ABD Merkez Bankası’nın (FED) 2005 yılında da kısa vadeli faizi artırmaya devam edeceği zaten biliniyordu. Özellikle de ABD ekonomisine ilişkin son veriler FED’in yakın zamanda tekrar faiz artıracağı beklentisini artırdı.
Bu çerçevede son bir haftadır piyasalardan bir para çıkışı yaşanıyor. Aslında hikayeyi şöyle özetlemek gerek:
Döviz piyasasında geçen haftanın son günlerinde başlayan alıcılı seyir devam ediyor. Dün de bu durum değişmedi ve yabancı yatırımcılar, ağırlıklı olarak bono ve daha az miktarda hisse senedi satarak dolar aldı. Bu alımlarla dolar, YTL karşısında Şubat ayı başlarından beri en yüksek seviyesine çıktı. Geçen hafta gelen yoğun satışlarla 1,2530'a kadar inen dolar bu nedenle dün gün içinde 1,34 seviyelerine kadar hızlı yükseldi. Ardından gelen satışlarla bir miktar gevşeyen dolar günü bankalar arası piyasada 1,33 YTL seviyesinden tamamladı.
Bono piyasasında da yabancı satışlarıyla birlikte faizler yükseldi. Böylece, gösterge niteliğindeki 27 Eylül 2006 vadeli tahvilin faizi günü spot işlemlerde yüzde 17.78 düzeyinde kapattı.
Günün en ağır kaybını ise borsa yaşadı. İMKB 100 Endeksi günü 1.215 puan kayıpla 25 bin 331 puandan tamamladı. Bu kayıpla endeksin pazartesi ve salı dahil toplam kaybı yüzde 8.13'e ulaştı. Böylece borsa yatırımcılarının yılbaşından bu yana toplam kazancı yüzde 1, 44'e düştü.
Fakat bu sadece bizim sorunumuz değil. MNG Yatırım ve Fon Müdürü Bilal Balcı da aynı düşüncede. Faiz artırımı meselesinin Brezilya’dan Tayvan’a kadar bütün piyasalardan para çıkışına neden olduğunu söyleyen Balcı, üstelik bunun sadece gelişmekte olan piyasaların değil, gelişmiş piyasaların da sorunu olduğunu söylüyor.
Balcı’ya göre en önemli sorun ise Türkiye’nin ihracatının önemli bir kısmını gerçekleştirdiği Avrupa ekonomisinin durumu. Balcı’ya göre Avrupa sadece faiz ve doların hareketinden değil, petrol fiyatlarından da çok etkileniyor. Ama asıl mesele hala ABD faizleri. Artışlar aslında ABD ve dünya ekonomisi için ‘eski seviyelere dönüş, hatta normalleşme’ anlamına gelse bile...
Siyasi gelişmeler yeniden piyasalar üzerinde etkili olmaya başladı. Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki son gerginliği bir yana bırakalım. Bugünün en önemli siyasi gündem maddesi ise bir kaç gündür siyasi kulislerde üstü kapalı konuşulan ve dün nihayet ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın sözleriyle ortaya çıkan “Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Suriye ziyareti”ne yönelik eleştirilerdi.
Edelman dün Bursa’da bir konuşma yaparak şunları söyledi: “Suriye konusunda söylenecek şey, uluslararası camianın, BM’nin kararı gereği tamamen fikir birliğinde olmalarıdır. Umarız, Türkiye de uluslararası camianın içinde yer alacaktır. Tabii ki bu uluslararası camiaya uyup uymamak konusu, Türkiye'nin kendi kararıdır''
Bu sözlerin gerçek durumu ne kadar yansıttığı tartışılır. Örneğin Türkiye de BM’nin Suriye’nin Lübnan’dan asker çekmesini isteyen 1559 sayılı kararını kabul eden ülkelerden. Bu ziyaretin Lübnan ya da benzer bir konu ile de ilgisi yok. Ama ABD Türkiye’yi kesin ve net olarak kendi yanında görmek istediği için bastırıyor. Hatırlatalım iki hafta kadar önce İran Cumhurbaşkanı Hatemi’nin Türkiye’yi ziyaret etmek istediği ama aynı nedenlerle Türkiye’nin bu talebe olumsuz yanıt verdiği konuşulmuştu. Şimdi tüm siyasi analistler Türkiye’nin bu yeni isteğe nasıl yanıt vereceğini tartışıyor. Eğer Türkiye, ABD’nin “tavsiyesini” dinlemezse ABD Türkiye ilişkilerinde yeni bir gerginlik başlayabilir.
Anayasa Mahkemesi’nin yabancıların Türkiye’de mülk edinmesini kolaylaştıran yasayı iptali de piyasayı rahatsız eden gelişmeler arasında. Gerçi Anayasa Mahkemesi hükümete yasal boşluğu doldurması için üç ay süre verdi ama AB uyumu çerçevesinde çıkarılan bu yasanın iptali pek hoş değil.
Ya da 1 Nisan’da uygulamaya başlayacağımızı yeni Türk Ceza Yasası... AGİT dün Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e bir mektup göndererek yasadaki bir çok maddenin değiştirilmesi gerektiğini ifade etti. Yeni yasanın basın özgürlüğünü kısıtlamakatan vatandaş haklarına kadar bir çok alanda “geriye dönüş” anlamı taşıyan maddelerle dolu olduğu eleştirilerini ise son bir iki gündür artan bir sıklıkta duyuyoruz.
Bu işin en net görünen kısmı. Oysa konuşulmayan başka sıkıntılar da mevcut. Örneğin, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül bir hafta önce kendisine sorulan bir soru üzerine Kuzey Irak’ta bin 500 Türk askerinin bulunduğunu söyledi. Bu söz şimdi uluslararası siyasette “Türkiye bin 500 askerle Kuzey Irak’a girdi” şeklinde yansıtılmaya başlandı. Bugünkü ulusal gazetelerde yer alan Kuzey Irak’taki Türk tankları haberlerini de bu çerçevede değerlendirmek lazım. Yani çok yakın bir sürede Türkiye ile ilgili tartışmalara bu gelişme de eklenecek.
Bu arada Bankalar Yasası ile ilgili sıkıntı bir türlü aşılamıyor. Sıkıntının ne olduğunu Garanti Yatırım’ın bugünkü günlük bülteninden aktaralım:
“IMF ile yeni stand-by’ın imzalanabilmesi için ön koşul niteliğindeki yasal düzenlemelerden olan Bankacılık Yasası ile ilgili bazı sorunların aşılamadığı yönündeki haberler basında yer almaktadır. Uzlaşmazlık noktalarının başında,
Geçen hafta Türk ekonomisindeki sıcak gelişmeleri biraz gözardı ederek dünyanın durumunu tartıştık. Bu hafta yeniden içerdeki gelişmeleri ve piyasaları mercek altına alacağız.
Merkez Bankası’nın kısa vadeli faiz oranını 1 puan indirmesi ve aynı gün döviz piyasasına alım yönünde müdahale etmesinin yankıları henüz dinmedi. Hala piyasalarda doların YTL karşısındaki hızlı değer kaybı ve Merkez Bankası’nın bundan sonraki stratejisinin ne olacağı tartışılıyor. Merkez Bankası piyasaya yeniden girecek mi? Merkez Bankası bir sonraki ay kısa vadeli faiz oranlarını yeniden düşürecek mi?
Önce ikinci sorudan başlayalım. Enflasyondaki düşüş trendi ve makro ekonomik istikrar devam ettiği sürece Merkez Bankası kısa vadeli faiz oranlarını indirmeye devam edecek.
İlk sorunun cevabı da diğerinden pek farklı değil. Dövizde aşırı dalgalanma olduğu sürece Merkez Bankası döviz piyasasına müdahale edecek. Bunları söylemek için müneccim olmaya gerek yok. Merkez Bankası zaten her ay yayınladığı Enflasyon ve Görünüm raporları ve Para Politikası raporlarında bu noktaları açıkça dile getiriyor.
Asıl sorun başka yerde...
Merkez Bankası yukarda adı geçen raporlarda sürekli olarak döviz için bir seviye tespitlerinin olmadığını ve müdahalenin sadece aşırı oynaklıklara karşı yapıldığını söylüyor. Üstelik bu müdahalenin son iki yıldır hep alım yönünde gerçekleşmiş olması da belirleyici değil. Çünkü Merkez Bankası gerektiğinde satış yönünde de müdahale edebileceğini söylüyor. Tabi ki şartlar yine aynı; aşırı oynaklık sözkonusu olursa...
Dövize müdahale meselesini tartışan uzmanlar ise Merkez Bankası’nın yukardaki açıklamalarına rağmen kurun aslında serbest olmadığını, Merkez Bankası’ndaki yetkililerin kafasında kurun hareket etmesi gereken bir bant aralığı bulunduğunu belirtiyorlar. Yani aslında kontrollü dalgalanan kur sistemi uyguladığımızı söylüyorlar. Bu nedenle de piyasada sık sık Merkez Bankası’nın bir önceki müdahale seviyesine gözler dikiliyor ve kur buraya yaklaşınca pozisyonlar açılmaya ya da kapanmaya başlıyor.
İşin tuhaf tarafı Merkez Bankası’nın da kafasında gerçekten böyle bir seviyenin bulunması. Ama bunu piyasa ile paylaşmaması. Hatta Merkez Bankası yeni programın uygulanmaya başlamasından bu yana neyi aşırı oynaklık olarak algıladığı konusunda da net bir açıklama yapmış değil. Bizzat Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti, kurun aşırı değerlendiği yönündeki tartışmalara yanıt olarak geçen yıl katıldığı bir toplantıda şöyle konuşmuştu:
Avrupa ekonomisi 2004 yılı boyunca dünya basınına sık sık malzeme oldu. Tartışmaların odağında ise doların euro karşısında hızla değer kazanması sonucu bölgenin ekonomik aktivitesinin büyük sıkıntıya gireceği konusu vardı. Avrupa ekonomisinin can damarı olan ihracata yönelik ürünlerin, doların düşüşü sonucu dünya pazarlarında ucuzlayan ABD ürünleri karşısında tutunamayacağı, bunun da AB ekonomisinde, işsizlik, bütçe açığı ve enflasyon gibi zaten sıkıntılı alanlarda işlerin daha kötüye gitmesine neden olacağı söyleniyordu. Nitekim bu gerçekleşti.
Almanya Maliye Bakanı 7 Eylül 2004 tarihinde Alman Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada şunları söyledi:
“Avrupa’yı 2010 yılına kadar dünyanın en rekabetçi bölgesi haline getiremeyeceğiz. Ama yine de bu doğru bir hedeftir ve tüm Avrupa ülkeleri gibi biz de bu hedefe ulaşmak için çabalamalıyız.”
Eichel'in bu sözleri ile aslında herkesin hislerine tercüman olmuştu. Çünkü herkes, 2010 yılında dünyanın en rekabetçi ve en dinamik bölgesi olmayı ve ABD’nin karşısına ciddi bir ekonomik güç olarak çıkmayı hedefleyen Avrupa Birliği’nin bu hedefleri yakalamasının mümkün olmadığını biliyor ama nezaket gereği yüksek sesle dile getiremiyordu. Tabi bu açıklama, hedeflerin tutturulmasına yönelik ilk resmi açıklama olması nedeniyle de önemli. Arkasından AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barosso’ya kadar bir çok isim Eichel’inkine benzer sözler sarfetti…
Açıklama özellikle de 2010 yılı hedeflerine de ilham kaynağı olan ve AB içerisinde ekonomik reform çalışmaları yürüten Lizbon Konseyi’nde adeta infial yarattı. Konseyin yöneticisi Ann Mettler açıklamayı “yıkıcı ve sınırları aşan” bir açıklama olarak tanımlayıp “Avrupa’nın en büyük ekonomisinin Maliye Bakanı’nın bu yıkıcı sözlerle ne elde etmek istiyor?” diye sordu. Ama arkasından o da farkında olmadan hem Almanya ekonomisinin zor durumunu ortaya serdi hem de bu hedeflerin tutturulmasının zorluğunu şunları söyleyerek kabul etti:
“Bakan, bundan sonraki 5 yılı hesaplamak yerine Almanya’nın ekonomisini düzene sokmakla uğraşmalı. Çünkü Almanya bugün AB ekonomisindeki en büyük deliği oluşturuyor ve Lizbon hedefleri yakalanamayacaksa da bu Almanya’nın suçu”.
Bu arada Lizbon hedefleri de şu; 2000 yılında AB liderleri bir araya gelerek 2010 yılına kadar AB’yi dünyanın en rekabetçi, bilgi teknolojilerine en çok yatırım yapan, en dinamik ve en istikrarlı ekonomisi haline getirmek için bir dizi karar aldı. Hedefler adını bu toplantının yapıldığı kentten, yani Lizbon’dan alıyor.
Bu sözler belki AB’nin kendi içindeki bir tartışma gibi görünebilir ama aslında ekonomiye ilişkin sıkıntıların ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor.
10-15 yıl öncesinde kimse Çin hakkında fazla bir şey bilmiyordu. Tiananmen Meydanı’ndaki faciayı hatırlıyordu çoğumuz. Komünist bir ülkeydi. Bir de çok kalabalık bir nüfusu vardı. O kadar… Ama birden pazarlarımızda Çin malları zuhur edip, dünya limanlarına ambarları ağzına kadar tanesi birkaç sente mal edilmiş jeanler, tişörtler, oyuncaklar, süs eşyaları dolu Çin bandıralı gemiler yanaşmaya başlayınca, herkes gibi biz de gözümüzü o ülkeye çevirdik. O sıralar Deng’in imparatorluğunun son günleriydi. Çin piyasaya girdikçe hakkında bildiklerimiz de artmaya başladı. Onu daha iyi tartar ve etkilerini anlar hale geldik.
Şimdi ise artık bu hızlı büyüme sonrası arazların da birer birer ortaya çıktığı bir dönem yaşıyoruz. Ve Çin’i biraz daha iyi tanıyoruz. Ama hala bildiklerimiz gerçeğin çok ufak bir kısmı. Mesela daha nüfusun bile tam anlamıyla kaç olduğunu bilmiyoruz. Yabancılara açık bölgeler dışında ülkede yıllardır hiçbir yabancının ayak basmadığı bölgeler var.
Çin hakkında şu anda aklıma gelenleri sıralıyorum:
Bir kere, Çin artık oyunu kuralıyla oynaması için küresel bazda baskı altında. Her alanda üstelik. (En akılda kalıcı örneği verelim. Çin ihracat avantajı aratmak için içerde ve dışarıda iki farklı kur uyguluyor ve tabii ki ihracat kuru daha düşük. Ve bu kurun en fazla aşağı-yukarı yüzde 0,3’ük bir bant içinde oynamasına izin veriyor. Dünyanın geri kalanı ise kurun bir an önce serbest bırakılmasını ve değerine piyasanın karar vermesini istiyor.) Bu tabloya bir de ülkenin kendi içindeki hoşnutsuzlukları ve Çin’in siyasi ihtiraslarını da eklememiz gerekecek. İşin insani ve ekolojik boyutu ise bir başka kanayan yara. Yani Çin aslında büyük bir sıkıntı kaynağı ve biz daha en kötüsünü görmedik.
Çin ekonomisi artık dünya ekonomisinin gidişine yön veren aktörlerden biri. Bu kadar büyük bir aktörün üstelik sadece son 10 yıl içinde dünya ekonomisini bu kadar etkiler hale gelmesi, onu herkes için ciddiye alınması gereken bir rakip haline getiriyor.
Çünkü sınırları esnek bile olsa az çok belli olan bir piyasaya elinde çok ucuza sattığı her çeşit mal ve yine her alanda her çeşit ihtiyacı olan yeni bir oyuncunun gelmesi rekabetin bir anda artması anlamına geliyor. Pastadan, hem de oldukça kallavi, bir dilim azalmış oluyor herkes için…
Düşük maliyetler nedeniyle Çin tam bir yabancı sermaye cenneti. Her yıl 50-60 milyar dolar arasında bir yabancı sermaye çekiyor. Bunun önemli bir kısmını Tayvan, Singapur, Japonya vs bölge ülkeleri oluşturuyor ama batılı sermayenin payı da azımsanacak gibi değil. Bu ülkeler arasında da ABD, İngiltere, Almanya gibi batının sanayi devlerinin yer aldığını hatırlatalım. Bugün aklınıza gelen hemen her uluslararası şirket Çin’de yatırım yapmış durumda. Sadece reel ekonomi alanında değil sermaye piyasaları anlamında da ciddi sıcak para çekebiliyor Çin piyasaları. Bu da diğer gelişmekte olan ülkelere gidebilecek potansiyel sermayenin her yıl bir kara delik tarafından yutulması anlamına geliyor.
Hammadde ve petrol ihtiyacı korkunç seviyelerde. Bu durum ekonomik aktiviteyi canlandırır gibi görünmekle beraber, aslında kilitleyen bir yapıya da sahip. Ki 2005 bir yandan da böyle bir yıl oldu. Örneğin demir-çelik ve petrol alanında Çin’in büyük miktarlardaki alımları nedeniyle bir çok ülkenin ihtiyacı tam karşılanamadı. Bu da ciddi küresel sonuçları olmasa da lokal olarak büyük ekonomik sıkıntılar doğurdu ve bu sıkıntılar da ciddi bir nüfusu etkiledi. Ama asıl önemlisi arzın talebi karşılayamaması ve küresel siyasi dengelerdeki gerginlik nedeniyle metal ve petrol fiyatları dudak uçuklatan seviyelere ulaştı. Bu talep nedeniyle geçen yıl petrol fiyatları yüzde 34, bakır fiyatları ise yüzde 37 oranında arttı. Ama Çin ekonomisi de bu nedenle ciddi bir enflasyon baskısı altına girdi. Bir nevi kendi ayağına da kurşun sıkmış oldu.. Ayrıntılara birazdan bakacağız.
Warren Buffet Amerika için tipik bir kahraman profili oluşturur. Orta-batılı fakir bir ailenin çocuğu olan Buffet, kısa zamanda yatırım işinin sırlarına vakıf olur ve bugün binlerce ortağı olan Berkshire Hathaway isimli yatırım şirketini kurar. Milyarder yatırımcı Buffet’ın, her yıl Berkshire Hathaway ortaklarına gönderdiği yıllık raporda yer alan görüşlerine ABD ekonomi çevreleri tarafından büyük kıymet verilir.
Bu yılki yıllık raporda şirketin ikinci yıl da Dow Jones Endeksi’nden daha az getiri sağlamış olmasının nedenlerini konusunda açıklamalarda bulunan Buffet, her zamanki açık sözlülüğü ile ABD ekonomisinin kötü durumda olduğunu ve yeni yatırım alanları bulamadıkları için şirketin karının düştüğünü söylüyor. Buffet’ın açıklamalarının önemli bir kısmı ise ABD ekonomisinin neden kötü durumda olduğuna ayrılmış.
ABD ekonomisinin gittikçe artan dış ticaret açığı ve bu açığın yabancı sermaye ile finanse edilmesinin tehlikelerini anlatıyor Buffet ve dört beş sayfalık yazısının iki tam sayfasını bu konuya ayırmış.
Şöyle diyor: "Bugün dünyanın geri kalanı ABD’nin refah düzeyinin sürmesi için günlük 1.8 milyar dolarlık bir sermaye sağlıyor. Bu geçen yıl size yazdığım tarihten bu yana tamı tamına yüzde 20 arttı. Bu da bugün, dünyanın geri kalan ülkelerinin ve vatandaşlarının ABD’nin 3 trilyon dolarlık kısmına sahip oldukları anlamına geliyor.” Piyasa ekonomisinin kahramanlarından birinin bu seviyede korumacı olmasını bir yana bırakamıyoruz çünkü benzer açıklamaları devam ediyor Buffet’ın ve birkaç satır sonra da “yakın bir gelecekte ABD vatandaşlarının önemli bir kısmının kazandığının ciddi bir kısmının yabancı efendilere gideceğini” söylüyor.
“Bugün bir özel mülkiyet toplumu olan toplumumuzun bir mirasyedi toplumu olarak mutlu olacağını sanmıyorum. Ama gittiğimiz yer burası” diyen Buffet ABD’nin üretimden uzaklaştığını söyleyip, ülkedeki kurumların parça parça yabancı sermayenin eline geçtiğinden şikayet ediyor. Üstelik de hem Cumhuriyetçilerin hem de Demokratların benzer mali politikalarla buna çanak tuttuğunu iddia ediyor Buffet. Ne ilginç değil mi?
Bu satırları sadece ilginç olduğu için buraya almadım. Buffet ABD ekonomisi ile ilgili çok marjinal iddialarda bulunuyor olabilir ama bu iddialar 10 yıl önce dile getirilmiyordu. Kimsenin kafasında ABD ekonomisine ilişkin soru işareti yoktu. Ama bugün var. Hem de bir hayli iddialı isimlerden gelen bir hayli iddialı sorular bunlar. Yani artık herkes biliyor ki ABD ekonomisinde bir şeyler ters gidiyor.
Bunu anlamak içinse kahin olmaya gerek yok. ABD Doları’nın son aylarda tarihinin en sıkıntılı dönemlerinden birini yaşıyor olması ve uluslararası sermaye piyasalarını en çok meşgul eden konunun da bu olması zaten her şeyi açıkça ortaya koyuyor. Örneğin geçen yıl tüm dünya ABD Merkez Bankası FED’in faiz politikasını konuştu durdu. Bu durum bu yıl da değişmedi. Yine en gözde konu ABD faizleri. Peki neden? Çok basit… Eğer FED dolar faizini artırırsa sıcak para dolar ve dolara endeksli yatırım araçlarına kayar. Bu durumda da dünya piyasalarında özellikle de gelişmekte olan piyasalarda menkul kıymetler ve para birimleri değer yitirir.
Raporda Türkiye ekonomisi için 2005 yılındaki en büyük riskin ne olduğu tartışılıyor önce. Ve geçen yıl olduğu gibi bu yıl da ABD Merkez Bankası Fed’in faiz politikasının Türkiye (ekonomisi değil) piyasaları üzerinde en büyük riski oluşturduğu belirtiliyor. Ama uzun vadede bakıldığında ABD’deki faiz artırımının dünya ekonomisi çerçevesinde de “normalleşme” anlamına geldiği için Türkiye ekonomisi üzerinde de kalıcı bir etki bırakması makro ekonomik reform sürecini devam ettiği müddetçe sözkonusu değil.
Raporda, “dün açıklanan enflasyon verileri ile birlikte Türkiye’nin yüksek enflasyon sorununun sona ermeye başladığı kesinleşti” deniliyor. Şubat ayı enflasyonunu pratikte bir önceki aya göre aynı kaldığı, böylelikle yıllık enflasyonun yüzde 8,7 seviyesine gerilediği belirtiliyor.
Cari açık meselesinin (ülke olarak aldığımızın sattığımızdan fazla olması meselesi) risk oluşturmaya devam ettiğinin ama yüksek büyüme oranları sayesinde bu açığın kapatılabileceğinin vurgulandığı rapor, para politikası için şe şunları söylüyor:
“Merkez Bankası’nın son yaptığı faiz indirimlerine rağmen hala sıkı para politikası uygulanıyor. Hatta Merkez Bankası’nın seri faiz indirimine gittiği Geçen eylüle kıyasla bakılırsa… Likiditenin açık piyasa işlemleri ile ölçüldüğü göz önüne alınırsa, Merkez Bankası 2003 sonunda 12 milyar YTL olan açık piyasa işlemlerini geçen ay 1.3 milyar YTL azalttı.”
“Reel faizler arasındaki farklar yatırımcıların Türkiye ilgisini sürdürecek.” Rapor bu sözlerle devam ediyor ve “dünya çapında sıcak paranın yönünde bir değişiklik olsa bile Türkiye yüksek reel faiz vermeye devam ettiği için sıcak para sıkıntısı çekmeyecek” diye devam ediyor. Son bölüm ise dezenflasyon sürecine ayrılmış:
“Bizce” deniliyor raporda, “Türkiye’deki enflasyonun düşüş süreci sadece rakamlardaki bir hareket değil hayati bir mesele olarak algılanıyor. Bu sürecin devam edeceğini düşünüyoruz. 2005 yılı sonunuda enflasyonunu yıllık yüzde 6,7’ye gerileyeceğini ve 2006 sonunuda da yıllık yüzde 3.6’ya ineceğini öngörüyoruz.”
İşte bu da en iyimser bakışlardan biriydi.
Dünyadan Türkiye ekonomisi ve piyasalarının görünümü “özetle” böyleydi. Haftaya ise dünya ekonomisini tartışacağız.