nil Karaibrahimgil’e birçok sanatçı var.

Evet, Allah’ın izniyle, (Batıl Abla, tam bu noktada, bir eliyle kulak memesini çekiştirip diğer eliyle tahtaya vurur...) nihayet, yazının klip kısmına da, filmin finalinde yer alan şarkının yazarı ve icracısı olan Nil Karaibrahimgil sayesinde gelebiliyoruz.

"Organize İşler Bunlar" Karaibrahimgil’in filmi izledikten sonra eve gidip 15 dakikada attırdığı bir şarkı. Ozan Çolakoğlu’nun şahane düzenlemesi de sağolsun, gayet ince işlenmiş, üzerinde çok çalışılmış gibi geliyor kulağa...

İnsanın içini kıpır kıpır kıpırdatıyor, zihnine, diline takılıyor. Ve bildiğiniz üzre, bu aralar klibi, müzik kanallarında dönüyor.

Mayadrom Uptown’ın otoparkında, Ali Taner Baltacı tarafından yönetilen klipte, filmdeki Süpermen Samet tiplemesiyle Tolga Çevik ve Nil Karaibrahimgil, küçük çaplı bir "dümen"in etrafında "döneniyor.

Güzel klip. Zira başarılı bir çalışma, iyi bir organizasyon. Ve filmin repliğinden devşirme bir cümle ile ifade edecek olursak: Bu álemde tüm işler organizedir ve organize, her zaman işler...
Yazının Devamını Oku

Yeni Harikalar Diyarı’nda

6 Ocak 2006
Bu aralar, bildiğiniz üzre, "Dünyanın Yedi Yeni Harikası"nın seçilmesi adına harala gürele bir faaliyet sürüyor. Malûmunuz, tarihin bu diliminde yaşayan biz fanilere -o da yani, gidip ziyaret edebilecek kadar şanslı ya da orada yaşayacak kadar şanssız azınlığa- Dünyanın Yedi Harikası’ndan sadece Mısır’daki Piramitleri (Esasında Yedi Harika arasında gösterilen tek piramit Keops) görebilmek nasip oldu.

Diğerleri; Babil’in Asma Bahçeleri, Efes’teki Artemis Tapınağı, Halikarnas’taki Mozole (Masouleum), İskenderiye Feneri, Rodos Heykeli, Zeus Heykeli; bırakın bizleri, atalarımızın atalarının atalarının ataları, henüz atalarının yedikleri portakalda vitamin bile değilken yok olmuş ihtişam abideleri...

Kaçırmış olanlar için aktaralım: Merkezi İsviçre’de bulunan "Yeni 7 Harika Vakfı", altı yıl önce başladığı "Dünyanın Yeni Yedi Harikası"nı seçme çalışmalarını 2006 yılında, dünyanın dörtbir yanından www.new7wonders.com adresine yollanan mesajlarla ve yapılan halk oylamalarının yardımıyla tamamlayacak. Sonuç 1 Ocak 2007’de açıklanacak.

Kısaca N7W olarak bilinen projede yedi adayı belirlemek üzere, 77 aday adayı arasından seçilen 21 finalist adayı, geçtiğimiz günlerde belirlediler. Mısır’daki Gize Piramitleri, önceki yedi harika arasında olup, şimdiki adaylar listesinde yer alan yegáne "harika."

Projenin amacı, dünya kültür mirasının maruz kaldığı yıkıma dikkat çekmek ve bu varlıkların korunması yolunda küresel duyarlılığı artırmak. Kollanan özellikler arasında 2000 yılından önce inşa edilmiş olmak ve belirli bir düzeyde muhafaza edilmiş olmak var.

Yeni adayları merak eden kolaylıkla bulur. Şimdi hepsini sıralamayalım ama yeni adaylar arasında tabii ki New York’taki Özgürlük Anıtı, tabii ki Hindistan’ın Tac Mahal’i, tabii ki Çin Seddi, tabii ki Kremlin Sarayı ve tabii ki, maalesef ki Paris’in Eyfel Kulesi filan var.

Zaten bir ayağı çukurda olan, ha bugün devrildi ha yarın devrilmecesine eceli beklenen Pizza Kulesi’ni koymamışlar Allah’tan.

Türkiye’den de bir aday var ki bilenler bilmeyenlere söylesin: Evet, Ayasofya...

Benim gönlüm Machu Picchu Harabeleri ve Timbuktu’nun yedinin biri, yani ikisi olarak seçilmesinden yana. Ayasofya da seçilse tabii hoş olurdu.

Yine de: Çağımızın, yani hızlı akan tarihin değişim akselerasyonuyla baş etmek mümkün değil ya... Şimdi bunlar seçilecek, naçizane tahminime göre 20 yıl sonra, silbaştan yeni bir liste belirlenecek.

Yok yani artık günümüzde, M.Ö.’den M.S.’ye tadında şanı sarkacak hiçbir "harika", değer ve saire... Tanımayız. Niye bu kadar heyecanlanıyorum bu konuda, o da meçhul yani.

Esasında isterdim ki, ayrıca Dünyanın Yedi Sakalet Abidesi de seçilsin. Türkiye’den adayım, İstanbul, Tepebaşı’ndaki TRT binasıdır. Bunu bir düşünelim derim. Girişimci ruhumun oburluğu tuttu velhasıl. Bunu da biz mi organize etsek ne mirim?
Yazının Devamını Oku

Maganda kurşunu ile dünya ligine girdik

5 Ocak 2006
Son "maganda kurşunu" kurbanımız, Samsun’da maaile yılbaşını kutlarken, lise öğrencisi, 15 yaşındaki akrabası C.K. tarafından başından vurularak hayatını kaybeden altı yaşındaki Tuğba biliyorsunuz. Ki bu hadiselerin tek bir kurbanı da olmuyor çoğu zaman malûmunuz...

Düşününce, kime yanarsınız? Altı yaşında mezara giden kıza mı, katil olmanın ağırlığıyla bir ömür tüketecek 15 yaşındaki çocuğa mı, bu ikisinin ebeveynine mi? Kimse suçlu değilse, pompalı tüfeğe mi?

Gözümüz aydın, hastası olduğumuz o klişe tabir caizse, "dünya ligine girme yolundaki" Türkiye, bir konuda "şampiyon"luğunu ilan etmiş ve bu yolda sağlam bir adım daha atmış bulunuyor. Evet efendim, taze okuduğumuz bir "çıktı" haberine göre, Türkiye’nin, dünyada -yine hastası olduğumuz o meş’um tabirle- "maganda kurşunu"na en çok kurban veren ülke olduğu ortaya "çıktı."

Beher seneye 700 kişi...

ABD’de Ateşli Silahlardan Korunma Merkezi Ajansı’nın yaptığı bir araştırmaya göre, dünyada "kutlama"larda serseri kurşuna kurban veren ülkelerin başında Türkiye var.

Hemen arkamızdan Porto Riko ve Dominik Cumhuriyeti geliyor ama esasında hakkımızı yemişler; ilk üç sırayı da biz hak ediyoruz zira... Yine aynı araştırmaya göre, "kutlama" kurşunuyla bir başkasının canına kıyanların yüzde 87’si, hapis cezası almıyor, öööyle elini kolunu sallaya sallaya sokaklarda dolaşıyor.

Gelelim bir başka habere: DHA Malatya’dan Mikail Pelit’in haberine göre, 21 yaşındaki Ömer Akçin, Malatya’da cezaevine GİREBİLMEK için, dört kişiyi bıçakladı!!!

Çocukcağız çaresiz kalmış neylersiniz. Şöyle ki, kendi ifadesine göre, geçen hafta, yine cezaevine koyarlar "ümidiyle" birini bıçakla yaralıyor. Fakat savcılık tarafından serbest bırakılıyor.

E o da n’apsın? "Ben cezaevine girmek istiyorum. Buralardan sıkıldım. Cezaevi belki daha iyi olur. Eğer yakalanmasaydım bir kişiyi daha vuracaktım" diyen Akçin, önce tanımadığını öne sürdüğü 20 yaşındaki Ayşin Öznur’u sırtından, sonra ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi 10 yaşındaki Ç.Ç.’yi göğsünden, son olarak da 75 yaşındaki Bekir Tayfun’u yine göğsünden bıçaklıyor.

Hani adaletin karşısında boynumuz kıldan ince ya, ben yine de mevzuu adalete bırakmadan harekete geçmekte fayda olduğunu düşünüyorum naçizane.

Zira "Türkiye’de iyi şeyler de oluyor" tarzı haberlerden birine göre, Diyarbakır’da, Liceliler Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı Sait Şanlı, Arı ve Maydar ailelelerinin iki kişinin ölümüyle son bulan kan davasına, aileleri barıştırarak son vermiş.

2005 yılında, 72’si kan davası olmak üzere toplam 175 anlaşmazlığı sona erdirdiğini, beş yıl içinde 405 kan davasını barışla neticelendirdiğini söyleyen Şanlı’nın önünde saygıyla eğiliyoruz ve kendisinin şiir gibi sözlerine kulak veriyoruz: "Amacımız bölgede kan davalı aile bırakmamaktır. Şu anda görüşmelerimizin devam ettiği 57 kan davalı aileyi de 2006 yılında barıştırmayı umut ediyoruz. "

Sait Şanlı, şahsi "Su testisinden sorumlu millet bakanı" adayımdır. Saygılarımı sunar, gözlerinden muhabbetle bus ederim.
Yazının Devamını Oku

Arzuhálimdir naçizane

1 Ocak 2006
Sevgili 2006; Hoşgeldin, sefalar getirdin. Yani? Getireceksin diye umuyoruz. Garibin ekmeği umut ya, umuttan vazgeçmiyoruz. Hoş, biz umuda vız geliyoruz, tırıs geçiyoruz fakat biz ondan vazgeçebiliyor muyuz; geçemiyoruz... Pek muhterem 1 Ocak, yanisi azizim yeni yıl; bugün, rahmetli babaannemin doğum günü. Beni 10 küsur aylıkken, iki gün süren sancıların ardından, sezaryenle zor belá bünyeden atan annemin baygın olduğu sırada, kendi ismini göbekadı olarak bana verdiği, verebildiği için, beni bir başka sevdiğini söylerdi rahmetli. (İlk kız torunu olan ablam doğduğunda da ortamı bir yoklamış ama annem, ‘Bu zamanda göbekadı da ne?’ diyerek, hadiseyi veto etmiş; ablam mevzudan bu sayede yırtmış.)

O isimden dolayı ömrü billáh neler çektiğimi bir ben bilirim; tevazu gösteremeyeceğim, hak edilmiş bir sevgidir yani.

Kaldı ki babaannemin bütün torunlarına, ayrı bir hikáye eşliğinde, aynı masalı anlattığından, yani teker teker tüm yeğen-kuzenlerime, ‘Sen benim favori torunumsun’ muamelesi çektiğinden yana şüphem de yok ayrıca ama olsun.

İnsan, sevildiğini hissetmek isteyen, aferin budalası bir yaratık neticede. Dolayısıyla, bütün tatlı yalanların başımızın üzerinde yeri var. Maksat muhabbet olsun. Az olsun, hatta gerekirse yalan olsun, bizim olsun.

Bugün babaannemin doğum günü. Biraz sarhoşum, biraz yastayım. Onun öldüğü yaşta değilim; pek tahmin etmiyorum ya, inşallah o yaşları görebilirim. (75’ten sonra hep 74’te kaldı rahmetli. Öldüğünde, yanılmıyorsam, 86 yaşındaydı; ayrı...)

BABAANNEMBİRAZ ABARTIRDI

Babaannemi anmamın sebebi başka. Babaannemin, doğum günü bir yana, ölüm günü, içimde uktedir.

Şöyle ki: Rahmetli, biraz abartma huyu olan bir hanımefendiydi. Şeker hastasıydı ve birçok şeker hastası gibi, perhizini bozar bozar, sonra da vallahi de billahi de bozmadığına dair ballandırılmış kıtırlar atardı; tombuldu, iştahlıydı ve ağzının tadını iyi bilirdi.

Yalan hep aynı yalandı: ‘Vallahi yemedim, yani yedim de şu’kkkkadarcık yedim’di...

Kendisini son gördüğümde, nefes alamadığını söylüyordu. Ciğerleri iptalmiş. Soluğunun hırıltısını duymama rağmen, hastalığının bu denli ilerlediğinden bihaberim; ‘Aman babaanne yine abartıyorsun’ demiştim.

Beni her türlü kötü haberden ‘koruduğunu’ zanneden annemin marifeti neticesinde, öldüğünü, cenazesinden bir hafta sonra öğrendim.

Babaanneme son sözüm bu oldu: ‘Amaaan babaanne, yine abartıyorsun.’

O, bu konuda iyice ‘abartıp’ vefat etti.

Helálleşmek isterdim. Ona böyle veda etmek istemezdim. Maalesef böyle oldu. Hiçbir zaman da tashihi mümkün olmayacak.

Dolayısıyla, yeni yılcığım, şimdiden anlaşalım: 2005, hakikaten acayip bir seneydi. Rüya gibi geldi, rüzgár gibi geçti. Hiçbir şey anlamadım. Sen hadiseleri mümkünse bu denli abartma ki, seneye bu tarihlerde, bu şekilde vedalaşmayalım.

Zira 2005’le vedalaşırken fark ettim ki kurabildiğim yegáne cümle, yine bu olmuş: ‘Amaaan ve hatta oha birader, sen de ne yılmışsın, büyük abarttın!’

Avrupa Birliği’ne girme, ‘değişerek gelişme’ gayretlerinde, bir şöyle söylendi bir böyle...

Aslında no problem ama yok savaşı, yok terörü, yok deprem silsilesi, yok burun kesen kapkaç çeteleri, yok töre cinayetleri...

2005, büyük abarttı ve fena baydı yani...

GEÇİNMEYE GÖNLÜM VAR

Hayat, hiçbir zaman katran karası değildir hálbuki. Şimdi düşününce, çok güzel günler de geçtiğini ayırt edebiliyorum. Mutluluk dediğiniz, sevinç anlarını hatırlamaktan ibaret bir şeyse -ki öyledir- var yani envantere düşülmüş bir çok sevinç anı... Fakat yine de, genel itibarı ile, nedendir bilmem, ‘2005 iyi bir yıldı’ cümlesini kurmakta zorlanıyorum.

Şimdilerdeyse gündemimizde, Geceyarısı Ekspresi’nin 2006 vizyon versiyonu olarak, TCK’nın 301. maddesi...

Bunların tartışılabilmesi... İyi geldin be 2006. Devamını da bekleriz...

Zira iki ileri, bir geri, mehter marşıyla çağı yakalamak zor.

Değişim, hele ki değişerek gelişim, takıyye kaldırmıyor.

Canımın içisi 2006, geçinmeye gönlü olan naçiz şahsımın, senden birkaç dileği, arzusu, talebi olacak...

Al gülüm ver gülüm dünyası ya bu, sen benim isteklerime cevap ver, ben de sana láyıkıyla bakmak, her gününü zihnime nakşetmecesine kaydetmek için elimden geleni ardıma koyarsam en adi şerefsizim...

Meselá önümüzdeki yıl boyunca İbrahim Tatlıses, Tuğba Özay gibi kimi magazin şöhretlerimiz konusunda, tavukkarasına tutulayım; kendilerini görmeyeyim, duymayayım (İbrahim Tatlıses’i sadece şarkı söylerken duyabilirim.), bilmeyeyim.

Dokunulmazlıklar kalksın.

Düşünce, suç olmaktan çıksın.

Oy verebileceğimiz sağlam bir sol parti olsun, partilerdeki lider sultası bitsin.

Üniversitelerin adedi artacağına, eğitimin kalitesi artsın.

Töre cinayeti, ensest, aile içi şiddet, tecavüz, hatta hepten şiddet, kapkaç kalmasın.

Ha, bir de bu arada, zil zurna aşık olayım; fakat aşk acı vermesin, güldürsün, fiyonk gülücüklü, neşeli bir şey olsun; gani gani eğlendirsin.

E mi 2006’cığım, tamam mı, peki mi, okey mi?

Hayat yani, bayram olsun ve o bayramda kurban kesilmesin. Bol glikoz tüketilsin ama şeker komasına girilmesin.

Tamam mı Ajan(da) 006? Bak, iyi bir çocuk olursan, senden 007’ye de selám söyleyeyim mi?

Pardon?! Eblehçe mi buldun taleplerimi?

E o kadar olsun; bu daha senin ilk günün. Nasılsa yarın eskiyeceksin ve biz, birbirinin ciğerini bilen ikimiz, yarın itibarıyla nasılsa, değişerek gelişme yolunda, málûm tempomuza döneceğiz.

Bir şöyle söyleyeceğiz, bir böyle söyleyeceğiz.

Her zamanki muhabbet işte: Aslında no problem... De...

Sen benim Kovalığıma ver bu kuru gürültü makámından çalan ebleh kakofoniyi. Malûm, bu, senin ilk günün olduğu kadar benim senemin de ilk günü... Ve Kovayız yani; astrolojiyi ve umudu ciddiye almamak gibi bir lüksümüz olabilir mi?
Yazının Devamını Oku

Hadi bakalım Noel Baba’yı da asimile ettik!

31 Aralık 2005
Türkiyeli Noel Baba albümünü gördünüz mü? Görmediyseniz de en azından Noel Baba Sosyal Yardımlaşma Derneği’nin ‘kurucu üyelerinden’ Yaşar’ın kirli sakallı Noel Baba ‘şıklığında’ söylediği Umut Dolu Tebessüm adlı şarkının, Alinur Velidedeoğlu tarafından çekilmiş klibini görmüşsünüzdür herhálde? Hayır efendim, dalga falan geçmiyorum. Ne münasebet? Dalga geçilecek bir durum yok. Umut Dolu Tebessüm de N.B.S.Y.D. de gayet iyiniyetli çalışmalar.

Gebze ve İstanbul’un çeşitli yerlerinde çekilen klipte, Tut Elini kampanyasının teması anlatılıyor.

Ki Jingle Bells ‘uyarlaması’ şarkıda da anlatıldığı üzre, Noel Baba Sosyal Yardımlaşma Derneği, ‘çocukların çocuklara yardım etmesi’ni sağlamaya çalışıyor.

İş ve sanat çevresinden 31 kişi bir araya gelmişler, 06-12 yaş grubu çocukların, kendileri kadar şanslı olmayan ve kendilerinden bir yaş küçük bir çocuğu kardeş edinmelerini sağlamayı hedeflemişler.

Bu kampanyaya katılan çocuklar, geçtiğimiz yıl kullandıkları giysi, okul gereci, oyuncak ve kitapları, kardeşlerine gönderecekler.

Türkiyeli Noel Baba albümüne Yaşar, Toprak Sergen, Volkan Severcan, Veysel Diker, Sevingül Bahadır, Levent Conker, Açalya, Hakan Yavaş, TALAR Ermeni Çocuk Korosu ve Sami Dündar katılımda bulunmuşlar.

Tanıtım bülteninde şöyle deniyor: ‘Türkiyeli Noel Baba albümü, çocuk odaklı bir proje gibi görünse de büyüklerin gündeminde de yer tutacak bir ‘başyapıt’ olarak tasarlandı. İçinde, tüm yıl dinlenebilecek şarkılar olan albümün en karakteristik özelliği, bugüne kadar çocuklar için yapılmış olan tüm albümlerin aksine, günümüz sound’unu yakalamış olmasıdır. Çocukları da büyük bireyler gibi düşünüp verdikleri partilerde çalabilecekleri, okullarda koro hálinde söyleyebilecekleri şarkılardan oluşan bir albüm yaratmak bugüne kadar kimsenin cesaret edemediği bir yatırım olduğu gibi, yapı itibarı ile de büyüklerin dahi beğenerek satın alacağı kalitede popüler bir yapım olarak tasarlandı.’

Hani bu bülteni, müstehzi bir ifadeye bürünmeden okumayı beceremiyor olabiliriz ama bu durum, çıkan işin iyiniyetine inanmamamızdan kaynaklanmıyor. Bugüne kadar ‘cesaret edilemeyen bir başyapıt’ tanımını ‘hafif’ iddialı bulduğumuzdan olabilir belki.

Biz yine de üzerimize düşeni yapalım, kampanyaya katılmak isteyenler için gerekli adresleri buradan duyuralım:

www.noelbaba.org.tr Noel Baba Sosyal Yardımlaşma Derneği kurumsal web sitesi. Bu siteden ‘Tut Elini’ kampanyasına destek verebilirsiniz.

www.noelbaba.com. Bu adreste de çocukların ve çocuk kalanların ilgileneceği şeyler bulunabileceği söyleniyor. Yalnız, portalda Sami Dündar tarafından yazılmış, albümde Toprak Sergen tarafından okunmuş bir Davut’un Öyküsü var ki, yılbaşı arifesinde, hafif tertip sinirinizi bozabilir; uyarmadı demeyiniz... Mutlu son beklerken, Davut kardeşin donarak öldüğünü öğreniyorsunuz.

Sami Dündar, 17 Ağustos depreminde 27 saat göçük altında kalmış, öldü zannedilip ceset torbasına konmuş, tesadüfen yaşadığı anlaşılınca hayata dönmüş bir zat. Başına gelenleri anlattığı Her Şeyin Bittiği Yerden isimli bir kitabı da mevcut. Demem o ki, ‘insanlar arası iletişimin ne mene mucizeler yaratabildiğine’ dair kitap yazmış birinin, Davut’a bir mutlu sonu neden çok gördüğünü anlamak güç.

Noel Baba’dan 2006 yılında dileğim budur. Mutlu sonlar istiyoruz. Duyurulur.

Hálá bıkmadık

1 Ocak 2005 tarihli Kliptoman’ın başlığı, ‘Bıktırmayan Mor ve Ötesi Bıktırmıyor Kardeşim’di. Mor ve Ötesi’nin Dünya Yalan Söylüyor albümünden klip çekilen üçüncü şarkı olan Bir Derdim Var ile ilgiliydi.

‘Evladiyelik albüm bu mudur, budur’ demişim. Yüksek müsaadenizle, aynı cümleyi bir kez daha kurmak isterim.

Yarın 1 Ocak 2006 ve şimdilerde aynı albümden klip çekilen beşinci parça olan Uyan’ın klibi dönüyor müzik kanallarında.

Klipte, grup üyelerini görmüyoruz. Rus sanatçı Andrei Khrjanovky’nin 1968 yapımı Glass Harmonica adlı animasyon filmi, eserin hikáyesine sadık kalınarak, Mor ve Ötesi grubunun tabiriyle ‘yeniden vücuda getirilmiş.’

Filmin video klip için baştan montajlanmasının yönetimini, grubun menajeri Can Sertoğlu, kurgusunu ise Emre Can üstlenmiş.

Şarkının zaten hastasıyız; kliple birlikte bir içim su olmuş.

‘Canım kardeşim, bak senin ellerinde hayatımız / Uçan kuştaki güzelliği kaybettik, hastayız / Sadece renkler vardı, sonra kayboldu onlar da / Biz nefes alamadan / Ah bu hayat anlamsız bir şaka / Herkes bunun farkında / Çok sıkıldım ağlamaktan, durmaktan / Bu ahláksız oyunlara devam etmek günah / Sen yine de o yolun sonundaydın / Sen yine de hiçbir şey yapamazdın / Sen uyuşuk, tembel, yalnızdın / Sen / Uyan dostum uyan / Uyan artık uyan / Uyan dostum uyan karanlık uykundan...’

Cümlemize, uyanık bir sene dilerim.

Ve Mor ve Ötesi’ne de helál olsun ve pes demek isterim. Olmayan şapkamı saygıyla çıkarır, olmayan ceketimin düğmelerini saygıyla iliklerim.

Bakalım, seneye yine bu zamanlarda, Dünya Yalan Söylüyor’un sekizinci klibinden filan bahsediyor olacak mıyız?.. Olursak da itirazımız olur mu; olmaz abicim... Seneye yeni albümden bahsetmeyi tercih ederiz, o da ayrı!
Yazının Devamını Oku