Oysa bu hafta bu tanımlamanın büyük oranda dışında bir piyasa görüntüsü vardı karşımızda. Özellikle de borsa ve bonoda...
Borsa güne zaten destek seviyesinin hemen üzerinde başladı ve açılıştan itibarin değer yitirerek 16 bin 890’lı seviyelere kadar geriledi. Bu kadarla da kalmadı, günün geri kalanında da bir hayli oynak bir piyasa görüntüsü çizdi.
Faizde ise Merkez Bankası’nın Perşembe günkü faiz indiriminin ardından faiz otomatik olarak bir puan aşağıya indi, ama ardından neredeyse bir kaç saat sonra yeniden yukarı doğru yavaş ama kesin yükselişini sürdürdü.
Bu arada piyasaları yukarılara doğru iten temel hareket ile ilgili beklentilerde de bir değişiklik yok. Kıbrıs meselesi önceden tahmin edilebilir bir biçimde, fırtınalı bir denizde savrulan bir ekne gibi bir anda umutları zirveye çıkarırken bir anda en dibe batırabiliyor.
Hafta başında, daha bir kaç gün önce, “Bu iş Mayıs’ta tamam” diyenler, şimdi Denktaş’ın New York görüşmeleri öncesindeki anlaşılabilir temkinli tavrını “her şey bitti” diye algılayabiliyor.
Kıbrıs sorununda girdiğimiz bu son “hızlandırılmış” süreç ile ilgili olarak daha önce yaptığım bir tespiti hatırlatmanın tam zamanı:
“Yüzyıllık mesele üç ayda çözülmez”. Yatırımcı bundan sonra da tavrını, özellikle Türkiye’nin dış politikasını temsil eden bu gibi önemli konularda, anlık hezeyanlara kapılmadan soğukkanlılıkla hareket etmeli.
Yoksa sıkıntılar bir türlü sona ermeyecek.
Tartışmaların neler olduğuna geçmeden önce bir notu hatırlamakta fayda var. Toplantılardaki ana gündem maddelerinden biri de Türkiye, Arjantin ve Brezilya gibi IMF programı uygulayan ülkelerdeki gelişme süreçleri olacak.
Bu hafta Florida’nın Boca Raton kentinde yapılacak olan toplantıda ele alınacak ana konu başlıklarına baktığımızda ise şunları görüyoruz:
* Dünya ekonomisindeki mevcut durum
* Dünya ekonomik büyümesinin geleceği
* Doların dünya para birimleri karşısındaki değer artışı
* Çin’in para birimi Yuan’ı revalüe etmesi gerekliliği
* Uluslararası para akışının kontrolü ve buna bağılı olarak terörizmin finansmanının engellenmesi
Bu başlıklara toplantı açısından ikincil öneme sahip diğer başlıkları da ekleyebiliriz. Ama asıl tartışma iki konu üzerinde olacak. ABD kendi ekonomik büyümesinin de anahtarı olan küresel büyümenin sağlanması meselesine yönelirken, Avrupa, Japonya ve Kanada ise ABD’nin dolarda değer kaybı politikasını eleştirerek bunun değişirilmesini isteyecek. Yani bu iki görüş tez ve anti tez olarak karşılaşacak.
Sorulan soru hep aynıydı:
İnsan bir gün, kendi yarattıklarının kurbanı olabilir mi?
Bu sorunun sorulmasını haksız bulmak mümkün değil elbette. 20. yüzyıl teknolojik gelişme anlamında öylesine başdöndürücü bir yüzyıl oldu ki, insanoğlu diğer tüm gelişmelerin yanısıra bir zamanlar hayal bile edemeyeceği hedeflere ulaşmayı başardı. Bir zamanlar tanrı sandığı ve altında korkuyla titrediği, öfkesini dindirmek için kurbanlar sunduğu yıldızlara ulaştı. Bugünlerde Mars üzerinde dolaşıyor ve 10 yıl içinde Ay’da bir üs kurmayı hedefliyor. Bununla da kalmadı, kendi genetik şifresini çözdü. İlk kez bir canlıyı klonlamayı başardı. Bugün artık, dünya üzerinde bilinmeyen bir yerde “insan” klonlandığı kamuoyuna yapılan ifşaatlarla herkesin malumu.
Durum böyle olunca “soruların ve soranların” sayısı da arttı ister istemez. 1800’lerin sonlarında, Manchester’da, işçiler dokuma tezgahlarını kırdığında, Jacques Ellul henüz dünyaya gelmemişti. Ama 1960 yılında “Teknolojik Toplum” isimli eseriyle kamuoyunun karşısına çıkan Fransız ilahiyatçı ve filozof, yankısı yeni binyıla, hatta daha ötelere ulaşacak bir tartışmayı da teorize etti:
“İnsan, verimliliği artırmaya yönelik yeni teknikler yüzünden, özgürlüğünü kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır.”
Ellul, teknolojiyi eleştiren bu karşı duruşunun kendisinden 40 yıl kadar sonra, üstelik teknolojinin en önemli isimlerinden birinin ağzından neredeyse aynı kelimelerle döküldüğünü duysa neler düşünürdü acaba?
Sun Microsystems’in en kıdemli bilimadamı, Java ve Jini teknolojilerinin yaratıcısı Bill Joy, 2000 yılının Nisan ayında Wired dergisine yazdığı “Geleceğin bize ihtiyacı yok” başlıklı makalesinde, içerden biri olarak, adeta Ellul’un reenkarnasyonu gibi çıktı karşımıza.
Şöyle diyordu Joy:
Bu ihraç da 30 yıllık ihraç gibi oldukça ucuza mal oldu. yüzde 6.5 kupon faizi oranına sahip olan ihraç bu güne kadar Hazine’nin yurtdışı piyasalardan aldığı en düşük maliyetli borç anlamına geliyor.
Demek ki dışardan bakıldığında durum iyi görünüyor. Temel dinamiklerin çok fazla değişmediği son bir aylık süre içinde yerli piyasalar yerlerde sürünürken dışarda bu kadar iyi sonuçlar alınmasının başka bir açıklaması olamaz.
Dünkü yazımı okuyanlar içerden bakıldığında durumun pek de parlak görünmediği yönündeki tespitleri hatırlayacaktır. Kıbrıs, AB üyeliği ve IMF ile ilişkiler konusuda risklerin bir hayli yüksek olduğunu buna karşılık temel ekonomik gelişmeler anlamında yeni bir veri, yeni bir beklenti olmadığını söylemişik. Belki burada bir düzeltme yapmak gerekiyor. Piyasalarda yavaş yavaş Ocak ayı enflasyonunun yüzde 1.6 civarında geleceği beklentisi oluşmaya başladı. Eğer bu gerçekleşise ocak ayı içinde bile tek haneli enflasyon rakamlarına ulaşabileceğiz demektir.
Gerçi Merkez Bankası yıl içinde tek haneli enflasyon rakamının görülebileceğini belirtmişti ama kimse bu kadar erken bir sürpriz beklemiyordu. Yine de tek başına enflasyon rakamı ile ilgili beklentiler de eurobond cephesindeki bu durumu anlatma konusunda yeerli değil, olamaz. Eğer iç piyasada böyle bir hareket görmüş olsaydık anlamlı olabilirdi ama dışarısı için tek başına enflasyon rakamı yeterli bir doping değil.
O zaman iki ihtimalle karşı karşıyayız demektir.
Ya bu eurobond’u alanlar bıyıklı yabancılar, ya da gerçek yabancılar bizim bilmediğimiz bir şeyleri biliyor.
Acaba bu “şey” Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili beklentilerden oluşuyor olabilir mi?
Piyasaların sanal beklentilerle hareket etiğini söylemem çok iddialı gibi gelebilir. Ama duruma bakınca siz de farkedeceksiniz bu iddianın doğru ya da n azından dikkate değer olduğunu.
Olumlu beklentiler neler diye baktımızda karşımıza bir tek adres çıkıyor, Kıbrıs. Piyasalardaki hava Kıbrıs sorununun Mayıs ayına kadar çözüleceği ve bunun ardından da 2004 yılında Türkiye’ye müzakere tarihi verileceği yönünde. Oysa bu meselede onlarca farklı tarafın çıkarlarının çatıştığını gözardı etmemek gerek. ABD, İngiltere, AB, Yunanistan ve Türkiye bu taraflardan sadece bir kaçı... Ayrıca her ülke ve grubun içinde de, Türkiye’de olduğu gibi, farklı amaçları, öncelikleri ve hedefleri olan grupların bulunduğunu, bunların da tam bir mutabakat içinde olmadığını söylemek gerek. Türkiye açısından baktığımızda, elbette MGK’dan çıkan kararı gözardı etmiyoruz. Türkiye’deki tüm taraflar sorunun çözülmesini istiyor ama herkesin çözümden anladığının çok farklı olduğunu söylememiz gerekli. Erdoğan’ın çözümü, ile Genelkurmay’ın çözümünün aynı olduğunu söyleyebilir misiniz mesela...
Diyelim ki AKP hükümeti 1900’lerin başından bu yana devam eden, 1960’tan sonra hatları iyice keskinleşen ve 1974 öncesi soykırıma varan bir şiddetle, kanla lekelenen Kıbrıs sorununu Türk halkını rencide etmeyecek bir biçimde çözmeyi başardı.
Peki bunun Türkiye’nin AB’den müzakere tarihi alması için yeterli olduğuna inanabiliyor musunuz?
Bu sorunun tehlikeli bir soru olduğunun farkındayım. Rahatlıkla “ideolojik” tartışma zeminine çekilebilir. Ama meseleyi AB’ye taraf olma ya da olmama bağlamında değil sadece reel bir olgu, incelenmesi gereken bilimsel bir veri demeti olarak ele alın. İhtimal hesaplarını ve yüzdeleri dikkate alarak yanıtlayın. Sizce bu olasılık yüzde kaçlık bir olasılığa denk geliyor?
Ben bu soruya yanıt veremiyorum çünkü bilmiyorum. Türkiye’de ya da Avrupa’da bu soruya sağlıklı yanıt verebilecek birinin var olduğuna da inanmıyorum. Onlar da bilmiyor çünkü Türkiye’yi ne yapacaklarını...
Riskler bu kadarla kalsa yine iyi. Oysa karşımızda bir de IMF ile sürdürülen yedinci gözden geçirme var. Ayrıntıları o kadar sık yazdık ki tekrarlama ihtiyacı hissetmiyorum. Ama şunu da hatırlatmadan geçemeyeceğim. Altıncı gözden geçirmeyi Türkiye’nin eksiklerine rağmen tamamlayan IMF bu kez “ek tedbir” gelemeden yedinci gözden geçirmeyi tamamlamayacağını açıkladı. Bunu söyleyen kişi de IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anna Krueger...
Hala piyasalardaki beklentilein reel olduğunu düşünüyor musunuz?
Geceyi CNN Türk binasında geçirdim. Sadece kendi sorumluluğumu taşıdığım için bir çok insana kıyasla daha rahat bir gece geçirdim. Vakit de bol olduğundan hem uzun uzun araştırma yapma hem de özenerek yazma şansım oldu. Tabi elbette ki 36 saate yaklaşan bir uykusuzluk insanın dengesini bozuyor, bu da cümle kurma yetilerinizi bile yerle bir edebiliyor ama yine de iki yazı da iyi oldu gibi. İşte huzurlarınızda:
YAZI 1: İŞSİZLİK DE KÜRESELLEŞTİ
2003 yılı bir çok rekorun yaşandığı bir yıl olmasının yanısıra işsizlikte de rekorların yaşandığı bir yıl oldu. Uluslararsı Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre 2003 yılında dünya çapında işsizlikte de rekor seviyelere ulaşıldı.
ILO verilerine göre 2003 yılında 185. 9 milyon kişi işsiz kaldı ki bu rakam 2002 yılı seviyesinin 500 bin kişi kadar üzerinde bir seviye anlamına denk geliyor.
Yine ILO verilerine göre 2003 yılında küresel anlamda işsizlik seviyesinin artış hızı geride kalan iki yıla kıyasla ciddi bir yavaşlama gösterdi.
ILO yetkilileri işsizlik konusunda "henüz en kötünün geçtiğini söylemek için çok erken. Ama yine de eğer küresel ekonomik büyüme ve talep bu şekilde devam ederse 2004 yılının nispeten iyi bir yıl olacağını söyleyebiliriz" yorumunu yapıyor.
Fakat bu açıklamalara rağmen ILO'nun küresel işsizlik oranı rakamı yüzde 6.3 seviyesinde kalmaya devam ediyor. Bunun en önemli nedeni de özellikle iş gücü piyasasındaki genç insan sayısının artışı ekonomik büyüme hızının bir hayli üzernide kalması. Yani ekonomik büyüme nüfus artışına yetişemiyor.
ILO standartlarına göre 2003 yılında 88.2 milyon genç işsiz kaldı. 2002 yılında ise 86.5 milyon genç işsiz kalmıştı. Yani 2003 yılında bu rakam 1.7 milyon kişilik bir artış gösterdi. 24 yaş altı olarak tamınlanan genç işgücü piyasasında işsizlik oranı 2003 yılında yüzde 14.4 olarak gerçekleşti.
Yukardaki soruları niye yazdığımı sormayın. Ben de bilmiyorum. Yazıyı yazmak için oturduğum sırada bilgisayarımın ekranında “Ekşi Sözlük”ün web siesi açıktı. Bir türlü yazacak yeni bir şey bulamıyordum. Tamam olm, dedim. Önce kafandaki soruları yaz, sonra yanıtları bulursun. Önce soruları sıraladım. Baktım zyine yazacak bir şey çıkmıyor, ben de ilgimi Ekşi Sözlük’e çevirdim. Önce borsa yazdım arama kutucuğuna, arkasından da İMKB... Aşağıdaki yanıtları görünce de sizinle paylaşayım istedim. Buyrun Türkiye’nin en interaktif sitelerinden birinde borsa ve İMKB’ye nasıl bakılıyormuş...
- Kapitalizm'in super icadı. Orta sınıfın kazanma hırsını körükleyip cebini boşaltmak için kullanılan para tuzağı. Kumarhane, gibi kazananı hep aynıdır aslında.
- Türkiye dışında dünyanın her bi yerinde uzun dönemde kazandıran bir yatırım aracı olarak görülen ortam.
- Eskiden tüccarların toplanıp ortada mal yok iken sürekli alış satış yapmaları neticesinde doğmuş bir ticaret şekli.
- Belli bir seviyeyi aşmış sirketlerin, hisselerini halka açıp onları ortak etmesi durumu... Şirket daha fazla kar edip o andaki değerini artırırsa hisse senedi değeri de artar.
- Ülkenin yabancılara sistematik olarak peşkeş çekildiği finans arenası
- Temelinde sırf risk yatan, Türkiye'de hiçbir zaman tam anlamı ile şirketlerin bilançolarına ve piyasadaki durumlarına uygun fiyatlandırmanın olmadığı bir ortam... He ayrıca süpper eğlenceli bir aktivitedir...
- Metastock'suz oynamanın minotaur'un labirentine girmeye benzediği, İTÜ devrimcilerinin çoğunun ilgilendiği aktivite.
INF ve Exotix Brokerağe’dan iki analistin görüşlerinin yer verildiği bu habede, “piyasa aşırı ısındı. Bir düzeltme gelecektir ama ne zaman bunu bilmek zor” yorumuna da yer verildi.
Haberde ayrıca bazı başka uluslararası kuruluşların da piyasaların fazla ısınmaya başladığı konusunda uyarılarda bulunduğu ifade edildi ve Instıtute of International Finance'ın bu konudaki açıklamasına yer veriliyor. IIF, geçen hafta yaptığı açıklamada gelişmekte olan piyasalardaki olumlu gidişin fiyatlara yansımış durumda olduğunu ve bazı oyuncuların bu ülke ekonomilerindeki temel dinamik yeri gözden kaçırdığı ifade edilmişti.
Gerçekten de uluslarrası piysalarda gelişmekte olan piyasaların maliyetleri dip seviyelere inmiş durumda. Borçlanma maliyetleri 1997'den bu yana en düşük seviyelere geriledi. JP Morgan'ın EMBI indeksine göre gelişmekte olan ülke borçlanma faiz oranları ABD tahvillerinin sadece 4 puan üzerinde. Oysa 1998'deki Rusya borç krizi döneminde bu oran ABD tahvillerinin 17 puan üzerindeydi.
Türkiye'inn 30 yıllık son ihracına 7 milyar dolar civarında rekor talep gelmişti. Ama aynı şekilde Brezilya'nın geçen hafta yaptığı 30 yıllık ihraca da 10 milyar dolar civarında talep geldiği ve bu nedenle ihracın 1. 5 milyar dolara yükseltildiği belirtiliyor. Bu arada Endonezya da 1997'den sonra ilk kez yeniden eurobond piyasasından borç aramaya hazırlanıyor.
Ing Financial Markets araştırma bölümü başkanı Philip Poole Türkiye’nin henüz çözülmemiş büyük sorunları olduğunu buna rağmen ciddi taleple karşılaştığı, Venezüela'nın ise tam bir piyango olmasına rağmen yine aynı talebi sağlayabildiğini belirtiyor.
Exotix brokerage analisti Richard Segal ise piyasasının fazla ısındığını bir düzelteme beklediklerini ama bu düzeltmenin henüz ufukta görünmediğini de belirtiyor.
Eurobondları izleyen varsa hatırlatayım istedim.