Ebru Çapa

Ben kendime terörist dedirtmem arkadaş

13 Şubat 2006
Utanç içindeyim; vallahi bırakacağım bu mesleği...

Memleket terörden yeterince çekmemiş gibi, şimdilerde de harala gürele esip gürleyen bir "medya terörü" söz konusu biliyorsunuz. Dinime küfredin ama ben kendime terörist dedirtmem arkadaş!

Diyenin ağzını burnuna katarım, o olur!!

Şşşşt, huuoooaaaap, sarışın gözlüklü okur! Ne gülüyo’sun lan; burda şaka yapmıyoruz her’alde!!!

Bırakacağım bu mesleği. Anam beni büyüyünce terörist olayım diye çıkarmadı karnından.

Yazının Devamını Oku

Buyrun size bir zap senfonisi

11 Şubat 2006
Bu aralar görünmez bir elin ısrarcı parmağı "fast forward / ileri sarma" tuşuna basılı kalmış gibi akıyor zaman... Her gün sanki ömrün son günüymüş de hayat, göz önünden film şeridi gibi geçiyormuş... Ama ömür de kelebek ömrüymüş ve her akan film, bir tek günün öyküsüymüş... Sabah ne zaman oluyor, akşama ne ara dönüyor, aradaki zaman neremize kaçıyor? Eh, insan o akselerasyona bir kez kaptırmaya görsün,

amok koşucusundan beter bir şeye dönüşebiliyor. Mümkün olsa kendimi bile zaplayacağım. Hatta mümkün olsa, en önce kendimi zaplayacağım. Gelin görün ki bizim kumandamız başkasının elinde. Ben de ne yapayım, yine TV kumandasından medet umuyorum. Bu haftanın kliptomanı, yüksek müsaadenizle huzura, bir zap senfonisi şeklinde geliyor...

Seden Gürel & Keremcem

Ters açıdan küçük bir aşk masalı


İki gün sonra dolu dolu 34 yaşını idrak edecek bir kadın olarak -benim başıma geleceğine hiç ihtimal vermezdim ya, versem iyi edermişim- resmen Aysel Gürel tonundan çalar oldum. Bugüne -bugün çocukluk yaşlarını saymazsanız- benden en az 10 yaş büyük olmayan erkeklere gözümün ucuyla bakmış değilim. Fakat biz o "bugüne bugün"e artık "bugüne dün" diyelim dilerseniz, zira kadınların yaşı ilerledikçe gözünün kıyı-kenar kıtır delikanlılara kayması, meğer taş gibi bir gerçeklikmiş. Söylerlerdi, inanmazdım. Yani inanırdım da?.. Dedim ya, kendime kondurmazdım. Oluyormuş azizim. İlk gençlik yaşlarımda Sezen Aksu-Özdemir Erdoğan düetinden dinlediğimiz ve şahsen hayatımın soundtrack’inde "Top 100" arasına rahat koyacağım şarkılardan biri olan Küçük Bir Aşk Masalı, şimdilerde "ters açı"dan bir icrayla müzik kanallarında dönüyor ya, şahsen mükemmel zamanlama mı, mukadderat mı, ne diyeyim bilemedim. Seden Gürel ve Keremcem’in düet performanslarından oluşan maxi single’ın çıkış parçası olan Küçük Bir Aşk Masalı cover’ında Özdemir Erdoğan’ın "olgun" sözlerini terennüm etmek Seden Gürel’e, vaktiyle Sezen Aksu’nun "Yaşımız genç diye hakir görme, bizimki de yürektir, sever" tadındaki sözlerini seslendirmek de Keremcem’e düşüyor.

Bir olgun kadın-genç erkek aşkı, Kubilay Kasap’ın yönettiği sade bir kliple huzura geliyor. Seden Gürel ve Keremcem, zamanlama hatasından mustarip bir aşkın, zamanı aşmış, modası geçmez şarkısını, orkestra elemanlarını görmezden gelecek olursak, soyutlanmış, romantik bir ortamda, birbirlerinin gözlerinin içine bakarak söylüyor.

Güzel bir noktaya parmak basılmış. Olgun kadınların genç erkeklerle aşka düşme hakkı engellenemez. İki günde bir genel af ilan edilen bir ülkede, ayıptır yani, bir tek aşıklara genel af çıkmıyor. Esefle karşılıyoruz, insan hicap duyuyor. (Bakalım 54’ümüzde ne hállere düşeceğiz!!!)

KUTSİ

Klip aleminin yeni ressamı


Pop şarkıcılarının komple sanatçı olma iddialarından kaynaklanan bir durum mudur bu bilemem ama klip áleminde, ressam rolüne soyunan şarkıcıların kliplerinden ayrı bir kategori oluşturmak herhálde pekálá mümkündür. Sibel Alaş’ın, Cenk Eren’in filan ardından şimdi de ikinci albümü Sanane’den klip çekilen üçüncü parça olan Geçer’de, Kutsi, elinde fırça, bir evin duvarına, sevdiği kadının portresini yapıyor.

Kutsi, piyasada parlayan "yeni" erkek sanatçılarda addettir ya; ya Tarkan’a, ya Mustafa Sandal’a ya da Kenan Doğulu’ya benzetilmek, işte o anlamda Kutsi, Mustafa Sandal klonu muamelesi görüyor. Şahsen kendilerinin şimdiye kadar Petek Dinçöz’le tango yapmak haricinde bir dans ilahı edasıyla kıvırttığını görmüş değilim. Müzikal açıdan nesi benziyor, onu da anlayabilmiş değilim. İlk klibinde taktığı gözlüklerin payı olsa gerek...

Anladığım kadarıyla Kutsi Bey’in seveni bol ve röportajlarında da hakikaten gayet düzgün, iyi bir insan intibaı bırakıyor kendileri; Allah sevenine bağışlasın. Haricinde, ne diyeyim bilemedim. Ben başka bir noktaya takılıyorum. Maazallah Kenan Evren, bu kliplerin dolmuşuna binip "aktif politika yapamadık, bari müzik piyasasına bulaşalım; popçuların ahkámları eski cumhurbaşkanlarınınkilerden daha ciddiye alınıyor" hesabına demo filan yapmaya kalkar mı dersiniz? Ammman abi, tahtaya vurun...

DENİZ SEKİ

Yürüyün be ablalar


Deniz Seki, kendisini ampulü icat etmiş filan gibi hissediyor olsa gerek. Zira bu "kız arkadaşlarıyla álemlerde dağıtan abla klipleri"ni iyi tutturdu. Akıllı kadın Allah için. Yeni bir damar aramaktansa, mevcut durumu "geliştirmeyi" yeğliyor. Kötü mü yapıyor? Haşa... Kız koleji mezunu, hayattaki en büyük zevki kız arkadaşlarıyla cozutup efkár dağıtmak olan bir kadın olarak, iki elim havada; teslim olmuş vaziyetteyim. Süper damar; ne diyeyim...

Deniz Seki Hanımefendi’ye bayılmamama ve yine bir dişi kanka tayfasıyla bir sofranın etrafında bünyeyi alkole bandıra bandıra söylediği, söz ve müziği kendisine ait olan Ağlamak Yok, düpedüz arabesk bir parça olmasına rağmen, ekranın karşısında "Yürüyün be ablalar!" diye nara attığım bile oluyor.

Seki, Masal’dan sonra el artırıyor ve Ağlamak Yok’un, Pera Palas’ta, Mert Baykal’ın yönetmenliğinde çekilen klibinde, Çamlıca Kız Lisesi’nden beş okul arkadaşıyla birlikte rol alıyor. Tekrar etmek isterim: Aklını seveyim... Hem iş hem eğlence dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Bir kenarda kamera çalışadursun, sen beş lise arkadaşınla birlikte bir yandan demlen, bir yandan çal, söyle, eğlen... Vallahi şapka çıkarıyorum.

Şimdi sessizce dağılalım lütfen. Sizin program nedir bilmem; bendeniz, bizim kızlarla buluşup áleme akmaya gidiyorum.
Yazının Devamını Oku

Arka bahçe

10 Şubat 2006
"Hayatın neresinden dönülse kárdır." Dünyadaki 29 yıllık ömrünü, sanki uykuyla uyanıklık arasındaki o yerde, olası en şairane biçimde sayıklamakla geçiren Nilgün Marmara’nın, Cemal Süreya’nın seslenişiyle Zelda’sının, vaktiyle kurduğu o meşhur cümle...

Yarın, Nilgün Marmara’nın Ocak 1985’te İngilizce olarak kaleme aldığı ve Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne bitirme tezi olarak sunduğu "Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi (*)" kitapçıların raflarında yerini alacak.

Kitabın, Everest Yayınları tarafından bu tarihte piyasaya sürülmesi tesadüf değil.

Yarın, Sylvia Plath’in mutfak fırınının gazıyla intihar ederek 30 yıllık hayatına son verdiği günün (11 Şubat 1963) 43. yıldönümü...

Yarın, Sylvia Plath ile "meselesi olan" ve yine 13 Ekim 1987’de, beşinci kattaki balkonundan atlayarak 29 yaşında hayatına son veren Nilgün Marmara’nın doğumgününün de arefesi sayılır. Ki ürkerek ürperiyor bünye, ister istemez...

Edebiyata sardırdığım günden beri tek bir doğumgünü idrak etmişliğim yoktur ki Nilgün Marmara’yı anmayayım. Onunla aynı gün doğmuşuz; 13 Şubat’ta...

Hayat, her gün, aynı iç sıkıntısıyla boğuşurken, gitmek ve kalmak arasındaki o arafta geçen, biraz şanstan biraz da seçimden ibaret bir şey ya...

Yıllardır, her 13 Şubat’ta, önce Nilgün Marmara’dan o seneye mahsus, seçilmiş bir şiir okumak, akşam yattığımda ise yine 13 Şubat doğumlu Mazhar Alanson’un Benim Hálá Umudum Var’ını dua edercesine terennüm etmek gibi bir huy edindim.

Mezarlığın yanından geçerken ıslık çalarcasına, 13’ün lánetinden korktuğun için 13’ü uğurlu sayın ilán edercesine, salak saçma da olsa, bünyeye iyi gelen bir ritüel diyelim...

Ece Ayhan, Lale Müldür gibi büyük şairleri etkilemiş, kısacık hayatında damıtılmış sözlerle, az ama öz üretmiş, çok ama çok iyi, büyük bir şairdir Nilgün Marmara... "Kadın şair" diyeni de döverim.

Elimde değil, saygı duyarız, saygımız sonsuz, tamam da... Bunca az iyi şairin olduğu, hele ki "kadından şair olur mu" tonundan gerzek tartışmaların bitmeler bilmediği bir dünyada, Sylvia Plath’e de Nilgün Marmara’ya da için için öfkelenmekten kendimi alamıyorum.

Bu kendi çapında da bir sayıklama sayılabilecek yazı nasıl bağlanır bilemedim. Şiirperver TRT spikeri tadında bir sunumla durumu yavşatıp hafifletmek mümkün olabilir mi acaba mirim?

Su gibi aziz olası okurlar; içimde bir Şubat sıkıntısı mı desem, 13 sıkıntısı mı; ona rağmen pek kıkırdak bir şekilde gülmeye çok inatlı, sizleri Nilgün Marmara’nın Şubat 1987’de yazdığı son şiirlerinden biriyle başbaşa bırakıyorum:

DÜŞÜ NE BİLİYORUM (**)

Kimdi o kedi, zamanın / eşyayı örseleyen korkusunda / eğerek kuşları yemlerine, / bana ve suçlarıma dolanan? / ... / Gök kaçınca üzerimizden ve / yıldız dengi çözüldüğünde / neydi yaklaşan / yanan yatağından aslanlar geçirmiş / ve gömütünün kapağı hep açık olana? / ... / Yedi tül ardında yazgı uşağı / görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o / ve bağlanmıştır körler / örümcek salyası kablolarla birbirine / sevişirken, / iskeletin sevincini aklın yangınına / döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla. / ... / Yine de, o, zaman kedisi / pençesi ensemde, üzünç kemiğimden / çekerken beni kendi göğüne / bir kahkaha bölüyor dokusunu / düşler maketinin, / uyanıyorum küstah sözcüklerle: / Ey, iki adımlık yerküre / Senin bütün arka bahçelerini / gördüm ben!

(*) Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi / Nilgün Marmara / Çev: Dost Körpe / Everest Yayınları...

(**) Düşü Ne Biliyorum / Daktiloya Çekilmiş Şiirler
Yazının Devamını Oku

Kıymayın, ağlarız

9 Şubat 2006
Baştan uyarayım: İşbu metin, yakın dostların, uzak tanışların ve dahi okurların siparişi üzerine kaleme alınmış bir yazıdır. Ha, onlar bastırmasa yazmayacak mıydım, yazacaktım ama geniş zamanlı bir güzelleme vardı kafamda. Mevzuun ivedilikle ele alınması gerekebileceğine ihtimal vermiyordum.

Türkiye’de hiçbir iyiliğin ve iyi projenin cezasız kalmadığını hatırımda tutup, ona göre düşünmeliymişim.

Yine lafı uzattık; bari bu noktada direkt konuya dalalım:

Ortalıkta Hırsız Polis dizisinin yayından kaldırılacağına dair bir rivayet dolanıyor. Ve bu ihtimal, panikten, bendeniz de dahil olmak üzere, dizinin hasta izleyicilerinin tümünün paçasını tutuşturuyor.

Çerçöp de dahil yayınlanan ne var ne yoksa karşısında illáki belli bir süre park eden bir zap-manik olarak, aman bir şey kaçırmayayım diye reklamlarda bile zaplamamacasına, baştan sona takip etmecesine son izlediğim dizi İkinci Bahar’dır.

Dı...

Üzerine gül, dizi filan koklamışlığım da yoktur.

Yani... Yok... Tu...

Sonra Hırsız Polis huzura geldi. Gerisi de şahsım açısından tarihtir.

Hevesten yana nostaljik bir tat...

Plan program yapmayacağım, olanı erteleyeceğim ya da iptal edeceğim de... Aman maazallah, saatini kaçırmayacağım da... Televizyonun karşısına konuşlanacağım... Ve bölüm bitene kadar, televizyonun kumandasına dokunmayacağım.

Bir televizyon dizisi için bunca fedakárlığa (!), en son ortaokulda Moonlighting / Mavi Ay uğruna katlanabilmem söz konusu olabilirdi.

Kanal D yöneticilerine canhıraş sesleniyorum: Kıymayın abilerim ablalarım; bizlere acıyın... (Burada muharrireyi, gözyaşları içinde dizlerinin üzerine çökmüş tahayyül ediniz...)

Yani daha ne diyeyim bilemedim. Yalvardık işte, ötesi var mı?..

Başta Uğur Yücel, Timuçin Esen, Özlem Düvencioğlu, Erol Günaydın ve Olgun Şimşek olmak üzere (Senaryo gereği Ozan Güven’i öldüren zihniyeti de kınadığımı belirtmek isterim bu arada...) bütün oyuncu kadrosunun döktürdüğü; senaryosu da diyalogları da çekimleri de, televizyonda yayınlanan bilumum paçozluğa on gömlek bol gelen bir yapım Hırsız Polis ve tabiri caizse, her televizyon kanalı için namus kurtaran bir prestij projesi sayılır.

Hani hangi gruptan ne kadar ilgi görüyordur bilemeyeceğim, reklam diliminden ne kadar pay kapıyordur onu da bilemeyeceğim ama Ğ grubu mu dersiniz artık, X grubu mu, neyse ne; seveni takım tutarcasına seviyor, bakın onu çok iyi biliyorum.

Biterse, çok fena küseceğiz, ağır karakter atacağız, onu da adım gibi biliyorum.

Şimdi ismini vermeyeyim ayıp olur; fakat pek muhterem dostum Z., restoranı erken kapayıp, vakitlice eve gidip Hırsız Polis’i izleyebilsin diye, Çarşamba akşamları çok müşteri gelmesin diye dua filan ediyor; kıvam bu kıvam... İnsan kendi ekmeğini baltalamak için dua eder mi; Hırsız Polis söz konusu olunca, Z., ediyor...

Seyirci zaten kanalın internet sitesini filan yıkıyormuş ayrı da; dış kapının harici mandalı olarak ben bile konuyla ilgili aldığım e-postaları saymadım sayamadım.

Hani yalvarmak kesmiyorsa, hani tehditten de sayılmasın ama dedik ya seveni fanatizm boyutunda seviyor, Hırsız Polis fanları, dizinin bitmesi hálinde, kanalın önünde eylem koymak üzere örgütlenmeyi bile planlıyor.

Bugün uyarımızı yapmış olalım. Güzelleme faslını ileri bir tarihe bırakalım. Umalım ki ağıt tadında olmasın... Amin...
Yazının Devamını Oku

Formunu veren Allah, bir gün üstünü doldurmayı da nasip eder

5 Şubat 2006
Arkamda televizyon açık, Baykal, Erdoğan ve Unakıtan’ın karşılıklı açtıkları davaları ve bu davalara sebep olan "muhabbeti" takip etmekteyim.

Sen mi densizsin ben mi ahláksızım tonunda, en senli benli hakaretamiz makamdan, aralara da türkü mürkü çeşni ederek, tatlı tatlı (!) atışıyorlar. Biz zavallılara da bu áşık atışmasını haber niyetine izlemek düşüyor.

Zihnimde, gazeteci olmayı kafaya koyduğum çocukluk günlerime dönüyorum ve yanakları yerçekimine karşı koyamayan o suratsız çokbilmişi, güllabici odunuyla dövmek istiyorum.

Unakıtan’ın, Erdoğan’ın filan "crash test dummy" modeli kuklalarını piyasaya sürseler, onlara girişmeyi yeğlerim tabii ama heyhat...

Döve döve kendimizi dövüyoruz yine.

Yazının Devamını Oku

İnternet her derde deva

4 Şubat 2006
Bu aralar kafayı "biraz" internet üzerine yormam gerekiyor; hayat emretti mi "Baş’üstüne kom’tanım!" şeklinde selám çakacak, gerekeni yapacaksın; yoruyorum... Ayrıca algıda seçicilik denen bir şey de var, ki kayıtsız şartsız teslim olduğumuz yaptırımcı kuvvetlerinden biridir yine hayatın... Dolayısıyla, yüksek müsaadenizle bu hafta muhabbeti, bahsini etmekte geç bile kaldığımız, internet sayesinde fenomene dönüşmüş olan Seksendört’ten açıyorum.

Malûm hikaye: Altı yıl önce kurulan ve tırmalaya tırmalaya bir türlü yapmaya muvaffak olamadıkları albümlerini nihayet geçen yılın sonunda Pasaj’dan çıkarmayı başaran Ankaralı grup, kendi ismini taşıyan albümü, teee 2002’de yaptıkları Ölürüm Hasretinle adlı şarkının, internette kazandığı şöhrete borçlu.

Yüzlerini tanımayan hatırı sayılır bir hayran kitlesi kazanmaları üzerine, haklarında üretilen şehir efsaneleri, alıp başını böyle fizana kadar yürümezdi...

YOK, Ölürüm Hasretinle, şarkı yazarının sevgilisini bir başkasıyla iş (!) üstündeyken basması üzerine şarkıyı attırıp, üzerine de intihar etmişmiş, sonracığıma bu vicdan azabına dayanamayan kız da peşi sıra kendini telef etmişmiş... (Bu internetten şarkı indiren kitlenin, sahibini bilmedikleri şarkılarla ilgili illá ki intihar hikáyesi uydurmak gibi tuhaf bir huyları var. Jiletlik melodramları seviyorlar zahir...)

Kİ: Şarkı gerçekten de grubun solist ve gitaristi Tuna’nın başından geçen bir gerçek öyküye dayanıyormuş. Bir röportajda; "Özel kalsın daha iyi," diyor gerçi: "Sözler anlatması gerekeni anlatıyor zaten. Bunu deşmeye çalışmanın bir manası yok. Benim en mutlu olduğum şey herkesin şarkıyı kendine bu kadar yakın hissedip kendi hikayesiymiş gibi benimsemesi oldu." Yine de; "Gördün mü bak bizden ötesi de varmış / Yaşananların hepsi meğer birer yalanmış / Kaderimde bu da mı vardı / Sevdiğimi başkalarıyla göreceksem eğer / Kör olsun bu gözler / Görmeyeyim bir daha" diye giden sözlere bakınca, içinden intihar geçmeyen bir ihanetin söz konusu olduğunu anlamamak için dıngıl beyinli, görmemek için de kör olmak lázım. (Biz de ihanete uğramışızdır herhálde şu hayatta ama ihanet insanın retinasını değil, ruhunu zedelediği için kör de etmiyor maalesef ve/veya çok şükür.)

VIVA LA BRAZIL!

YOK, grubun adı 84’müş ama esas açılım "sex and dirt"müş; yok, George Orwell’in 1984’üne gönderme yapıyormuş, yok grup üyeleri ’84 doğumluymuş da ondanmış.

Kİ: Yine Tuna’nın iki ayrı röportajda söylediklerinden bir "kolaj yanıt" yaratacak olursak, doğru cevap yine bunların hepsi ve hiçbiri: "Gençliğin gazı ve hazzıyla grubun isminin biraz spekülasyona açık bir isim olmasını istedik. Diğer bulduklarımız da hep bu yöndeydi. Akla aynı anda bir sürü şey getiren bir isim 84. Acaba Sex and Dirt’le mi ilgisi var? Yoksa bu çocuklar 84’lü mü? Acaba George Orwell’in 1984 kitabını mı kast ediyorlar? Bütün bu olasılıklar insanların aklına gelsin istedik. (Başka bir şey isteseler olacakmış.) İnsanların isme bu kadar takılmasını istemiyoruz."

Elemanların hiçbiri 84 doğumlu değil; milletin merakını oradan gıdıklamayı bile hesap etmişler yani. İddialı olduğu kadar okumuş ve işini bilen yetenekli kardeşlerimizden mürekkep bir grup 84 anlayacağınız. (24 yaşındaki gitarist ve solist Tuna Beribaşoğlu ile 21 yaşındaki bas gitarist Okan Özen, A.Ü. Devlet Konservatuarı Opera Koro bölümü, 25 yaşındaki gitarist ve geri vokalist Erdem Ocaklı, Açıköğretim Kamu Yönetimi öğrencileri; 23’lük davulcu Serter Karadeniz ise A.Ü. Ziraat Mühendisliği mezunu...)

Klibe gelince, Karaköy’de hálá kullanılmakta olan bir bobinaj atölyesinde, Mahir Akyol yönetmenliğinde çekilmiş. Grubun şarkıyı icra ettiği performans bölümlerini saymazsak, iki yabancı konu mankeninin (Erkek, Brezilyalı Daniel; kadın, Alman Naomi) yaşadığı pek dramatik bir aşk hikáyesi anlatılıyor. Aşkından perişan olan adamımız ki "Viva la Brasil!" diye slogan atmak istiyorum, o ne lokum şey öyle; kıyamam ben ona- kadının aşkından havale geçirir gibi bir görüntü sergiliyor ve binanın muhtelif yerlerinde beliren ex-sevgilisiyle uzaktan uzaktan, küskün küskün, kızgın kızgın kesişiyor. Kadının orada halüsinatif bir varlık mı gösterdiği artık bize kalmış. Yani... Sanırım?..

Klipte de gizemli bir atmosfer hüküm sürüyor diyelim, sessizce dağılalım.

Zamanla çözeriz meseleyi. E, bu da Da Vinci’nin Şifresi değil ya azizim. Çözeriz elbet. Zamanımız bol nasılsa. Zira 84, kalıcı olacak gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku

Ayşem, kokulu menekşem

3 Şubat 2006
Dünden devam: Muharrire, geçmişte izlediği müzikallerin yarattığı travmayı da yanına katıp, fobilerinin üzerine cesaretle yürüyen kahraman edasıyla, Ayşe Opereti’nin sahneleneceği Mustafa Kemal Kültür Merkezi’ne doğru yola koyulur. Ayşe Opereti’nin kitapçığı, eseri, "BİR GÜLRİZ SURURİ MÜZİKALİ: Muhlis Sabahattin’in AYŞE OPERETİ" başlığıyla tanıtıyor.

Gülriz Sururi, bu oyunu sahneyle ilk tanışması olarak addediyor. Bu tanımı, çift başlıklı jilet gibi algılamak mümkün.

Zira bir yanıyla, Sururi’nin, "ömrünün projesi"ni gerçekleştirmiş olmaktan dolayı duyduğu heyecana işaret ediyor olsa gerek bu cümle. Bir yanıyla da taş gibi gerçeklik ama...

Bahsi çok geçti, biliyorsunuz: Gülriz Sururi -birebir doğru olduğu için "amiyane tabirle" deme gereği duymuyorum- anasının karnındayken sanatla tanışmış bir sanatçı.

1889-1947 yılları arasında son derece çalkantılı, ilginç bir hayat sürmüş olan eser sahibi "Operet Kralı" Muhlis Sabahattin’in yarattığı Ayşe Opereti’nin ilk sahnelenişinde Gülriz Sururi, oyunun başrollerini paylaşan Ahmet rolündeki babası Lûtfullah Sururi ve Ayşe rolündeki annesi Suzan Lûtfullah’ın aşkının yeşermekte olan meyvesi sıfatıyla, validesinin rahminde dönenmekteymiş.

20’li yaşlarında babası Lûtfullah Sururi, Gülriz Sururi’ye operetin notalarını hediye etmiş ve "Annenin rolünü oynamalısın" demiş. Tanıtım kitapçığına yazdığı önsözde, bu konuda şöyle diyor Sururi: "O sırada benim başımda kavak yelleri esiyor. Ayşe Opereti hakkında iki kelimelik bilgimle, hatta hiçbir şey bilmeden, ’modası geçmiş bir operet’ diye düşünebiliyordum."

Eh, o manada, hani nasıl Lüküs Hayat’ın modası geçmezse, zira zamanı aşmışsa, Ayşe Opereti ile ilgili de aynı şey söylenebilir.

Yanisi, müzikali izlemeye gidecekler, içinden "monşer" gibi kelimelerin geçtiği replikler duyacakları bir nahiflik tufanı izleyeceklerini bilerek gitmeliler.

Ben size müzikalin şarkılarından birinin, meselá en bilindik parçalardan biri olan Çok Yaşa Sen Ayşe’nin sözlerini yazayım, oradan hesap edin:

KORO: Çok yaşa sen Ayşe, çok yaşa sen Ayşe / Köyün tılsımısın biricik kızısın / Dedenin kuzususun / Bahtın açılsın, talih saçılsın / Gönlün şen olsun, kendini üzme sakın / Hey... Vur patlasın çal oynasın / Vur patlasın çal oynasın / Bu hayat böyle geçer hey / Bu hayat böyle geçer..."

O gözle izleyince, insan eski bir Türk filmini izler gibi zevk de alabilir.

Bunun ötesinde, eleştiri faslına girmeye gerek var mı? Kostümler (Sadık Kızılağaç) oyunun en başarılı tarafı, fakat dekor (Ali Cem Köroğlu) dökülüyor maalesef.

Koreografi (Selçuk Borak) ve dansçılar ile müzik tasarım ve yönetimi (Selim Atakan), şarkı da söylemek zorunda oldukları için zor bir işin altına yatmış olan oyuncuların (Hazım Körmükçü, Dolunay Sert, Ceyda Düvenci, Sinan Tuzcu ve bence ekibin en iyileri olan Naci rolündeki Evren Pıravadılı ile Neşe rolündeki Elif Çakman) açığını kapatıyor. Bütün şarkıları Sarıkız’ı canlandıran Müge Zümrütbel söyleseymiş, huşu içinde dinlenebilirmiş.

Yönetmen Engin Cezzar. Ki kendileri hakkında yorum yapmak bizi aşar.

Böyleyken böyle arkadaşlar...

Ha, neticede "Ne diyorsun yani?" diye soracak olursanız; tarih ve emeğe saygıyla ceketimizin düğmelerini ilikleyelim.

Siz bana bakmayın yani, tiyatro, özellikle de müzikalseverler, zevkle izleyecektir.

Benimki bünyesel bir maraz diyelim... Müzikallerle aramda bir 10 yıl savaşları söz konusu. Yeminden dönenin kaşığına n’oluyor bilemem, bir başka bir vesileyle biz de yine tövbemizi bozacağızdır muhtemelen ama: 10 yıl sonra görüşelim.
Yazının Devamını Oku

Müzikal travma

2 Şubat 2006
Pazartesi akşama doğru, Ayça’m Şen’imi dürttüm: "Abi akşam ne yapıyorsun? Gel seni Ayşe Opereti’ne götüreyim." Tuhaf bir şey görmüş gibi suratıma baktı ve dudağının kenarıyla tükürür gibi "Cık!" dedi özetle...

"Anlıyorum" dedim, "Çoluk çombalak sahibi bir kadınsın neticede; eve gidip yavrunu besleyeceksin. Peki yarın akşam durumun nedir? Memo’yu ayarlayabilirsen benimle 4 Bale’ye gelir misin?"

Daha da tuhaf bir ifadeye büründü: "Ama niye böyle tekliflerle beni kendinden uzaklaştırmaya çalışıyorsun ki? Hayır, bir de suçu bacak kadar sabiye yüklüyorsun? Operetti baleydi, böyle ahláksız tekliflerde bulunup, sonra bir de üstüne... Tö’be tö’be..."

"Peki" dedim, "Anladık. Yemedin. O zaman daha düz bir şekilde sorayım: Yalvarsam, yakarsam, dizlerine kapansam?"

"Çok isterdim ama evde çocuk bekler abi!" diye koşarak uzaklaştı!!!

Kandıramadık velhasıl. Kandıramadığımız gibi, vicdanına olta atıp ikna da edemedik.

Dostluk dediğin, bizim lûgatımızda, "iyi günde-kötü günde; hastalıkta-sağlıkta; geyiğin ve partilemenin şahında-kaçınılması mümkün olmayan sosyal okazyonda" birlikte olmaya baş koyulan bir ahde imza atmaktır oysa?..

Hain tırtıl, pis tırtıl; adi kanka, pis Ayça!..

Hak vermiyor da değilim esasında. Hak vermemek de ne; normal şartlar altında -bizim ’norm’larımız genele ne kadar normal gelirse artık, onu da bilemem- o bana durduk yerde böylesi teklifleri mitralyöz gibi saydırsa, Ayça’nın annesine "Memo’nun velayetini Ayça’dan almak gerekir mi gerekmez mi? Ayça’nın ruh sağlığında benim gözden kaçırdığım bir erozyon gerçekleşmiş olabilir mi?" endişesiyle telefon filan açarım.

Üst üste geldi n’apalım. Her iki eseri de izlemeye dair sözüm var ve bu tarihleri, çoook evvelden, olmayan randevu defterime, yani mutlaka hatırlatmaya, dürtülmeye ihtiyaç duyan akıl defterime not düşmüşüm.

Ya görülecek, ya görülecek...

İyi, güzel de kimle gidilecek?

Malûmunuz, memlekette müzikal dediniz mi şöyle bir duruluyor. Hele ki "operet" kelimesi, insanda gayrı ihtiyari bir ürperti uyandırıyor.

Geçen yıl, sahne sanatları için "rüya takım" diye nitelendirilebilecek Mucizeler Komedisi’nde yaşadığım travmayı düşünüyorum da...

Mustafa Oğuz, Yavuz Turgul, Işıl Kasapoğlu, Beyhan Murphy gibi bir ekip bir araya gelmiş. Sahnenin üzerinde, başta üstüninsan Şener Şen olmak üzere, Güven Kıraç, Şevket Çoruh, Pamela Spence, Mirkelam ve müzikalin yegáne "iyi" sürprizi olan, bu oyun sayesinde, televizyon ve hatta sinema şöyle dursun, sahne, oyunculuğun er meydanıdır ya, şahane bir oyuncu olduğunu idrak ettiğimiz Özlem Tekin gibi isimler var.

Oturup ağlamama ramak kalmıştı.

O zaman, en azından bir 10 yıl, müzikal adı altında sergilenen hiçbir gösteriyi izlememeye yemin etmiştim.

Yasaklar delinmek için konuluyorsa, yeminler de bozulmak üzere edilebiliyor kimi zaman...

Deldik nitekim. Ayşe Opereti’ni izledik nitekim... Teaser’ımızı verdik, yarına görüşelim efen’im...

Not: Travmanın boyutunu burdan hesap edin. Lafa girmeye cesaret etmek için ayrı bir yazı gerekti yani... Ben bari yarına kadar serinde bir koşu ront yapıp geleyim...
Yazının Devamını Oku