Ebru Çapa

Candy pornografisi

29 Ocak 2006
Televizyon kuşağı çocuğuyuz ya, çocukluğumun favori çizgi dizilerinden birinin Heidi olmasından kalma bir travma diyelim: Benim için mutluluğun resmi, Heidi’nin Apler’in yamacındaki iki katlı kulübelerinin çatısına konuşlandırılmış odasındaki samandan yatağında zıplayıp, dışarıdaki misler gibi olduğunu tahmin ettiğimiz havayı koklayıp, ağzı kulaklarında gülücüğünü ve elma yanaklarını da yanına alıp, lomboza benzeyen pencereden bulutların üzerine zıpladığı sahnedir. Travma derken, boş konuşmuyorum. Cinsellik formatımın da Şeker Kız Candy ile belirlendiğini düşünün ki, şu garip sapkın ruhumun bir mazereti olduğunu anlayın yani! Yeğeniyle bile aşka düşen (Enseste gel! Benim de çocukluk aşklarını aşktan sayarsanız, ilk aşkım teyzemin oğluydu!) Candy, bir bölümde donma tehlikesi atlatıp havale geçiren manitalarından biriyle (Onda manita çoktu málûm! Şahsi favorim Archer’dır, ayrı...) çırılçıplak soyunarak örtülerin altında yekvücüt kıvamında sarmaş dolmaş oluyordu. Elemanlar birbirine platonik açıdan yeşillenen tiplerdi. Çıplak sarılma fikri, sağlık maksatlı bir hamleydi ya, bir nev’i sevişme yerine geçerdi. İçim gıcıklanmıştı, yemin ederim. O günden bugüne kaç tane porno izledim, böyle hissettiğimi hatırlamıyorum. (Hoş, porno dediğiniz zaten komedi niyetine izlenir; en azından bendeniz öyle bakarım, o da ayrı...) (Muharrire kendine kızar: Parantezlere gelesin e mi!) (Muharirre, pişkince yanıtlar: E!)

30’a yakın sene sonra idrak etmek nasip oldu ki Heidi’nin metabolizması bir tuhaf işliyor. O esasında bir kutup ayısı... Aksi takdirde, olsa olsa, mazoist bir ruh hastası!

HEIDI ASLINDA BİR KUTUP AYISI

Gümüşsuyu’nda, sabahın 03.00’ünde, otomobilin girmesi mümkün olmadığı için uzunca yokuşu yürüyerek eve ulaşmaya çalışıyorum. Allah’ım bu nasıl bir güzellik!

Ayın ve sokak lambaların ışığını yansıtan kar sağolsun, ortalık apaydınlık; mübarek öğle ortası...

O saatlerde ortalıkta bir Allah’ın kulu olmadığı için ayak basılmamış bákir kar, bilek değil, diz boyu...

Ayağımdaki Cat botlara, yün çoraplara, kalın fitilli pantolona ve uzun paltoya rağmen ve uzunca dedim ama arabadan indiğim yerle ev arası kısa da sayılabilir bir mesafe olmasına karşın, bata çıka neredeyse 20 dakika süren yürüyüşte, donma tehlikesi geçirdim diyebilirim.

(Şeker Kız Candy kadar şanslı olmadığımdan, evde bekleyen bir manita da olmadığı için, gece ancak kendime sarılabilerek uyuyabilirim.)

Düşünün ki manyak Heidi, karlı Alpler’in bulutlarına, bir de yalınayak zıplıyor! Kızın zaten büyük şehirdeki mutsuz günlerine kadar ayağına ayakkabı geçirdiğine pek şahit olmuşluğumuz da yok. Arada bir okula mokula giderken, zaruretten, o tahta ayakkabılarını geçirirdi ayağına, o kadar...

Annem, Heidi’ye duacıdır. Onun dedesinin, o koca kazanda karıştıra karıştıra yaptığı peynirlere, pişirdiği pofuduk ekmeklere ve Peter’in keçilerin altına yatıp direkt memeden ağzına sıktığı keçi sütlerine aş ermekten, ağzında lokmayla yatıp aynı lokmayla uyanan, kesinlikle yemek yemeyen bir çocuk olmama rağmen (Acısı sonra çıktı gerçi, iştah bir açıldı pir açıldı, obezin önde gideni olduk!) kahvaltılara mırın kırın da olsa, yüz verir olmuştum.

ÇOCUK BEZİ REKLAMLARI KİMLER İÇİNDİR

Fakat bir yandan da Heidi yüzünden, "soğuk bize komaz" edebiyatına yazılmanın, karlı günde duş alıp saçımı kurutmadan sokağa çıkmanın, yaz-kış demeden yalınayak dolaşmanın, fırtınada yaka-bağır açık takılmanın bedellerini ödüyorum. Eskiden hakikaten pek dokunmazdı ama yaş aldıkça bünye kaldırmıyor maalesef. 35’e dayandığım şu dönemlerde, Heidi’yi pek de muhabbetle anmıyorum.

Leş gibi hasta düştüm yine. Bünyeyi parasetamol manyağı yaptım, bana mısın demiyor. Sabahları saatin alarmına ihtiyaç duymuyorum çünkü zavallı gözlerim sabaha, öksürük de değil, hapşırık nöbetiyle açılıyor. Ulan Heidi, yaşsız Heidi, adi Heidi; senin tuzun kuru tabii...

Heidi beni neden andı bilmem... Belki birkaç gündür Davos’la yatıp Davos’la kalktığımızdandır. Heidi, málûmunuz, İsviçre’nin gelmiş geçmiş en büyük şöhreti.

Yine de esas nedenin başka bir şey olduğuna dair şüphelerim var. Zihnimin karanlık dehlizlerinde (!) ara tara vardığım sonuç şu ki: İllet ötesi çocuk bezi reklamları yüzünden, Heidi’yi ve Candy’yi daha sık düşünüyorum bu aralar.

Lafı uzatmadan sorayım: Bebek bezi reklamlarının hedef kitlesi kimlerdir?

Çocuklar mı, ebeveynler mi, pedofiller mi?

Nedir bunların durumu abi?

Manken podyumlarında poposuna bağ bağlanmış Çağla Şikel gibi salınan manken bebekler...

Birbirinin poposunu öpen, kutu bebeği güzelliğinde, şirinden öte "güzel" bebekler...

Yatak odası müziği eşliğinde randevusuna hazırlanan janti ve koket bebekler...

Reklamda ürünü seksapelle pazarlamanın yaşı, 9-10 aylıklara kadar düşmüş vaziyette, iyi mi...

ÇOCUĞUM BÜYÜSÜN DE MANKEN OLSUN

Öyle konservatif tondan etik metik geveleyecek değilim. Aklım ermiyor ve çirkin geliyor, o kadar.

Mesele gönül çelmekse, "şirin" değil, "güzel" de değil.

O yaşa bu pozlar bol geliyor. Anasının babasının ayakkabısını giymiş gibi, gülünç kaçıyor. Şık durmuyor. Yakışmıyor.

Ayrıca burada hakikaten, kimin gönlü çelinmeye çalışılıyor?

"Kızımın/oğlumun kıçını bunla bağlayıp uğur yapayım, belki büyüyünce Gizem Özdilli, Ebru Destan, Ayşe Hatun Önal, Soner Arıca filan olur; mankenliği bırakınca da albüm çıkarır; paraya para demez, kocadığımızda bize cillop gibi bakar" diye düşünen ana-babaların mı?

Reklamdaki çocuğa ya da kıza aşık olup; "Anne bana bu bezleyden al. Ben de böyle eyotik biy şıklık içinde olayım, piyasam aytay" diyecek çocukların mı?

O bezleri satın alıp evde şişme bebek muamelesi çekecek pedofillerin mi?

Olay nedir, hedef kitle kimdir yani?

Saçmaladığımı mı düşünüyorsunuz? "Heidi’den kalkıp, travmadan yürüyüp, çocuk bezlerine varmak nasıl bir salağın halt etmesi olabilir?" diye mi soruyorsunuz?

Bana sormayın valla. Yanıt da böylesine deli zırvası olacaktır.

Parasetamolden, parasetamolden... Beyin genelde de meydan saati gibi tıkır tıkır çalışmaz ya, bu aralar hepten düğüm...

Bir an önce toparlamazsam, siz beni bir de haftaya görün...
Yazının Devamını Oku

İtiraf ediyorum kelepçenin hastasıyım

28 Ocak 2006
Üzerime vazife değil tabii ama n’apayım, içime dert oldu. Hande Yener, bir sonraki albümünde, en çok Müzeyyen Senar’ın sesinden tanınan o canım klásiği, kendine yontarak, "Benzemez kimse BANA / TAVRIMA kurban olayım" şeklinde devşirerek söylesin.

Tavırsa tavır... Madem ki şarkılarında tavır koymakla meşhur bir şarkıcımız kendisi...

Bu seferki manifesto, terk etmiş ya da edilmiş ex-manitayı değil, Hande Yener’i habire birilerine benzetme faaliyeti içinde olan zihniyeti hedeflemiş olur; çeşit olur.../images/100/0x0/55eaa79bf018fbb8f88e32b7

Son ve tabii ki yeni imajının uzantısı olur; hoş olur... Gerçi bu durumda da rakipsiz ya da uzaylı (Sırasıyla: Hülya Avşar, Mustafa Topaloğlu...) birilerine benzetenler çıkacaktır elbet ama en azından Hande Yener, bu durumla dalgasını filan geçmiş olur.

Olur işte bir şeyler...

HANDE YENER BENZETİLDİ

Hande Yener, yatsın kalksın doğuştan iddialı ve iplemez bir tabiatla doğurduğu için validesine dua etsin. Yoksa, bu son albümle gelen, adamı "benzetilmekten" bitap düşürmeye muktedir eleştiri yağmuru yüzünden kişilik bölünmesine, şizofreniye kaptırması bile mümkün olabilir insanın.

İmaj: Sibel Kekilli, Madonna’ya karşı. (Kurduğumuz cümlenin de Kramer Kramer’e Karşı ya da Duvara Karşı gibi film başlıklarına benzediğini düşünecek eleştirmen okur için: Yazının akışıyla ahenk şey ettiriyoruz şurda. Çapa Orijinaliteye Karşı diyelim meselá...)

Bunun yanında, klibi müzik kanallarında dönen ve Yener’in dördüncü albümü Apayrı’nın çıkış şarkısı olan Kelepçe, meselá Ekşi Sözlük’te, Eurythmics’in Sweet Dreams’inden, Gwen Stefani’nin What Ya Waiting For’una; Cutting Crew’un I Just Died in Your Arms’ından, Patti Smith’in Because the Night’ına kadar birbirine ne derece benzediği bayağı tartışılır bilmem kaç ayrı parçaya benzetiliyor.

İddialara bakacak olursak, hakikaten, ismiyle müsemma, "apayrı" bir şeyden bahsediyoruz yani. Apayrı parçalardan devşirilmiş, kendi içinde bütünlüğü olan bir kolaj...

Klip deseniz, Roisin Murphy’nin If We’re In Love’ının videosundan birebir apartma olduğu da iddia ediliyor, Hande Yener’in, bu yeni imajıyla, David Guetta’nın The World is Mine videosunun finalindeki "hatun"a "rahatsız edecek derecede" benzediği de...

Ben bu benzetmelere birkaç şey de kendi adıma çok rahat ekleyebilirim. Bunlardan apayrı birkaç şey...

Gelin görün ki Türk pop áleminde, Hafiyesi Dinleyici olmaktan vaz mı geçtim ne? Kanıksadım ya da pes ettim diyelim. Aksine rastlamak, Sahra Çölü’nde dört yapraklı yoncaya rastlamak gibi bir şey zira. Çoğu zaman, şarkı kulağıma Tecavüzcü Coşkun edasıyla saldırmadığı, görüntüler de bakılabilemez bir saçmalık ve çirkinlik tufanı olmadığı sürece, duruma fit olur oldum.

Hatta şarkı, şu-bu-o’ya benzese de durduğum yerde kıpırdanmamı sağlıyorsa ve klip, "iyi" bir reprodüksiyon olsa da, gözünün takılmasını sağlayacak bir manzara arz ediyorsa, neredeyse şükran filan duyuyorum.

Kimileri tarafından "yeni Ajda" olarak -buyrun bir başka benzetme- addedilen Hande Yener’e genel itibarıyla bayılmam ya, kendilerine ve Apayrı’da çalıştığı ekibe, bu anlamda şükrancıyım diyelim.

Bir haftaya yakındır, ortalıkta Kelepçe’nin sözlerini mırıldanarak dolanıyorum: "Gönül su, bende yazı yazılamaz / Unutulan aşkın yası tutulamaz / Ne git dedim ne de kal / Gidene (Sevene) kelepçe vurulamaz..."

Albümü diske takıp döndür baba döndürdüğüm yok ama radyoda ya da televizyonda denk düşersem zaplamıyorum, bilakis seviniyorum; taksinin radyosunda rast geldiğimde, kendimi şanslı addediyorum.

GÜNCEL KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ

Sözleri Alper Narman-Fettah Can ekibine, müziği Bülent Aris’e ait olan Kelepçe’nin klibinin yönetmenliği, aynı zamanda albümün kartonet fotoğraflarını da çekmiş olan Simon Henwood’a, kreatif danışmanlığı Sanem Habib’e teslim edilmiş. Bugüne kadar

-ki kendisi söz konusu klipler olduğunda, paraya kıyan şarkıcılarımızdandır- çekilmiş en pahalı klibiymiş.

Bir platoda, klibe özel, botanik bir orman kurulmuş. Senaryoya göre, Hande Yener’i o ormanda, kırmızı pelerinli kostümüyle, Kırmızı Başlıklı Kız misáli "bazı cisimlerden" kaçarken izliyormuşuz. Animasyon marifetlerinin de konuşturulduğu klip, üç günde çekilmiş; klibin konseptine uygun, "dönemsel styling" çalışmasını da Brooke Neiteon üstlenmiş.

Bültenlerde kullanmaktan pek hazzettikleri bu "konsepte uygun dönemsel styling" tabirleri ne kadar uyuzumuzu kaşırsa kaşısın (Nedir yani abi; "Kırmızı Başlıklı Kız dönemine ait, konsepte uygun styling" çalışması? Ölme eşeğim ölme...) dedik ya, pes etmişiz bir kez.

Hani haşa, en ufak bir entelektüellik iddiamız yok ama Etiler lay-lay-lom’undan hazzetmeyen ve kendisine özellikle gıcık kapan bir dinleyici olarak, bir önceki albümün (Aşk Kadın Ruhundan Anlamıyor) promosyon döneminde; "Beni artık enteller de dinleyecek" beyanatı vermiş Hande Yener’e, beyaz bayrak açmış bulunuyorum. Varsa bir meydan kürsüsü, çıkıp itiraf edeyim: Evet, Hande Yener’in son albümünü, özellikle de bu aralar Kelepçe’yi ayıla bayıla dinliyorum.

AH ŞU HAİN İMAJ MESELESİ

Şahane bir pop şarkısı olmuş. İmaj konusuna da kesinlikle takılmış değilim. Hatta ünlülerin her değişimlerinde maruz kaldıkları "Yine mi değiştin bakayım, seni gidi haylaz!" hállerine biraz merhametle bakıyorum. Tanıdığım birçok kadın, iki hafta da bir saçını ayrı renge boyatıyor. Ama bunu şarkı söyleyen biri yaptığında, adı "imaj çalışması" oluyor. Ne var bunda bu kadar abartılacak anlamadım gitti.

Hande Yener, bundan iki hafta önce Sibel’le (Arna) yaptığı röportajda, imaj meselesiyle ilgili şöyle diyor:

Gün gelecek deniz bitecek. Şaşırtmak için neler yapmayı planlıyorsunuz?

- Ben bulurum, siz merak etmeyin. Daha bunun yeşili var, moru var. Eserse yarın saçlarımı maviye boyatabilirim. Benim için saçla ilgili bir karar almak iki dakikalık bir şey.

Sizi hem Madonna’ya hem Sibel Kekilli’ye benzetiyorlar.

- Onlar birbirine benzemiyor ki. Ama ne yapayım, benzetiyorlar. İnsan insana benzermiş. Niçin rahatsız olayım? Ben modern biriyim. Benzetilmek beni rahatsız etmez. "Benzetilmek için mi yaptınız" dendiğinde çıldırıyorum. Saçımı kahverengiye boyattım, perçemimi uzattım; "Sibel Kekilli’ye benzemeye çalıştı" dediler. Madonna’ya gelince, onun albümü çıktığında bizim albüm bitmişti. İlk kez Madonna’yı kıskanmadım. Çünkü ona yaklaşabildiğimi hissediyorum. Paralel bir iş yaptım. Bu çok şey öğrendiğimi, bayağı bir yol aldığımı gösterir.

Doğru söze ne denir. Gerçi, "Madonna’ya paralel bir iş yaptım", hayli iddialı bir iddia ama yine de işte... Hele bir taklitle, pardon, paralel bir yönde başlansın, gerisi gelir...
Yazının Devamını Oku

Magazin mi? Tartışmam bile pöh!

27 Ocak 2006
"Oldu o zaman... Kamu yararına malolmuş bir sanatçı çıplak balkona çıkacak, biz çekmeyeceğiz?!." Konuşan, magazinci bir meslektaş... Bunun üzerine ağırlıklı olarak iletişim öğrencilerinden oluşan izleyicilerden itiraz uğultuları yükseliyor: "Kamu yararına malolmak ne be?! Bunun kamu yararıyla ne alákası var?"

"Bir kelime hatası oldu sanırım" diye düzeltiyor Ali Kırca; "Sanırım kamuya malolmuş demek istedi beyefendi."

Oradan, Fikret Hakan lafa atlıyor ve işaret parmağını öğreten adam pozlarında havaya dikerek bu kez mevzuu, en sevdiğimiz klişelerden olan, "Bir kez sahneye çıkıp iki demo yapmış, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen tiplere sanatçı denilmesin" itirazına taşıyor.

E yorgun gözlerim bu tartışmayı sayamadığım seferler izledi. Bu konuda bir uydu anteni kıvamında antrenmanlıyım. Hadisenin Siyaset Meydanı faslının takibini yorgun kulaklarıma havale ediyor, televizyona sırtımı dönüyorum. Bilgisayara...

Çizilen manzaradan çakmışsınızdır köfteyi... Siyaset Meydanı’nda magazin tartışılıyor. Bu, magazinin tartışıldığı, üç-beşi Siyaset Meydanı olmak üzere kaç tartışma programı izledim bilmiyorum.

Çarşamba, saat 00:43 ve işteyim. Yılbaşı, kurban bayramı derken, bu kez de kar muhalefeti yüzünden eklerin takvimleri öne çekilmiş. Yazılar erken isteniyor.

Üstelik bu sefer bir yandan başka bir işle de uğraşmakta olduğum için, bu garip kulunuz, normalin bilmem artık kaç katı mesaiyle çalışıyor.

L masanın sağ tarafında şu anda okumakta olduğunuz da dahil, üç ayrı yazının dosyası ve bilgisayarın dibinde açılmış bilmem kaç internet sitesiyle bilgisayar; ön cephede kabuklu fıstıklarla donatılmış "ziyafet" soframa örtü olarak da hizmet veren gazeteler; sol taraftaki dolabın üzerinde televizyon açık.

Ben de tek başıma uğultulu bir meydan sayılabilirim yani...

Koladan bir fırt çekip fıstıklara davrandığımda Yüksel Aytuğ’un köşesine göz atıyorum. Malûm, kendisi bir televizyon programı eleştirmeni. Çarşamba günkü köşesinde, ana konu başlığı babında "Ne olacak bu televizyonların háli?" diye sormuş ve mevzuu dört maddede ele almış. Özgün başlıkları ve tarafımdan özetlenmiş háliyle:

1) Ateş hattı yüz kızarttı: Aytuğ, taciz gibi kanayan bir yaranın Reha Muhtar’ın programında çözüm aramaktan ziyade mütecavizleri özendirmeye yönelik bir propoganda yayınına dönüştüğünü söylüyor. Filiz Kansu, meselá, coşmuş ki coşmasa şaşardık: "Ben taciz etmem, direkt tecavüz ederim. Hatta bir tanesi tecavüzden sonra ’Aşkımızı kirlettin’ diye ağladı. Ama hepsini koca olarak alıp namuslarını temizledim. Beş evlilik yaptım, hepsi eteklik giydi, beş kadın aldım yani, hepsinin kocası oldum." Bu arada ünlü bir mafya babasının oğlu olan son kocası yayına bağlanmış ama ne dediği pek anlaşılamıyormuş. Kansu yine mikrofonu ele almış: "Altyazı geçebilir miyiz? Kokainden beyni uyuşmuş da..." Bu arada programa telefonla tabii ki Zekeriya Beyaz ve Lerzan Mutlu da katılmış. Falan feşmekan...

2) İbo’dan "hıyar"lı uyarı: İbo’nun, şov programında Taş Mı Sandın adlı şarkıyı söylediği sırada durup teknik yönetimi fırçalaması: "Hıyar! Resim seçiciye sesleniyorum. O iki bayanı göstermeyi kes. Dostun mu bunlar senin, niye gösteriyorsun?" Aytuğ, Tatlıses’in herkesin gözünün önünde ekran emekçilerine böyle fırça kaymasından esef duymuş. Ayıptır, diyor. İzleyiciye ayıp mı değil mi, o ayağa değinmemiş. Herhálde, izleyicinin bu tadı sevdiğinin reytinglerle kanıtlanmış olmasından yola çıkıyor. Ki doğrudur. İbo’dur, İmparator’dur, canlı yayında ağzı köpürmüş, hıyar demiş çok mudur; helál olsundur.

3) "Mülayim olma Nihat Doğan: Aytuğ, son zamanların "ikrah getirtmeden kimsecikleri şurdan şuraya bırakmayan aşk kuplesi"nin katıldığı Yıldız Yağmuru programına değiniyor. Canlı yayında emrivakiyle Seda Sayan’la şakacıktan nikáh masasına oturtulan Nihat Doğan, belli ki utanmışmış. Çünkü o içinde bir yerlerde hálá, her şeye rağmen saf bir Anadolu delikanlısıymış. Böyle boyun eğdikçe Seda Sayan’ın programındaki Müláyim tipi gibi bir şey oluyormuş. Müláyim olmasınmış.

4) Evlilik halka açılınca: Evet, bildiniz, Sabah Sabah Seda Sayan’a, gelin-kaynana yarışmalarının "Hamileyiz, boşansak mı boşanmasak mı" çifti Selma ve Gürkan konukmuş. Ma-stüdyo oturmuşlar, Selma’nın sevişirken korunup korunmadığını tartışıyorlarmış. Aytuğ, bir televizyon yazarı olmasına rağmen yine de beyefendiliğini ve şaşırabilme yetisini muhafaza etmeyi becermiş bir gazeteci olarak -onun adına maalesef mi demeli, Allah kurtarsın mı?- "Yahu evlilik bu kadar kamuya açılır mı?" diye soruyor.

Şu anda saat 02:06... Siyaset Meydanı’nda Aykut Işıklar; "Bunca yıllık gazeteciyim, ben de magazini anlayamadım" diyor!

Ben? Ben, bu yazıyı sadece iş icabı kaleme almış, esasında magazinle hiiiç işi olmayan ben, eve gidip belgesel izlemek üzere toparlanmaya başlıyorum. Çünkü ben çok erdemli bir entelektüelim. Ve evet, kesinlikle, haşa, tıpkı Türk milletinin yüzde 98’lik çoğunluğu gibi, belgeselden başka bir şey izlemem efen’im...
Yazının Devamını Oku

Ama ne Salı! Bir sallandı, pir salladı!

26 Ocak 2006
Tamam, her salının da günahını almayalım ama "Salı sallanır" dedikleri kadar da var yani... Misál, geçtiğimiz salı, sallandı da sallandı... Kırmızı alarm verdirtmecesine doğal afet kıvamında bastıran, Sibirya soğukları ya da her yerler kar beyazına kestiği hálde gayet ironik bir şekilde "kara kış" diye anılan iklim şartlarından dolayı, bir haftaya yakındır, memlekette hayat felç.

Mümkünse evden çıkılmıyor, işe bile gidilmiyor, gidilirse de erken paydos ediliyor...

Gerçekleşmesi gereken açılışlar, paneller, konserler erteleniyor. Üniversiteler ve dershaneler de dahil, eğitim birimleri tatil oluyor. Otoyollar kapanıyor. Kar yağışı, şiddetli rüzgár ve sisten dolayı birçok istikamette hava ve deniz yolu ulaşımı mafiş. Yolu kapalı 10 binlerce köy ve mezra söz konusu ki pek çoğuna elektrik verilemiyor, niceleriyle haberleşme sağlanamıyor. Salı günü, soğuk hava şartları, bir tek şeyi iptal edemedi. Ölüm, cenazeler ve anma törenleri...

Memleketin devlet erkánı, sağdan, soldan, siyasi ileri gelenleri ve aydınları, hangi birine yetişeceğini şaşırmacasına, törenden törene koştu. Buyrun, geçtiğimiz salının gündemi:

Bir gün önce, 120 km. süratle seyreden bir halk otobüsünün biçtiği servis aracında hayatını kaybeden sekiz Dışişleri Bakanlığı çalışanı ve bir çocuğun cenaze törenleri ve Dışişleri Bakanlığı’nda düzenlenen tören...

Kanser belásından kaybettiğimiz, sadece sevenlerinin değil, tüm ülkenin büyük kaybı, Türk solunun birleşim yanlısı neferi, lideri, siyaset tarihinin en düzgün ve zarif, en değerli isimlerinden biri Aydın Güven Gürkan’ın cenazesi...

Beş yıl önce uğradığı silahlı saldırıda beş korumasıyla birlikte hayatını yitiren eski Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan ve arkadaşları için düzenlenen anma töreni...

13 yıl önce yine bir 24 Ocak günü evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu katledilen ve bugüne dek cinayetinin çözümüne dair utançtan başka bir şey üretilemeyen efsanevi gazeteci Uğur Mumcu’yu anma törenleri... (Utanç derken biz utanıyoruz yani... Yoksa yüzünü kızartanlar bildiğiniz üzre, kızartalı çok oluyor. Milliyet’ten Belma Akçura’nın derlediği haberin spotu, durumun vehametini özetliyor: "Uğur Mumcu cinayetinden sonra 11 hükümet, 7 başbakan, 14 içişleri bakanı değişti. Davayı 13 yılda toplam 6 savcı takip etti. Başbakandan bakana, savcıdan suç örgütü liderlerine kadar herkesin zanlısı oldu. Ancak gerçek katil veya katiller hálá sır.") Bu arada, Aydın Güven Gürkan’ın cenazesine katılanlara, Mumcu cinayeti zanlılarından Mehmet Ali Tekin’e para yardımı yaptığı için hakkında soruşturma açılan Küçükçekmece Kaymakamı H. Osman Emiloğlu’yla ilgili görüşleri soruluyordu, iyi mi! Hayat bizle dalga geçer gibi. Nafile bir ironi silsilesi: Düşünün ki Mehmet Ali Ağca, azat buzat salınıverildikten sonra, hata yapıldığı anlaşılınca, yakalana yakalana Uğur Mumcu Mahallesi’nde yakalanıyor...

Ve akşam, Bir Yudum İnsan’da yad edilen Uğur Mumcu’yu, programın ithaf edildiği, yine aynı sallan-yuvarlan salının sabahı, birlikte yaşadığı sevgilisi tarafından uykusunda sırtından bıçaklanarak öldürüldüğü haberine uyandığımız Mümtaz Sevinç, zihinlere nakşolan o muhteşem sesiyle anlatıyordu. (Başınız sağolsun Nebil.) Son defa...

Umarız böylesi salıların da bir sonu olur. Umudun kar altında kaldığı böylesi salılar, hayat iyiden iyiye anlamsız görünüyor insanın gözüne zira. Oysa, Vega’nın canım "Bu sabahların bir anlamı olmalı" şarkısından devşirmeyle, dua edercesine söyleyecek olursak: Bu salıların (da) bir anlamı olmalı...
Yazının Devamını Oku

Firar eden tavuklar ve Ağca

22 Ocak 2006
Yemin ederim baygınlık geçireceğim. Şu aralar, iki mahlûkata karşı tavuk karasından mustarip ve İnönü modeli sağır olmak, onlara dair herhangi bir şey görmemek, bilmemek, duymamak istiyorum: Tavuk ve Mehmet Ali Ağca... Hazır binmişim hesabına, gündemden inmeler bilmeyen konu ekürisine gel!

Yakalanırsa fena öpüleceği içine doğan tavukların yakılmaktan, itlaftan yırtanları firarda. (Aslında firar ettikleri, edebildikleri filan yok tabii de bu kuş gribi mevzuu ilk peydahlandığında, mesleki deformasyondan mustarip, duyargaları nasır tutmuş arkadaşlarla, Tavuk Firarda başlığını atmamak için kendimizi zor tuttuk. Ama benim içimde ukde kaldı, yeri gelmişken -gelmemişken- kullanmadan edemedim. Affedin.)

Hayatımızda, tavuk denen uçamaz kanatlının nasıl çirkin bir yaratık olduğunun bu denli gözümüze sokulduğu başka bir dönem olduysa ben hatırlamıyorum.

Memleketin tavuklarıyla insanları arasında, hunhar bir içsavaş yaşanıyor. Mudurnu’nun simgesi olan tavuk HEYKELİ bile, ilçede virüsün izine rastlanmamasına rağmen kuş gribine önlem amacıyla başlatılan temizlik çalışmaları kapsamında dezenfekte ediliyor.

Hoş, mevzuun vebalini sırf "çirkin bir mahlûkat" diye tavuklara yüklemek de haksızlığa girer tabii... Zaten garibanlara etmedik zulüm bırakmadılar. Canlı canlı yakmalar, canlı canlı toprağa gömmeler, naylonlarla boğmalar...

Oysa uçabilen kanatlıların arz ettiği tehlike daha büyük. İsterse, kainat güzeli seçilmiş bilmem ne kuşu, hatta hadi cılkını çıkartalım, zümrüd-ü anka kuşu olsun....

METAFOR TUFANI

Uçan ve göçen kuşları, paçan sıkıyorsa, bir kümese tık! Çorum Belediyesi’nin 700 metrelik bir alana ses dalgası yayarak kuşların uzaklaşmasını sağlayan cihazlar satın alması, bir işe yaramadı meselá: Kuşların piyasa meydanı Hürriyet Parkı ile Gazi ve İnönü Caddeleri’ndeki ağaçlara yerleştirilen cihazlar, başta kanatlı elemanları hafif tertip kışkışlamayı becermiş fakat bir süre sonra cihazlara alışan kuşlar, durumu kanıksamış ve "ses dalgası bizden korksun" hesabına, eski tempolarına geri dönmüş.

Bu da bizim, ANAVATAN Başkanı Erkan Mumcu’ya, belki kaçırmıştır diye, küçük tefek bir ihbar kıyağımız olsun. Hani belki bu haberin verdiği ilhamla bir metafor tufanı daha kopartır.

Seviyor çünkü kendileri, böyle çift hörgüçlü, penguen smokinli, tek toynaklı, yanisi "nasıl olursa olsun, yeter ki hayvani olsun" fırsatları değerlendirmeyi...

Kurban Bayramı’ydı, kuş gribiydi, bir süredir gündemin en popüler figürleri hayvanat áleminden çıkıyor ya, Mumcu bu aralar, skalayı epey genişletti. Mevzuu, nesli tükenmiş canlılara kadar çekiştirdi: "Virüs nerede? Tavuklarda mı, yoksa siyasal zihniyetin kendisinde mi? Başbakan, kuş gribinden üç çocuğunu kaybeden Zeki Koçyiğit’i Ankara’da kabul ediyor. Benim bildiğim taziyeye gidilir, kimse taziye için ayağa getirilmez. Hükümet, insanların mağduriyetini sömürüyor. Başbakan bize ’yavru muhalefet’ diyor. Dinozorlar da çok büyüktü ama tarih akıldan ve beyinden yoksun büyüklerin yok olduğunu gösterdi. Arılar bal üretmeye devam ediyor ama dinozorlar artık yok."

Bu beyanat bana, geçenlerde Aylin’le karnımızı tuta tuta gülerek andığımız Ahu Tuğba’yı hatırlattı. 80’lerde çevirdiği gıdıdan öpmeli erotik filmleriyle ve sahne şovlarıyla büyük servet yapan Tuğba, bir röportajda parasını nerelere harcadığını nasıl anlatmıştı hatırlayın: "At aldım, aslan aldım, kaplan aldım, fil aldım... Hepsiyle de sahneye çıktım."

Mumcu da, ilerki yıllarda ne üzerinden siyaset yürüttüğünü sorduklarında sayacak herhalde böyle: "Tavuk, kuş, dinozor, ayı; pardon, arı... Bir ara kuş gribi çok modaydı. Allah ne verdiyse, her cümlemin içinde bir hayvan kullandım."

BURALARDA KİMSE FİŞLENMEZ

Tavukların firarı bir yana, gelelim Şensal Atasagun’dan Papa 16. Benediktus’a herkeslerin mektup arkadaşı, en "sincerely"sinden "penpal"i Mesih Ağca’ya...

AKP Grup Başkan Vekili Salih Kapusuz’un andığı şekliyle "Sayın Ağca", bu yazının yazılmaya başladığı gün boyu, yani cuma, firari mi değil mi, edecek mi etmeyecek mi henüz belli değildi.

Fakat eğer edecek olsaydı, polis, mesuliyet kabul etmeyecekti, bakın onu biliyoruz. Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü İsmail Çalışkan, herhangi bir mahkeme kararı ve savcı talimatı olmadan, polisin hiçkimseyi takip edemeyeceğini söylemişti, malûmunuz...

Herhangi bir yargı kararı olmadığı için takip edilmesi söz konusu olamazmış. (Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın telefonunun dinlendiği, haberi bile olmadan fişlendiği topraklar, Mars’ta bir yerlerde yer alıyor malûm...) İstihbarat örgütlerinin çalışmaları açıklanamazmış. Hukukun gereği yapılacakmış.

Söz hukuktan açılmışken, Adalet Bakanı Cemil Çiçek de Ağca’nın tahliyesi ve sonraki sürece ilişkin haberlerden dolayı, basını fırçalamayı yeğledi bildiğiniz gibi: "Biz yetkilerimizi yasalar çerçevesinde kullandık. İnfaz rejimiyle ilgili işlemler yargıyla ilgilidir. Yargıtay’ın kararına bakıp, kararı veren savcılar ve hakimlerle ilgili karar verilecek. Ama her farklı karar, soruşturma konusu yapılamaz. Kasıt var mı, ona bakmak gerekir. Kasıt yoksa her farklı kararda soruşturma başlatırsak, memlekette hakim ve savcı kalmaz."

ŞİMDİ SIRA, HATALI İNFAZCILARDA

Bu beyanattan bir gün sonra, yani yine bu satırların kaleme alındığı dakikalarda Yargıtay, Ağca ile ilgili kararının yanlış olduğu açıkladı. Sizin okuduğunuz pazar gününe kadar gelişmeler ne şekilde seyreder bilemiyorum ama hemen herkes gibi benim tahminim de Ağca’nın en "ara ki bulasın" şekilde sırra kadem basacağı yönündeydi.

Bakınız şu işe ki yazının, gelişmeler doğrultusunda yazıla bozula yazboz tahtasına döndüğü günün akşamında, Ağca’nın Kartal’da yakalandığı açıklandı.

Herkesin topu birbirine ata ata, bilmem kaç kale maç çevirdiği bu hazin parodide şimdi top, bu hatalı infaz sürecini araştıracak mercilerde...

Zira Ağca yakalanmış olabilir ama yine de ortada "Bakınız hatadan ne şık bir manevrayla döndük" lafazanlığıyla tashihi mümkün olmayan, olamaz, vahim bir hata vardır. İnşallah denildiği gibi, araştırılacaktır.

Yani yine nihai olarak top, Çiçek’te... Yapılan yanlışta kasıt aranır; bulunur mu bulunamaz mı henüz bilemiyoruz. Ama çok şükür ucuz atlatılmış, Ağca’nın bulunamaması ihtimali gibi, hatada kasıt bulunamaması, bulunsa da o savcı ve hakimlerle ilgili bir yanlış hesaplama yapılması, kuvvetle muhtemel.

Çiçek yine, kuvvetle muhtemel ki, elbette kabahat bulacaktır; onu da yine bula bula basın ve medya organlarında bulacaktır.

Ya da işte, enflasyon, trafik, Van Canavarı gibi adresi bellisiz, canavar bir kara deliğe dönüşmüş olan "sistem"de...

Sistem böyle; işleyiş budur; yapacak bişicikler yoktur, di mi? Herkesin bir mazereti vardır, kimsenin kabahati ve mesuliyeti yoktur, di mi? Ah o sistem, hep o kaka sistem... Ne sistemmiş be... Tavuk ve Ağca’yı bilemeyeceğim de benim akıl ve ruh sağlığım durup durup firar ediyor. Hay canına yandığımın memleketinin, firar edip bir daha dönmeyesi sistemi...
Yazının Devamını Oku

Ne yaptın be Tarkan?

21 Ocak 2006
İçim kan ağlayarak da olsa; "Atıl Kurt!" diye haykırarak böğürmek istiyorum; "Atıl Kurt ve şu klibi ye! Parçala! Kemiği bile kalmasın! Bir tek Tarkan kalsın. O kısmını itinayla, incitmeden ayıkla ve düşünce acımasın diye yumuşak bir zemine tükür!" Tamam, tamamıyla piyasa işidir ve piyasaya uygundur.

Tamam, klip, MTV’de dönen bol cıbıldak kadın dansçının kullanıldığı ıvır kıvır kliplerinin "hoş" bir benzeridir; pek very MTV lezzetindedir.

Tamam, eşek yüküyle para harcanmış, başarı garanti vaat eden, uluslararası piyasada başarısını kanıtlamış ünlü isimlerle çalışılmıştır.

Tamam, şarkının ismini verdiği Bounce single’ı, daha evvelden internete düşmesine, piyasaya sürülene kadar zaten mp3 canavarları tarafından çiğnene çiğnene tüketilmiş olmasına rağmen, yine hasbelkader, fena satmamıştır, hálá da satmaktadır.

Tamam, Tarkan, canımızdır cananımızdır; dokunulmazdır, bir yanıyla hep de dokunulmaz kalacaktır.

İYİ DE...

Tamam yani...

Ama gönül bu; ota da konar buta da ama bu sefer konmayacağı tuttu; havada kanat çırpmayı ya da dala tünemeyi yeğliyor.

Sevmemekten çok öte, hani neredeyse illet olduk Bounce’a ve klibine; zorla mı abi...

Ki bunu, daha önceleri saymadım sayamadım kaç defa, "Tarkan’a laf edilmesin, dünya bir yana Tarkan bir yana" demiş bir fan olarak söylüyorum.

Daha önce Korn’a da klip çekmiş olan Alman yönetmen Martin Weisz tarafından Los Angeles’ta (iç mekán çekimleri LA şehir merkezindeki inşa hálinde bir otelde, dış mekán çekimleri, Melekler Şehri’nin caddelerinde...) çekilen klip, sittin senedir Godot misáli beklenen "İngilizce Tarkan albümü"nün, "Yurtdışında da yırtacam, zaten Türkçe şarkılarla yırtmıştım, şimdi üstüne bir de İngliş yırtacam" çıkışının en güçlü silahı...

Boru değil, 70 kişilik kast, koreografisi kariyer portfolyosunda Michael Jackson gibi isimlerle işbirliği de bulunan Travis’e emanet sekiz kişilik dans grubu, filan falan...

NERDE ÇOKLUK, ORDA BOUNCE

Peki elimizde ne var?

Söz ve müziği Tarkan, Devrim Karaoğlu, Pete "Boxta" Martin, Elijah Welles ve Lionel Birmingham’a ait (Tek bir Sezen Aksu elinden çıkma Şıkıdım, Şımarık, ya da Nazan Öncel imzalı Kuzu Kuzu ya da Yıldız Tilbe eseri -ah o canım- Kış Güneşi’ni yeğlerim. Nerde çokluk, orda Bounce...), Allah Laila’lara bağışlasın, salla yuvarla bir dans parçası... (Come on, c’mon, hopla, zıpla, titre, get up, get down, felan ve feşmekan...)

Yer yer Metin Arolat’ın çektiği Yak Bütün Fotoğrafları’yı da andıran, en klişesinden bir gerdan-kalça kıvırma klibi...

Ve maalesef, meselá Hüp’teki o baktıkça bakılası, taptıkça tapılası duru mu duru, karizmatik mi karizmatik güzelliğini özleten ve ABD’de geçen onca yıla rağmen İngilizce’yi çok kötü telaffuz eden Tarkan...

Single’da zaten bilmem kaç remiks versiyonu var, Allah bilir üzerine üç-beş ayrı versiyon da yapılır. Bounce, en az yaza kadar, Beyoğlu’nun bütün müzik marketlerinden, siyah camlı, Doğan görünümlü Şahin’lerin pencerelerinden filan cıs-tak cıs-tak beynimizi üter.

Görecek günümüz var yani...

KORN MU, PORN MU?

Hayır, başkası yapsa gocunmayacağım, nasılsa alışkınız da bu hunhar darbe gözünün yağını yediğimiz Tarkan’dan gelince, ağır bozuluyorum.

Galatasaray’ın Fener’den altı yemesine benzer bir hissiyat. Bizim takım en fena yerden ağır hezimete uğratılmış gibi hissediyorum. Hatta en beklenmedik yerden de ihanete uğramışız meselá. Atıyorum (!), Canaydın yönetiminden. Takım iflas etmiş, murdar olmuş velhasıl, gerisi fasa fiso... Takım murdar olmuş, taraftar isyanda; nokta...

Tarkan’ın sevgilisi Bilge Öztürk anlatmış. Klibin çekim sürecine ait "şirin" bir anekdot... Efendim, Öztürk, sette birilerine yönetmeni methederken "Korn’a da klip çekti" diye anlatıyormuş da, millet "Korn’a"yı, "porno" anlamış.

Eh yani, ilahi...

Kimi zaman yanlış anlaşılmaların da bir yere kadar "anlaşılır" tarafları olabiliyor.

Bana sorarsanız, klibin, müstehcenlik anlamında, pornoya gönderme yaptığı bile iddia edilebilir.

Yok canım, o kadar da tutucu değiliz. Klipteki dekoltelerden, danslardan filan söz etmiyorum.

Benim dediğim müstehcenlik, az önce yukarıda örnek verdiğimiz 6-0’lık yenilgi gibi bir şey. Yüz kızartmacasına insanı utandırıyor yani. Bakmaya yüreğin elvermiyor.

ÖZHAN CANAYDIN İSTİFA!

Nasıl bağlamalı bu yazıyı?

Tarkan, yurtdışında Türkçe şarkılarıyla yırtsın. Tarkan, muhteşem sesini ve ömre bedel güzelliğini abuk cıstaklara gömmesin. Tarkan, eleştirilere alınmasın, seven gönül acımasız olur, bunların çok, pek çok sevildiği için söylendiğini bilsin. Tarkan, bizi daha fazla üzmesin.

Hazır bir dilekler silsilesine girişmişken, hadi imkánsızı da isteyelim bari: Özhan Canaydın yönetimi istifa etsin. Galatasaray şampiyon olsun. Amin.

Hadi şimdi sessizce dağılalım. Siz de çok zıplamayın, düz durun he mi?
Yazının Devamını Oku

Bizi de ye

20 Ocak 2006
Salı sabah 03:00’te, cnbc-e’de canlı yayınlanan 63. Golden Globe / Altın Küre ödüllerinin yine salı akşamı 20:00’de altyazılı tekrarı huzurlardaydı. Çocukluğumdan beri umarsız, iflah olmaz, ağzı beş karış açık bir ayran budalalığıyla izlemişimdir; Amerikan filmlerini de, Amerikan ödül törenlerini de... Yapacak bir şey yok.

Hani yaşı ilerledikçe, o sektörün nasıl bir düzen, orada dönen muhabbetin ne derece sahtekárca bir şov olduğunu elbette idrak ediyor insan. Fakat bu durum, pek tırnak içinde "müdrik" bünyenin , ödül töreninde anasına-danasına teşekkür eden sinema "emekçileri"yle birlikte coşan bir hisli maymuna dönüşmesine engel teşkil ediyor mu; maalesef...

Bu sene, En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo ve En İyi Şarkı dalında "sıkı" ödülleri toplayan Brokeback Mountain’ın yönetmeni Ang Lee , ödülünü "The Man" diye andığı Clint Eastwood’un elinden aldı. Kariyerinin büyük bir bölümünü "sert" kovboyları canlandırdığı filmlerde kovboyculuk oynamaya borçlu olan Eastwood, film iki eşcinsel kovboyun aşkını işlediği için olsa gerek, aldığı tüm komplimanlara rağmen, ne kadar zorlasa da Ang Lee’ye karşı pek kontra-mültefit bir ifade takınmayı beceremedi.

Bu arada Altın Küre’nin, Akademi Ödülleri’nin Ömür Boyu Başarı Ödülü - Onur Oscarı’na tekábül eden, Cecil B. DeMille Ödülü’nü bu yıl, Anthony Hopkins, hamile Gwyneth Paltrow’un elinden aldı ki onun sahnedeki konuşmasını izleyen Hollywood erkánının suratları da ziyadesiyle enteresandı.

Hani Miramax’ın patronu filan olmadığım için tabii ki dış kapının harici mandalı tonundan ahkám kesiyorum ama ahalinin yüzünde "Eyvallah baba, saygıda kusur edecek değiliz ama hani bil ki sana çok da bayılmıyoruz" tipinden meymenetsiz bir ifade...

Ödülü alırken şöyle bir ayağa kalkıp alkışlamacasına, teşekkür konuşmasından sonra bir daha lütfedip kıçını kaldırmamacasına...

Tahminimiz, hasetten yana... Zira sadece Paltrow’un değil, pek çoklarının tabiriyle "Zamanımızın Sir Laurence Olivier’si olan Sir Anthony Hopkins , muhtemelen olağanüstü yeteneğinin kendisine, kendisini ve mesleğini hiiiç umursamıyormuş gibi davranma ukalálığını küstahlığa varan bir kıvamda sergileme lüksü tanıması sebebiyle, bir ömrü tıpkı Marlon Brando gibi, Spencer Tracy gibi, oyunculuğu aşağılayarak tüketti, tüketmekte...

Sir Hopkins’in birkaç vecizesine buyrun . Buyurmadan önce de lütfen yani, Anthony Hopkins diyoruz, Hannibal’da Yamyam Hannibal’ı canlandıran rol arkadaşı Hopkins tarafından afiyetle yenilişini; "İğrençti! Miğdem bulandı, böğürdüm; fakat sonra fark ettim ki beni yiyen Anthony Hopkins bu olağanüstü ’cool! ’" sözleriyle anan Ray Liotta’ya katılıyoruz. Anthony Hopkins deyince önce bir destur çekin ve şöyle bir durun:

n Okulda berbattım. Bildiğiniz moron. Antisosyaldim ve diğer çocuklara takılmıyordum. Çok kötü bir öğrenciydim. Beyinsizin tekiydim. Orada ne işim olduğunu bile anlamıyordum. Bu yüzden aktör oldum.

n Shakespeare ya da bütün o İngiliz saçmalıklarıyla işim olmaz. Ben sadece ünlü olmak istiyordum; gerisi fasa fiso...

n Vaktiyle bir alkolik olduğuma memnunum. Ah evet, bunu hayatta kaçırmak istemezdim. Tabii ki insanlara acı çektirdiğim için üzgünüm... fakat alkolik olmak inanılmaz ve çok güçlü bir tecrübeydi. Bazı günler bir şişe tekilayı kafama diker ve öleceğimi bilsem aldırmazdım. Beynim öylesine sulanmıştı, öylesine boşalmıştı; duygusal açıdan iflas etmiştim. Tekilaya bayılırdım.

n Aktörlüğü, yaşamak için çalışmaya yeğlerim.

n İnsanlar klásik bir aktör olduğumu söylüyor; değilim; esasen bir plaj iti, serserisiyim.

Yeriz öyle "serseri"yi... Hatta canı çekerse o bizi yesin, o da kabulümüz... Kaderde işkembeye gömülmek varsa, yiyen Tony Hopkins olsun yani...
Yazının Devamını Oku

Bize bişi olmaz!

19 Ocak 2006
Akşam arkadaşlarla dışarıdan yemek siparişi vereceğiz. Gündüz muhabbette bir şekilde lahmacun muhabbeti dönmüş; o saatten beri lahmacuna aş eriliyor. Bayağı da namlı bir kebapçıya sipariş vermek üzere yemeksepeti.com’un başına çöktük. Ve fekat...

Ortama bir n’olur n’olmaz paranoyası düştü:

- Abi lahmacunların kıymasına tavuk eti de karıştırıyorlarmış ya...

- Evet, evet, ben de duydum; öyle hamburger, lahmacun gibi muhteviyatı "tekinsiz" şeylerde, karışıma tavuğun kemiğini kıyıp salladıkları bile oluyormuş.

Ben ağlamaklı bir suratla kulaklarımı kapattım:

- Allah aşkına bi’ susun be abi. Bazı konularda mümkünse konu cahili kalmak istiyorum!

Deli dana döneminde de aynen böyle olmuştu. İç kaldıran kasap vitrinleri gösteriyorlar, benim dişlerim uzuyor; o etlere bakarken, nıhıhıhaaa nidalarıyla sığır budu sıyıran Erol Taş’ın "çiğden de olsa yeriz" modeline dönüşüyorum; evden kendimi dar atıp, gidip bir yerlerde artık hamburger mi olur, tük’rüklü köfte mi olur, yaprak döner mi olur, biftek bonfile mi olur; ne olursa olur ama illá ki et olsun; salyalarımı akıta akıta et yiyorum. DUM...

Sırasıyla en çok deniz mahsullerini, sonra kırmızı eti, sonra hamur işlerini, sonra da sebzeyi severim. (Dipsomanın mühim notu: Sütünden alkolüne, çorbasından suyuna, likitleri ayrı bir kategoride değerlendirelim mümkünse!) Besin olarak kanatlı hayvan ürünleri, obur bünyenin tercih sırasının son sıralarında yer alıyor.

Yine de şu kuş gribi feláketi gündeme düştüğünden beri, sabahları iştahım yağda yumurtaya uyanıyor, akşam saatlerinde canım bir ocakbaşına çöküp ölümüne kanat yemek istiyor.

Az gelişmiş ülke neferiyiz netekim. "Bize bişi olmaz" üç öğün bünyeye gömmekten haz duyduğumuz, en sevdiğimiz besin.

Yine de: Kuş gribi tespit edilen iller arasında bulunan Aydın’ın Valisi Mustafa Malay’ın, "Yiyin gari!" beyanatı karşısında ne denilir, bilemiyorum.

Yeni Asır gazetesinde yayınlanan habere göre, bu gibi dönemlerde, "Bize bişi olmaz abi, bakınız nahan da ben yiyorum, bişi olmuyo’" beyanatı vermeye ahdetmiş "büyüklerimizden" biri olarak Malay, vatandaşlara, "şüphelendikleri" tavukları, 70 derecenin üstünde kaynatılması şartıyla afiyetle yemelerini tavsiye etmiş bulunuyor:

"Ben tavuk eti de, yumurta da yiyorum. Kuş gribi olsa bile hiçbir şey olmaz. Vatandaşlarımız şüphelendikleri (Muharrirenin notu: Yani hasta!) tavuklarını kesip yiyebilirler. Yeter ki 70 derecenin üzerinde kaynatsınlar. Ben yiyorum, herkese de tavsiye ederim."

Ve yani, "en kahraman" devlet büyüğü, büyüyünce Demirel olası Malay, bunu dün gönderilen bir genelge ile valilerin kuş gribi ile ilgili açıklama yapmaması istenmesine "rağmen" ve "binaen" yapıyor, binaenaleyh (!)...

Ben bunun üzerine Aydın’ın efeler efesi valisine bir empati besle, bir sempati besle... Empatime, sempatime, kümes inşa etmeyi planlıyorum. Sonra bütün empatilerimi sempatilerimi, şüphelendiğimde kesip yiyeceğim afiyetle...

Yaşasın "bize bişi olmaz" kafası!

Buyrun burdan çelişin. Ben çelişeyim yani. Buyurayım burdan...

Büyüyünce devlet şeysi olacam. Tamam inşallah!
Yazının Devamını Oku