16 Ekim 2003
<B>ŞU </B>sıralar <B>‘‘AB üyeliği meselesini’’</B> biraz boşladık ama şüphesiz ki, AB üyeliği Türkiye'nin 21. yüzyılda en büyük projesidir. Alman Dışişleri Bakanlığı ve Almanya Büyükelçiliği'nin tertip etmiş olduğu ‘‘Türkiye, Almanya ve Avrupa Birliği'nin Geleceği’’ başlıklı tartışma toplantısına katılan Avrupalılar, 2004 Aralık ayına dek, hatta dönem raporunun hazırlanmaya başlayacağı 2004 Yazı'na dek Türkiye'nin önüne konacak can alıcı soruları şu şekilde sıraladılar:
* * *
1) Türkler Avrupalı mı?
Tüm konuklar; Avrupa kamuoyunun bu soruya büyük çoğunlukla ‘‘Hayır!’’ cevabını verdiğini söylüyorlar.
Türkleri Avrupa'da yerleşik köy kökenli Türkler vasıtası ile tanıyan Avrupalılar veciz bir anlatımla:
Türkiye'deki Türklerin Avrupa'daki Türklerden daha modern ve Avrupalı olduğunu bilmiyorlar.
Kamuoyunun Türkiye ile ilgili karara ne kadar müdahil olacağı belli değil ama siyasetçiler kamuoyuna rağmen karar veremezler.
Avrupalı dostlar Türkiye'nin bu konuyu göz ardı ettiğini ve Avrupa kamuoyuna kendisini anlatmak için planlı bir çabaya girmediğini belirttiler.
2) Türkiye başarıyla parlamentodan geçirdiği uyum yasalarını uygulamaya koyabilecek mi?
Hemen herkes Türkiye'nin uyum paketlerini muazzam bir başarıyla parlamentosundan geçirdiği konusunda hemfikir.
PKK'nın, özellikle Almanya'da gerilediğini de iddia ediyorlar.
Ancak, önemle Kürt ve askerin siyasetten uzaklaşması meselelerinde gerekli adımların atıldığından emin değiller.
İlgili yönetmelik ve genelgelerin yayınlanmadığını, ancak en önemlisi uygulamada zihniyetin değiştiğine dair yeteri ipucunu görmediklerini söylüyorlar.
Hatırlatalım; raporun yazılmaya başlamasından evvel önümüzde sadece 8-9 ay var.
* * *
3) Kıbrıs meselesi çözülecek mi?
Kıbrıs Cumhuriyeti'nin AB'ye gireceği 2004 Mayıs ayına kadar Kıbrıs meselesi çözülmezse, diğer alanlarda ne kadar başarılı olursa olsun ve dahi Kopenhag kriterleri arasında bu mesele bulunmasa dahi, Türkiye'nin 2004 Aralık'ta müzakere tarihi almayı unutmasını bilhassa siyasiler açıkça ifade ediyorlar.
Türkiye hükümetini ise bu konuda şaşkın bulduklarını, umudun 2003 Aralık seçimlerini KKTC'de muhalefetin kazanmasına bağlandığını söylüyorlar.
Soruyorlar: ‘‘Ya seçimleri iktidar kazanırsa hükümetin Kıbrıs politikası kalan kısa sürede ne olacak?’’
* * *
4) AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı var mı?
Yine bazı açık sözlü siyasetçiler 2004 Aralık ayında Türkiye ile ilgili verilecek kararın siyasi olacağını vurguladılar.
Onlara göre, eğer o tarih itibarıyla 25 AB üyesi ülke Birliğin Türkiye'ye ihtiyacı olmadığına karar verirse, Türkiye yine AB'yi unutacak.
Onlara göre, bu sorunun cevabının ‘‘Evet!’’ olmasını temin etmek için Türkiye tüm AB ülkelerini ikna edecek gerekçeleri sıralamak zorunda.
Zamanımız kısa, yolumuz ise hálá uzun!
Yazının Devamını Oku 
15 Ekim 2003
<B>İKİ </B>gündür <B>Alman Dışişleri Bakanlığı</B> ve <B>Almanya Büyükelçiliği'</B>nin tertip etmiş olduğu <B>‘‘Türkiye, Almanya ve Avrupa Birliği'nin Geleceği’’ </B>başlıklı tartışma toplantısına katılıyorum. Toplantıda:
1) Türkiye-Almanya ilişkilerinin ne kadar girift ve hayati olduğunu bir kez daha gördüm.
2) Türkiye'nin, belki de kendisi sahip olmadığı için, AB üyeliği serüveninde Alman kamuoyunun önemini yeteri kadar kavrayamadığını fark ettim.
* * *
Dışişleri Bakanlığı'ndan genç bir hanımefendi -Aylin Sekizkök- beni sakin ve akılcı müzakere taktikleri ile çok etkildi.
AB'ye üyeliği savunurken gösterdiği iştiyak alt kademelerden fişek gibi bir neslin geldiğini bir kez daha bana hissettirdi.
Dışişleri adına konuşan bu hanımefendinin verdiği bilgilere göre; Almanya ile aramızda yıllık 13 milyar Euro kapasitesinde bir dış ticaret hacmi var. Türkiye'de takriben 1100 Türk-Alman işletmesi bulunuyor. Maalesef, sabit yatırımlar ise yıllık ortalama 400 milyon Euro ile halihazırda çok düşük.
Türkiye'nin toplam ihracatı içinde Almanya'nın payı % 17, ithalatında ise payı % 14!
Bu yaz Türkiye'ye 3.5 milyon turist gelmiş.
* * *
Almanlar şimdiye kadar Türkiye'ye 4 milyar Euro seviyesinde yatırım yapmışlar. Türk insanının Almanya'daki yatırımlarının miktarı ise % 50 fazla bir rakamla tam 6 milyar Euro.
Almanya'da 1985'te Türklere ait sadece 22 bin işyeri var iken, bu rakam 2000'de 55 bin işyerine ulaşmış. Bu işyerlerinde 60 bini Almanlar olmak üzere 293 bin kişi istihdam ediliyor.
Almanya'da kayıtlı 2.6 milyon Türk var. Bunların 600 bini Alman vatandaşı, 400 binin oy kullanma hakkı var.
Velhasıl, Almanya ile tahin-pekmez olmuşuz!
Almanya'nın en önde gelen işadamlarından Vural Öger'in verdiği bilgiye göre ise, Almanya'da çalışan insanlarımızın artık sadece % 25'i işçi.
% 20'si kadın, % 16'sı ise Almanya'da doğmuş.
Alman okullarında 24 bin Türk veya Türk asıllı genç var. Üniversitede okuyan Türk asıllı gençlerin % 16'sı, tüm eğitim hayatlarını Almanya'da tamamlamışlar.
* * *
Toplantıda hemen herkes Almanya'nın artık PKK'ya karşı daha mesafeli durduğu konusunda hemfikir idi. Ayrıca, Almanya'nın Türkiye'nin reform paketlerini Meclis'ten bu kadar hızlı geçirmesine sık sık atıfta bulunuldu.
Ancak, Alman dostlarımızın bir uyarısı var:
Alman kamuoyu son dönemde kültürel kimlik meselesine eğilmeye başlamış.
Türkler, Avrupa'ya ait mi?
Almanlar; çevrelerindeki yerleşik Türklere bakıyorlar ve büyük çapta Türklerin Avrupa'ya ait olmadığını düşünüyorlarmış.
Bu konuda Türkiye'nin nasıl bir politika güttüğü ise meçhul!
Yazının Devamını Oku 
13 Ekim 2003
<B>ÜLKEMİZDE imam</B> ve <B>hatip ihtiyacının</B> çok üzerinde imam hatip öğrencisi ve mezunu olduğu doğrudur. İmam hatip okullarına giden öğrencilerin çoğunluğunun da zaten imam veya hatip olmak arzusu ile bu okullara gitmedikleri malumdur.
İmam hatiplere gönderilen öğrencilerin kendi talepleriyle değil, her türde ilk ve orta öğretim kurumu için de geçerli olmak kaydı ile ailelerinin arzuları çerçevesinde bu okullara gittikleri görüşü de yanlış değildir.
* * *
Ancak, bana göre imam hatipler konusunda herkes takıyye yapmaktadır.
Toplumun içinde çocuklarına din ağırlıklı eğitim aldırmak isteyen önemli bir kitle vardır.
Bunların talebi, çocuklarını din adamı yapmak hiç değildir.
Onlar çocuklarını güçlü bir din eğitimin ardından çağdaş meslek sahibi insanlar olarak görmek istemektedirler.
Din ağırlıklı eğitim isteyen bir kitle tüm dinlerde ve toplumlarda vardır.
Laik toplumların bir kısmı bu talebe din ağırlıklı eğitimi, laik ve fen bilimleri ağırlıklı bir eğitimle meczederek karşılık vermektedirler.
* * *
Türk eğitim sisteminde bu tip bir talebin ‘‘meslek okulları’’ ile karşılanmaya kalkışılması, zamanın sağ hükümetleri ve askeri idarelerinin yaptıkları bir takıyyedir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu ihlal edilmeden kitlelerin din ağırlıklı eğitim talebine cevaben meslek okulları açığından yararlanılmıştır.
Esasen devletin görevi; tıpkı yabancı dil ağırlıklı eğitim yapan okullar gibi din eğitimi ağırlıklı eğitim yapan klasik liseler kurmaktır.
Zaten laik bir sistem, vatandaşlarını bu sistemle kazanır. Zorla vatandaş kazanılmaz.
Bunu yapmaya cesaret edemeyenler, milleti meslek lisesi safsatası ile oyalamaktadırlar.
* * *
Ancak her halükárda; devletin diğer unsurlarının imam hatipleri diskalifiye etmek amacıyla standart bir sınavda (ÖSS) katsayı uygulamaları aklın ve vicdanın kabul edemeyeceği bir kayırmacılıktır.
Adı üzerinde; standart bir teste, o teste girmeye hak kazanan herkes girer, standart test bir sıralama yapar ve başarı bu sıralamaya göre tarif edilir.
İnsanları hem standart bir sınava kabul etmek, hem de onlara ayrıcalık uygulamak alaturka bir akılla taraf tutmaktır.
Zaten soruları; klasik laik eğitim sistemine göre hazırlanan bir sınava, klasik eğitim dışında eğitim almayı kendileri benimsemiş olanlar, bir adım geriden başlamaktadırlar. Bu onların kendi seçimleridir.
Ama, sınav kendi içinde ayrımcılık yapamaz.
Katsayı uygulamak:
1) Tüm meslek liselerini cezalandırmakta,
2) Başarılı lise kavramı ise bir yıl önceki öğrencilerin başarı seviyelerinden, bir sonraki yılın aynı okul öğrencilerinin beleş rant notu almasını sağlamaktadır.
Bu ikisi de büyük haksızlıktır.
* * *
Öğrencinin yiğidi takıyye ile değil, standart sınav sonucu belli olur!
Yazının Devamını Oku 
11 Ekim 2003
<B>BENİM </B>tezkerenin TBMM'den geçmesine <B>çok sevindiğimi</B> tahmin etmek güç değil. İlk tezkere TBMM'ye takıldığında ‘‘işte demokrasi!’’ diyen <B>ben-merkezli uyduruk demokratların</B> şimdi su koyuvereceklerini tahmin etmek de zor değil. Ancak, ben geçmişin kısırdöngüsüne kapılmayı sevmediğim için ileriye dönük bazı uyarılar yapmayı tercih ediyorum.
Uyarılarım ise hangi bölgeye gitmemiz gerektiği veya askerin orada ne yapması gerektiği konularında değil.
Bilmediğim konularda öneri yapamam.
Ben sadece gayri nizami savaşı ve hem sosyoloji olgusunu, hem de bölgenin sosyolojisini bizim askerimizin ABD askerinden daha fazla bildiğine inanıyorum.
Samimi düşüncem, bölgede TSK'nın Amerikan askerinden daha başarılı olacağı yönündedir.
* * *
Uyarılarım iki alanda:
1) Türkiye'nin Irak'ta varlığı, sadece askeri varlık ile sınırlı kalmamalı, bütünsellik arz etmeli. Türkiye görev alacağı bölgede, geniş kapsamlı bir görev almalı.
Açıkçası, bölgeyi yönetmeli!
Bulunacağı bölgenin tüm belediye hizmetlerini yüklenmeli.
Halka genel hizmet götürmeli.
Orada insanlar, ‘‘tamam Saddam kötü ama onun zamanında su, elektrik, sağlık, eğitim, trafik, güvenlik vb. hizmetleri vardı; şimdi bunların hiçbirisi yok!’’ diyorlar ve haklılar.
İşte bizim yapmamız gereken bu açığı kapatmaktır.
Toplu hizmet!
* * *
2) Türkiye bu hizmeti verirken, uluslararası bir gediğimizi kapatmak/yok saydırmak için bahane bulma çabası içine girmemeli.
Açıkçası, Irak'ta yapacaklarımız ile Kıbrıs meselesi arasında bir ilinti kurmaya, ilk tezkere tartışmaları sırasında bazılarınca yapıldığı gibi teşebbüs edersek sadece ve sadece biz kaybederiz.
Ala Turka bir mantık ile, ‘‘bak ben sana Irak'ta arka çıktım, sen de benim Kıbrıs'taki aymazlıklarımı görme!’’ mantığı bize ancak hüsran üretir.
Hem Irak'taki gayretimiz boşa çıkar, hem de Kıbrıs'ta daha beter bir boşluğa düşeriz.
Türkiye, Irak konusunda, yaşanan hayatın şu kurallarını katiyen göz ardı etmemeli.
1) Muhakkak ki bölgeye ABD'nin talebi/ihtiyacı çerçevesinde gidiyoruz.
2) Türkiye evvel emirde Irak'ta; Irak halkının dirlik ve düzenliği için bulunmalı.
3) Ancak, her şeyden önce ve her şeyin üzerinde Türkiye, Irak'a kendi öz çıkarları için gidecek.
* * *
Bu çıkarların ise sadece 8.5 milyar dolar kredi olduğunu zanneden iktidar veya muhalefete ait siyasiler, köşeli yazarlar ve dahi sade vatandaşlar, sadece ve sadece küçük düşünenlerdir.
* * *
Türkiye, TBMM'den geçen tezkere ile 21. yüzyılda dünyadaki yerini aktif olarak tayin etmeye aday olmuştur.
Yazının Devamını Oku 
9 Ekim 2003
<B>ASKERDE </B>tezkere bırakmış ilkokul mezunu <B>uzman çavuşun </B>üniversite mezunu <B>İlçe Emniyet Amiri'</B>nden fazla maaş aldığı ülkemizde ben bugün <B>görev alanının kısıtlanması </B>gerektiğine inandığım <B>Jandarma Genel Komutanlığı'</B>nın, tam tersine, görev alanını genişletme çabalarından dem vuracağım. Ankara'dan çeşitli kaynaklardan gelen bilgiler ışığında Emniyet Genel Müdürlüğü'nün bazı yetkilerinin Jandarma'ya devri için birtakım çalışmalar yürütüldüğü iddiaları her geçen gün güç kazanmaktadır.
Jandarmanın; a) şehir merkezleri de dahil istihbarat görevleri, b) Şehir merkezlerinde de terör, organize ve nitelikli suçlar, c) Trafik hizmetleri ve d) uluslararası polis görevlerini polisin elinden alma çalışmaları yaptığı söylentileri Ankara'da genel kabul görmektedir.
* * *
Eğer durum böyle ise bu gayret; a) demokrasinin ruhuna aykırı, b) görev aşımına yol açacak, c) AB normlarını hiçe sayan, d) ülkemizi hukuk devleti özleminden daha da uzaklaştıran bir çabadır.
Bu gayretin bir an evvel önüne geçilmelidir.
* * *
Modern devletin asli görevinin başında güvenlik ve adalet gelir.
Yine modern devletin asli özellikleri arasında iç güvenliğin emniyet teşkilatı; dış güvenliğin ise askeri teşkilat tarafından yerine getirilmesi esası vardır.
Bu esas hangi kurala dayanır?
Güvenlik zaman zaman devlete baskı görevi yükler.
Devlet bazı durumlarda özgürlükleri (yakalama, gözaltı) kısıtlar.
Bu yetki modern devlette polise verilmiştir.
Bu tip olağanüstü yetkilerin iğfal edilmemesi için de denetlenmesi gerekir.
Polisin denetlenmesini ise diğer devlet organları yerine getirmek durumundadır.
Ancak, onlar da kendi yetki alanları dışına çıkıp, polisin özgürlükleri kısıtlama görevini devralamazlar.
Modern devlette dış güvenlik Savunma Bakanlığı'na, iç güvenlik İçişleri Bakanlığı'na bağlıdır.
Savunma Bakanlığı'nın kendini İçişleri Bakanlığı'nın yerine koyarak (sıkıyönetim gerektiren olağanüstü durumlar hariç) İçişleri Bakanlığı'nın özgürlük kısıtlama görevini devralması modern devlet kuramına katiyen sığmaz.
* * *
Türkiye'de Jandarma'nın köylerin güvenliğini bile, güvenlik alanında hiçbir ihtisası olmayan, geçici görev yapan jandarma erleri ve uzman çavuşlar ile sağlamaya çalışması zaten ‘‘jandarma dipçiği’’ sözü ile özetlenen tarihi millet-devlet çatışmasının çok önemli bir nedenini oluşturmuştur.
Denecektir ki, Fransa ve İtalya gibi ülkelerde jandarma iç güvenlik alanında görev yapıyor.
Ancak unutulmalıdır ki, o ülkelerde ilgili görevi yapan jandarma ihtisas ve eğitim sahibi kişilerden oluşur.
Ayrıca, yetki alanı jandarma bölgesi, ya da konu askeri personel olsa dahi; bu ülkelerde adli otorite polis birimlerini sık sık görevlendirmektedir.
Yazının Devamını Oku 
8 Ekim 2003
<B>BELKİ </B>de dünyanın en nankör meslekleri <B>futbol kaleciliği</B> ve <B>polislik</B>!<br><br>İkisinde de millet sadece onların <B>yediklerini/kaçırdıklarını</B> hatırlar, <B>tuttuklarını/yakaladıklarını</B> hemen hiç anmaz. Ben de zaman zaman polis arkadaşlara kızarım. Bazılarının psikolojik ezikliklerini, giydikleri üniformanın otoritesi ile örtmeye çalışmalarına çok içerlerim.
Halbuki bir toplumun hukuk devleti olup olmayacağının en doğru göstergesi polislik mesleğinin ülkenin dirlik ve düzenine yaptığı katkıdır.
Ancak, dirlik ve düzeni sağlamasını istediğimiz polisin kendi dirlik ve düzenine kamu olarak bizler ne kadar katkıda bulunuyoruz?
* * *
Hiç sordunuz mu?
Gelirini futbol takımlarının ve diğer spor camiasının paylaştığı maçlarda neden özel güvenlik kuvvetleri değil de resmi polis görev alır?
Aynen neden özel konserlerin de güvenliğinden polis sorumludur?
Şimdi birisi sorsa; madem başkalarının (özel) para kazandığı ortamlarda polis sorumlu, neden benim dükkánımı, banka şubemi, fabrikamı devletin polisi beklemez?
Bu gösterilerde polisin kaç saat mesai yaptığını hiç düşündünüz mü?
Maçlarda bazen saatlerce yemek yemediklerine dikkat ettiniz mi?
Madem polis özel alanda da hizmet verecek, neden onların hizmet verdikleri kişiler para kazanırken onlardan bir ücret alıp, polise dağıtmazlar (döner sermaye)?
* * *
Ben bu konularda akıl yorarken, genç bir polis arkadaşım ‘‘Abi bırak ilave hakları, bizi diğer memurlar ile eşit tutsunlar yeter’’ dedi.
‘‘Nasıl?’’ diye sordum, izah etti.
Polislerin mesaisi genellikle sabah saat 08.00'de başlıyor, akşam 19.00'da bitiyor. Günde 11 saat çalışıyorlar.
Diğer memurlar mesaiye sabah 09.00'da başlıyorlar, mesai akşam 18.00'de (toplamı 9 saat) bitiyor. Ancak, düz memurlar günde 8 saat çalışıyorlar.
Zira, memurların öğlen bir saat yemek arası var, polislerin yok.
* * *
Memurlar hafta sonu 2 gün tatil yapıyorlar, polisler 1 gün.
Bu demektir ki;
Polisler ayda 26 gün x 11 saat/gün= 286 saat;
Düz memurların ayda 22 gün x 9 saat= 198 saat çalıştıklarını görüyoruz.
Polislerin ortalama aylık maaşı 850 milyon TL/ay.
Polisler aynı maaşı normal mesai ile alsalardı; beher saat ücretleri 4.292.292 TL'ye eşit olacaktı.
Buna göre; eğer aynı maaşı düz memur ayda 198 saat mesai ile alıyorsa, polislerin aylık maaşı;
4.292.292 TL/saat x 286 saat/ay= 1.227.777.777 TL olması gerekiyordu!
Bu yaklaşıma göre eşit baremdeki düz memurlara göre polislerimiz
(1.227.777.777-850.000.000)/1.227.777.777= % 31 eksik maaş alıyorlar.
Anayasa'nın eşitlik ilkesi açısından önce maaşlar eşitlenmeli, ayrıca fiziki güç kullanarak-dış mekánlarda çalışan polislere adil bir zorluk katsayısı uygulanmalı!
Not: Yarın jandarma/polis ikilemini irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 
6 Ekim 2003
<B>YÖK'</B>ten geçinen <B>öğretim üyeleri</B> son üç makalede sorduğum sorulara -günde ortalama 150 mektup yolladıkları halde- bir türlü cevap veremiyorlar. Sadece yek ses: ‘‘Uluslararası Fen Atıf Dizinince (SCI) taranan dergilerde yayınlanmış Türkiye adresli makalelerin dünya sıralamasında 21. sırada yer aldığı’’nı belirtiyorlar.
* * *
Ancak, Prof. Dr. Müh. Ergin Arıoğlu ve Dr. Müh. Canan Girgin ‘‘Bilim ve Ütopya’’ dergisinde 2001-2003 yıllarında yayınladıkları üç makale ile bu iddianın içinin boş olduğunu istatistiki metotlarla gösteriyorlar. Onlar diyorlar ki:
‘‘Bu değerlendirme sadece ülkelerin, söz konusu dizinde yayınlanmış bir yıldaki toplam makale sayılarının sıralanmasına dayanmaktadır. Yukarıda açıklanan değerlendirme ne yazık ki hem tüm gerçekleri yansıtmamakta hem de bilimsel açıdan tartışmaya çok açık bulunmaktadır.
Konuya çeşitli ölçütler geliştirilerek bakıldığında sözü edilen sıralamanın aslında çok farklı görünümler sergilediği ve ülkemizin hiç de belirtildiği gibi iç açıcı bir konumda olmadığı ortaya çıkmaktadır.
* * *
Taranan makale sayımızın SCI sıralamasında yükselmesinin temelinde özellikle 1993 yılında başlatılan TÜBİTAK Uluslararası Yayınları Teşvik Programı'nın etkisi ve doçentlik, profesörlük yükseltme kriterlerinin ağırlaştırılmasını görmekteyiz.
(Ancak) ...yayınların ‘‘etki faktörü’’ 1979 yılından sonra dramatik biçimde (ortalama değer 1) düşüş göstermiştir. Bunun başlıca nedenleri olarak da makalelerin etki faktörü düşük dergilerde yayınlanması ve/veya seçilen konuların ‘‘etki faktörü zayıf’’ konular olabileceği, diğer bir anlatım ile yayınlarda kalitenin sorgulanması sonucu vurgulanmıştır.
Makalelerin kalite konusundaki düşüşünü ortaya koyan bir diğer değerlendirme ise ‘‘ortalama atıf sayısı’’ (da) ...aynı dönemde (1993-1999) çok hızlı bir şekilde azal(mıştır).
(Bu dönemde) ...bilim camiasında kalite kaygısını sağlamayan yayınların üretilme olgusu başgöstermiştir.
Hele hele ‘‘tartışma makaleleri’’ cılız bir ortalama olan 0-9 adet/yıla düşmüştür.
* * *
SCI tarafından taranan yayın sayısı açısından bakıldığında ülkemizin kimi AB üyelerinin ve eski demirperde ülkelerinin önünde yer aldığı gözlenmektedir. (Ancak daha doğru bir ölçüm olarak) ...ülke nüfusu dikkate alınarak yapılan değerlendirmede -milyon nüfus başına düşen yayın sayısı- ülkemiz aynı başarıyı ne yazık ki sergileyememektedir. Dünya ölçeğinde milyon nüfus başına yayın sıramız 41'incilik olmaktadır. (AB adayı diğer ülkelerin) ...20 ile 35. sıralarda -Romanya ve Litvanya hariç- yer aldıkları gözlenmektedir.
* * *
Arıoğlu ve Girgin'in tamamen istatiski analize dayanan makaleleri YÖK'çü sözde bilim adamı özde memurların, rakamları dahi doğru dürüst analiz etmediğini/edemediğini, sadece işlerine gelen bölümlerini açıkladıklarını ortaya koymaktadır.
Bilim namusu yoksunu insanlar nasıl ‘‘bilim politikası’’ oluşturacaklar?
Onlar fıtratları gereği sadece siyaset yaparlar!
Sağolasın Ergin Arıoğlu ve Canan Girgin!
Yazının Devamını Oku 
4 Ekim 2003
<B>ÜNİVERSİTELERİMİZDE ‘‘kalite sorununu’’</B> irdeleyen yazılarıma öğretim üyelerinden tepkiler yağıyor. Kimi benim
‘‘kalitesizlik’’ iddialarımı destekliyor, kimileri ise bana kızıyor.
İki tür tepkileri gruplandırmak ise çok kolay.
Bana destek verenler YÖK'e kızgın.
Bana kızanlar ise YÖK'ten çok memnun!
Kızanlar; Türkler tarafından yayınlanan tebliğ sayılarını veriyorlar ama henüz şu sorularıma cevap veren çıkmadı:
1) Türk üniversitelerine yabancı öğrenci talepleri ne seviyededir?
2) Türk bilim adamlarına yabancı üniversitelerde talep ne seviyededir?
* * *
Şu cümlem
YÖK'çüleri çok üzmüş:
‘‘Dünyada yayınlanan 5684 bilimsel derginin sadece 3'ü Türkiye menşeili! G.Afrika, Tayvan, Meksika, S.Arabistan, Venezüella, Bengaldeş, İran bizden ileride.’’
Bu hükme itiraz eden öğretim üyesi yok. Onlar ise uluslararası dergilerde yayınlanan tebliğlerde
Türk bilim adamlarının yayınladıkları makalelerde artış sayısına dikkat çekiyorlar.
Galiba onlar beni anlamaya çalışmıyorlar. Ben Türk bilim adamlarının
‘‘kişisel başarısından’’ bahsetmiyorum, ben
sistemin zavallılığını anlatmaya çalışıyorum.
Bazı YÖK'çüler ise başarısızlığa kulp arıyorlar.
Maaşların, araştırma bütçelerinin az olmasından şikáyet ediyorlar!
İyi de
Kemaller bütçe mücadelesi değil, ‘‘mahallenin namusunu kurtarma’’ mücadelesi veriyorlar.
* * *
Bugün YÖK'çüleri yine bazı rakamlarla kızdıracağım.
Avrupa Komisyonu tarafından yayınlanan
‘‘Bilim ve Teknoloji Göstergeleri-2003’’ başlıklı raporda
AB adayı ülkelerin bazı mukayeseleri yer alıyor.
Komisyon bizimkilerden farklı olarak yayın sayısı yanında, patent sayısı, teknolojinin ihracatta payı vb. gibi bazı ilave kriterler kullanmış.
* * *
İşte tablo:
Bazı aday ülkeler | Nüfus başına patent sayısı (Beher milyon) | Nüfus başına yayın sayısı (Beher milyon) | Yüksek teknolojinin ihracat içinde payı |
Bulgaristan | 3 | 185 | 2.3 |
Kıbrıs Rum Kesimi | 7 | 170 | 2.7 |
Macaristan | 12 | 370 | 22.9 |
Polonya | 1 | 70 | 4.5 |
Slovenya | 22 | 577 | 3.7 |
TÜRKİYE | 0 | 69 | 4.0 |
Üniversitelerde sanki babalarının parasını harcıyorlarmış edası ile ben YÖK'ü eleştirdikçe
‘‘sana ne!’’ diye yazan hocalarımıza saygı ile arz ederim.
Yazının Devamını Oku 