13 Kasım 2003
<B>TESETTÜRLÜ insanların</B> serbestçe yargılanmalarına, <B>Cumhurbaşkanı</B> 29 Ekim kutlamlarında <B>ayrımcılık</B> yapana kadar karışmayan <B>Yargıtay</B> geçen hafta aniden fikir değiştirdi ve tesettürlü bir sanığı mahkeme salonu dışına çıkardı. Bu vahim olayın ertesinde mahkemeler Yargıtay'ı dinlemediler ve duruşmalara tesettürlü insanları kabul etmeye devam ettiler.
Ancak, gazetelerden öğreniyoruz ki:
‘‘Yargıtay Başkanlar Kurulu, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'nın başkanlığında toplandı. 11 ceza ve 21 hukuk dairesinin başkanlarının katıldığı toplantı yaklaşık 1.5 saat sürdü.
Toplantıda, yargılandığı duruşmaya türbanla katılmak isteyen Hatice Hasdemir adlı sanığın Yargıtay 4'üncü Ceza Dairesi Başkanı Fadıl İnan tarafından salondan çıkarılması, ‘Yüksek mahkemelerin kararlarında belirlenen ilkeler çerçevesinde, Anayasal yetkinin kullanımı' olarak değerlendirildi.’’
Yargıtay kendisine yöneltilen eleştirileri ‘‘yargıya müdahale’’ olarak görmüş.
* * *
Görevini yapmayan, eksik yapan, taraflı yapan makam Yargıtay bile olsa onu eleştirmek ülkenin sağlığı açısından şarttır diyor ve hiçbir ülkenin anayasasının İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan hükümlerle çelişemeyeceği ilkesi ile birlikte Beyanname'de yer alan şu üç maddeyi hukuk devletini savunmak adına Yargıtay Başkanlar Kurulu'na hatırlatmak istiyorum.
* * *
Madde 2:
Irk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi ve diğer görüşler, milli veya sosyal köken, mülkiyet, doğum veya diğer statü tarif eden özellikler türü hiçbir ayrıma tabi olmadan herkes bu beyannamede yer alan tüm hak ve özgürlüklere sahiptir.
* * *
Madde 6:
Herkes kanun önünde tanınma/kabul edilme hakkına sahiptir.
* * *
Madde 10:
Hak ve sorumlulukların tespiti ve hakkındaki suçların karara bağlanması için herkes bağımsız ve yansız mahkemelerde tam eşitlik ilkelerine dayanan adil ve açık yargılanma hakkına sahiptir.
* * *
Bir ülkede tereciye tere satmak gerekiyorsa...
Bir ülkede yüce mahkemeye ve dahi Cumhurbaşkanı'na görevini hatırlatmak sade vatandaşlara düşüyorsa...
Bir ülkede mahkemeler adil olmaya davet edilebiliyorsa...
Bir ülkede altında Türkiye Cumhuriyeti'nin imzası olan insan hakları bizzat mahkemelerce göz ardı ediliyorsa...
Bir ülkede Yargıtay'ın bir uygulaması kamu vicdanında genel kabul görmek yerine kamu vicdanını ikiye bölüyorsa...
* * *
Ya o ülkenin vatandaşlarını ya da hukuk anlayışını değiştirmek gerekir.
Yazının Devamını Oku 
12 Kasım 2003
<B>10.</B>11.2003 Pazartesi günü yazdığım yazıda <B>ABD'</B>nin <B>Irak</B> başta olmak üzere <B>Ortadoğu'</B>da tıkandığını yazdım. Yazımın hüküm cümlesi ise, ‘‘Ortadoğu'da ABD'nin işi zor ama Türkiye'ninki daha zor!’’ idi.
* * *
ABD'nin kendi davet ettiği Türkiye'ye, hükümet tezkereyi TBMM'den geçirdikten sonra;
‘‘Sakın gelme, ben kendi elimle atadığım Bağdat yönetimine de, Kürt yönetimine de söz geçiremiyorum’’ sözlerinin, Irak Valisi Paul Bremer'in;
‘‘Bağdat yönetimi başarısız, yeni bir çözüm lazım’’ sözleri ile çakışması, ABD'nin Irak'ta ne kadar çaresiz kaldığının tüm dünyaya ilanıdır.
* * *
Ancak, yine de Türkiye kabul etmek zorundadır ki, ABD'yi Kuzey Irak'taki Kürt aşiretlerinin ve sonra Bağdat yönetiminin kucağına iten bizzat kendisidir.
1 Mart tezkeresi öncesi hükümetiyle, askeriyle, Dışişleri'yle kafası iyice karışmış Türkiye'nin ‘‘Irak meselesi’’ konusunda fikri ile zikri açıkça çelişince; 1 Mart'tan bir önceki gün MGK toplantısında Kuzey Irak'ı konuşmayıp 1 Mart'ta da tezkereyi reddedince; Türkiye ABD'yi önce Kuzey Irak'taki Kürt unsurlara, sonra da Bağdat yönetimine kendi elleri ile teslim etti.
Bu dönemde önceleri bangır bangır ilan ettiği kırmızı çizgilerini bizzat silen, ABD'nin uyarılarına rağmen Türkmenleri kışkırtma konusunda inadını devam ettiren, sonunda askerlerinin kafasına çuval geçirildiğinde de sessiz kalan, 1 Mart tezkeresinin reddi sırasında karar Avrupa'nın kendi çıkarlarına olduğu için alkış tutmasına tav olan Türkiye; hem ABD, hem de Avrupa açısından pazarlık masasında kozlarını kendi eliyle yok eden bir ülke görüntüsü vermektedir.
* * *
Karşılıklı ve sırası ile hem Türkiye, hem ABD birbirlerine karşı aymaz kasap rolleri oynayınca, ortaya çıkan resim Türkiye açısından da hiç iç açıcı değildir:
1) Türkiye hem ABD'nin, hem Avrupa'nın ‘‘Ortadoğu oyunlarında’’ artık aktif rol sahibi değildir. Türkiye ne Arap ülkelerine, ne de kendi arasında çatışan Batı'da taraflara yaranabilmiştir.
2) Türkiye öyle veya böyle -artık eskiye dönülemez- yeni çizilecek Ortadoğu haritasında, büyüklerin önce kendi aralarında anlaşıp sonra kendisine uygun göreceği pasif bir rol alacaktır.
3) Genelkurmay Başkanı kusura bakmasın ama reel politikada başına çuval geçirildiğinde sessiz kalan bir ülkenin, başına ne geleceğini önceden hesap edemediği için, sabrının hiç taşmayacağı varsayılır. Göz göre göre ‘‘lades!’’ yapan ülkelerin daha sonraki tepkileri o kadar ciddiye alınmaz.
4) Türkiye komşuda bir türlü denetlenemeyen yangını, ellerini göğe açıp artık sadece seyretmek durumundadır.
5) PKK/KADEK, şimdi de KHK terörü karşısında ise ülke, ABD'nin insafına terk edilmiştir. ABD de bu konuda kendi açısından haklı olarak ‘‘önce ABD, sonra Türkiye' şiarı ile hareket edecektir.
* * *
Irak'ta iş işten geçtikten sonra aklı başına gelen Türkiye, bu sefer de aklı başından giden ABD'nin yönetim çapı/çapsızlığı ile kısıtlıdır.
Yazının Devamını Oku 
10 Kasım 2003
<B>ABD</B>, en büyük <B>emperyal devlet</B> olarak <B>21. yüzyıla</B> el koymaya niyetlendiğinde; işe <B>dünya petrolünün</B> % 65'ine sahip olan ama ancak %2'sini kullanabilen <B>Ortadoğu</B>'dan başlaması <B>reel politika</B> açısından kabul edilmek zorunda olunan bir gerçeklikti. Atıl petrole o el koymaya kalkmasa, bu paylaşım mücadelesinde muhakkak başkaları (Almanya, Fransa, Rusya, Çin v.b.) aktif olacaktı!
* * *
ABD'nin işe Irak'tan başlaması ise evvel emirde bu ülkenin hem dünya petrol stokunun %10'unu elde tutması, hem de en ucuz ulaşılabilir petrolün burada bulunması ile açıklanabilir.
Ancak ABD'nin saldırısında; 11 Eylül 2001 günü 21. yüzyılda onu vurabilecek tek güç olarak terörün kendini ispat etmesi ve Ortadoğu'dan beslenmesi; Saddam'ın da ABD'ye açık tavır alan uluslararası terörün yönlendiricilerinden birisi olması da büyük rol oynadı.
* * *
ABD dijital savaşı muazzam bir başarı ile uygulayarak çok kısa bir zamanda Irak'a girdi.
Ancak....
* * *
ABD'nin Irak'ı işgal etme politikası ne kadar başarılı ise; yönetim politikası bir o kadar başarısız.
Herhalde dünya; kurulduğundan beri, en zayıf emperyal devleti Irak'ta ABD varlığı ile yaşıyor.
Geçmişin emperyal devletleri olarak İngiltere, Osmanlı, Rus Çarlığı, SSCB, Çin vb. hiçbiri işgal ettikleri topraklarda ekonomik ve askeri açıdan bu kadar güçlü iken bu kadar zaaf içinde olmamıştır.
Emperyal devletler ekonomik olarak göçerken işgal ettikleri topraklarda gerilerler ama ABD bu kalıbın dışına çıktı.
Bana ABD'deki konjonktürel krizden bahsetmeyin, ABD hálá dünyanın en verimli ve en etkin, dolayısıyla en büyük üreticisi.
Son iki aydır istihdam oranlarındaki artış da ekonomik krizin terse dönmeye başladığını gösteriyor.
* * *
Peki ABD'de ne oluyor?
İç politikayı bilemem ama dış politikada ABD muazzam bir yönetim boşluğu yaşıyor.
Kişisel nitelikleri başından beri kuşku ile karşılanan Başkan Bush'un çevresini sarmış ve teorik çerçevesi yeni-muhafazakarlar (neo-cons) ile şekillendirilmiş Evangalist kilise-petrolcü iş hayatı- Pentagon'lu askeri güç ittifakı ülkeye hákim ama yönetişimi (governance) beceremiyorlar, hatta yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar.
Galiba bu arada ABD tarihinin en zayıf dışişleri ile de karşı karşıyayız.
Dick Cheney, Donald H.Rumsfeld, Condeleeza Rice, George J.Tenet, Richard B.Myers, Paul D.Wolfowitz takımı yönetime ve entelektüel hayata hákim ama zerre kadar bölgeyi ve sosyoloji bilimini tanımadıkları için yönetişimi yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar.
Colin L. Powell-Richard L.Armitage gibileri ise belki bölge gerçeklerini anlamaya, sosyolojiyi dikkate almaya daha yatkınlar ama onlar da sisteme adeta toplu iğne ile teğetlenmiş bir resim çiziyorlar.
* * *
Ortadoğu'da ABD'nin işi zor ama Türkiye'ninki daha zor!
(Devam edeceğim)
Yazının Devamını Oku 
8 Kasım 2003
<B>04.</B>11.2003 günü <B>kamu reformu</B> ile ilgili yazdığım yazıda reforma karşı çıkan <B>statükocu aklın</B> tepkilerini teker teker irdelemiştim. Yazımın bir yerinde;
‘‘Teftiş kurulları kaldırılırsa yolsuzluklar belgelenemezmiş!
Bankalar, yıllar içinde dinlene dinlene soyulurken Banka Teftiş
Kurulları, Hazine Murakıpları, Başbakanlık Teftiş Kurulu ne yapıyordu?’’ diye yazmıştım.
Bu cümleye Maliye Müfettişleri, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, Devlet Denetim Elemanları Derneği ve şahıslardan tepkiler geldi.
Ben açıkça yazmadığım için bana yazanlar teftiş kurulları ile ilgili görüşlerimi haklı olarak anlamamışlar.
Ayrıca, gelen tepkilerde çok haklı itirazlar ve önemli bulduğum öneriler de var. Anladım ki:
Bu kurulların görüşleri alınmadan hazırlanan taslak bazı yönleri ile eksik, hatta kastının tersini savunuyor.
* * *
Ben bir liberal-demokrat olarak yetkilerin merkezden çevreye dağılmasını hararetle destekliyorum ama teftiş kurullarının tamamen ortadan kalkmasını savunmuyorum. Zira, liberal devletin asli görevi denetleme ve dengelemedir.
Demokrasi ancak bu şekilde ayakta durur.
* * *
Görevini ifa edemediğine ve kaldırılması gerektiğine inandığım teftiş kurulları, bağlı bulunduğu kuruluştaki genel müdürün veya bakanlıktaki bakanın/müsteşarın sultası altında denetim yapan kurullardır.
Nitekim, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu'nun bazı üyeleri de benimle aynı fikirdeler ki yolladıkları mektupta aynen;
‘‘Türkiye'deki bütün teftiş kurulları, bağlı bulunduğu genel müdür, yönetim kurulu ya da bakanın ağzından çıkacak sözlere bakar ve çıkan sözleri emir telakki ederek teftişe koşarlar’’ diyor.
Mektup, TPAO'da bir genel müdürün, Trakya Bölge Müdürü ve Batman Bölge Müdürü'nü görevden alabilmek için hemen teftiş kuruluna koştuğunu örnek olarak anlatıyor.
Yolsuzluk Komisyonu Raporu'nun 431. sayfasında, ‘‘1996 yılı Halk Bankası YDK raporunda 14 konudan soruşturma istenmesine rağmen 1996 yılı KİT Alt Komisyonu'nda hiçbirisi dikkate alınmamış ve Banka KİT Komisyonu'nca ibra edilmiştir’’ diye referans veren Denetim Elemanları Derneği de esasen beni teyit ediyor.
Benim elimde de birkaç kez değiştirilen banka murakıp raporları var. Raporlar siyasi iradeye göre değiştirilmiş.
* * *
Görüşüme göre; sadece işlemlerin uygunluk/teknik denetimini yapacak İç Denetim, ilgili kurumlarda kalabilir.
Ancak, yolsuzluk/rüşvet/kayırmaca/kasıtlı ihmal/kararları uygulamama vb. teftişler, tek bir merkezde toplanacak ve tamamen özerk hale getirilmiş, açık ve sert kuralları olan, üyesi olmak çok zorlaştırılmış, ayrıldıktan sonra teftiş ettiği kamu/özel kurumlarda 5 yıl çalışamayacak bir teftiş kurulu tarafından yapılmalı.
Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu kafamdakine en yakın kurum.
Ancak, bu kurum doğrudan TBMM'ye bağlanmalı, hesabı TBMM'ye vermeli, sadece onun tarafından denetlenmeli.
Cumhurbaşkanı'na bağlı Devlet Denetleme Kurulu da görevine aynen devam edecek.
Denetim yapmayan devlet, devlet olamaz!
Yazının Devamını Oku 
6 Kasım 2003
<B>HÜKÜMETİN </B>ilan ettiği <B>kamuda reform tasarısı,</B> Türkiye Cumhuriyeti'ne şekil veren ve paspal <B>çağdaş monark zihniyete</B> karşı bugüne dek ilan edilen en büyük savaştır. Muhakkak ki tasarının tartışılmaya değer maddeleri vardır. Adı üzerinde, bu bir kanun tasarısı!
Tasarı özü itibarıyla cumhuriyete sinmiş tepeden yönetim mantığını altüst ediyor.
Millete rağmen milleti yönetmeye soyunmuş ve sembolik anlamı ile Mülkiyeli mantığı olarak ifade edilen asker-sivil elit bürokrasi monarşisi, eğer tasarı bu ruhu ile kanunlaşırsa, bugüne dek almış olduğu en büyük darbeyi alacaktır.
Türkiye ile ilgili İlerleme Raporu yazan AB'li müfettişler, Türkiye'nin özgürleşme sürecini takip etmek için esasen bu tasarının akıbetini takip etmeliler.
* * *
Tek hedefleri statükoyu savunmak olan ve adları bizde saklı olmayan köşeli bazı yazarlar, sözüm ona bilim adamları; ‘‘vatan hainleri’’, ‘‘ulusal bütünlük parçalanıyor’’, ‘‘ver kurtul’’, ‘‘içimizdeki Danimarka’’ vb. 4-5 tanım olmadan bir tek cümle dahi kuramadıkları için bu tasarıya da durumdan vazife çıkarma adına aynı kalıplarla karşı çıkıyorlar.
Tasarı bürokratik monarşiye son vermeye yöneliyor, yönetimi merkez dışına taşıyarak cumhuriyeti cumhura teslim etmeye çalışıyor.
İşte bu niyet de statükoyu zıvanadan çıkarıyor:
‘‘Ayaklar baş olacak!’’
* * *
Yukarıda takdim edilen kalıp çerçevesinde ortaya konulan karşı gerekçelere bakın:
a) Ulusal bütünlük parçalanırmış.
Özgürlüklere bu kadar düşman olan, milletin yetkiyi ele almasından bu kadar korkan elit, acaba dünyanın hangi köşesinde kaldı? ‘‘Ulusal bütünlük’’ bunların babasının malı mı ki, onlar dışında kimse ulusal bütünlüğü koruyamasın? Bazı köşe yazarları da Kürtleri hálá potansiyel suçlu olarak görmekten asla vazgeçemiyorlar.
b) Yerel yöneticiler yolsuzluk yaparmış.
Bazı yerel unsurlar yolsuzluk yaptı diye tüm yöneticileri töhmet altında bırakmak için ancak kalıplarla düşünebilmek gerekir. ‘‘Madem bazı yöneticiler yolsuzluk yapıyorlar, o halde yetkiyi devretmeyelim.’’
Peki, en büyük yolsuzluk yapanlar Ankara'da değil mi?
Bu mantığa göre, Ankara'yı başkent olmaktan men mi edelim?
c) Teftiş kurulları kaldırılırsa yolsuzluklar belgelenemezmiş.
Bankalar, yıllar içinde dinlene dinlene soyulurken Banka Teftiş Kurulları, Hazine Murakıpları, Başbakanlık Teftiş Kurulu ne yapıyordu?
Sanırım bu teklif en çok, dünyada tek mesleğin müfettişlik olduğunu zanneden Mülkiyelileri üzmüştür.
* * *
Bu tasarı cumhuriyet tarihinin en önemli tasarılarından birisidir.
Başta Mehmet Ali Şahin olmak üzere taslağa emeği geçen herkese teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku 
5 Kasım 2003
<B>TÜRKİYE 1997'</B>den sonra adını <B>yolsuzluk ekonomisi</B> koyduğumuz bir döneme girdi. 28 Şubat'ta zaten yarım yamalak sahip olduğumuz özgürlükler askıya alınınca etraf iyice alaca karanlığa gömüldü.
İlk önce, sonradan batan bankaların bir kısmı yönetim kurullarına birer emekli general alarak dokunulmazlık ilan ettiler.
Askeri güç seçilmiş iktidarı istifaya zorlayıp, seçilmemiş siyasileri hükümete atayınca; siyasiler iyice çığrından çıktı ve arsız bir ulufe dağıtımı dönemi yaşandı.
* * *
Millete sadece banka sektöründe 40 milyar dolara mal olan, enerji sektöründe ise takriben 30 milyar dolara mal olacak dönem 1999 sonrası gelen krizlerle 2.5-3 milyon insanın da işsiz kalmasına sebep oldu.
Yolsuzluk ekonomisi 3 Kasım 2002'de milletin kirlendiğine inandığı siyasileri sandığa gömmesi ile bitti.
Ancak, vicdanlarda hálá iki soru takılı kaldı. Giden paralar geri gelecek mi? Yolsuzlar hesap verecek mi?
Millet hálá, önemle eğer siyasi iseler ‘‘yapanın yanına kaldığına’’ inanıyor.
* * *
Haklı olduğunu gösteren örnekler de hálá var. 3 Kasım sonrası Korkmaz Yiğit mahkemeden dönemin Başbakan'ı Mesut Yılmaz ile yüzleşmek için karar aldı. Mahkemede Yılmaz'ın yüzüne bazı sorular soracaktı. Ancak, Mesut Yılmaz mahkemeye birkaç celse hiç gelmedi, mahkeme İstanbul'da sürdürülürken Bodrum mahkemelerinde ifade verdi.
Tabii yüzleşme yok, sözlü soru sorma yok.
Millet de haklı olarak ‘‘O hálá eski başbakan kisvesi altında ayrıcalığını koruyor’’ diye düşünüyor.
* * *
Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu'nun 1200 sayfalık raporunda, 25 bakan hakkında 16 araştırma, 16 soruşturma komisyonu kurulması önerisi, AKP ve CHP tarafından incelendi. Soruşturma ve araştırma önergelerinin sayısında uzlaşamadıkları için ayrı ayrı önerge verme kararı alan AKP ve CHP hazırlıklarını tamamlamış. AKP en fazla beş soruşturma komisyonu kurulmasını, CHP ise 14 konuda komisyon kurulmasını önerecekmiş.
* * *
Ancak eski Başbakanları Yüce Divan'a gönderip göndermeme konusunda Ankara'da bazı dedikodular var. CHP Bülent Ecevit'e, nedense bazı AKP'liler de Mesut Yılmaz'a kıyamıyorlarmış.
‘‘Divan'a bakanlar gitsin, başbakanlar gitmesin!’’ diye düşünenler varmış. Gerekçe de delil eksikliği imiş. Ancak, ben böyle düşünen mlletvekillerine hatırlatmak isterim.
Anayasa'nın 112. maddesi der ki:
‘‘Başbakan, Bakanlar Kurulu'nun başkanı olarak, bakanlıklar arasında işbirliğini sağlar ve hükümetin genel siyasetinin yürütülmesini gözetir...
...Başbakan, bakanların görevlerinin Anayasa ve kanunlara uygun olarak yerine getirilmesini gözetmek ve düzeltici önlemler almakla yükümlüdür.’’
* * *
Türkbank, Mavi Akım, Karadeniz Yol İnşaatı, fiyatları abartılmış ve devlet alım-garantisi verilmiş enerji ihaleleri, Etibank'ın devri, Egebank'ın gizlenen murakıp raporu, Halkbank kredileri vb. Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit olmadan soruşturulabilir mi?
Yazının Devamını Oku 
3 Kasım 2003
<B>CUMHURİYET haftasını</B> bir kitapla kapatmak istiyorum. Kitap 1978 doğumlu çok genç bir meslektaşıma ait:<B> Emrah Gürkan</B>. Bu insan henüz 25 yaşında ve şimdiden iki kitabın yazarı. <B>Para Dergisi</B>'nde çalışıyor. Kitap çok geniş bir alanda Cumhuriyet'in rakamsal muhasebesini yapıyor. İşte bazı rakamlar:
Kişi başına düşen satın alma paritesi 2001 yılına göre İspanya'da 19 bin 472, Portekiz'de 17 bin 290, Yunanistan'da 16 bin 501, Türkiye'de ise 6 bin 974 dolar.
1960 yılında Türkiye'de kişi başına düşen milli gelir 481 dolar iken, Singapur'da 432, Hong Kong'da 275, Güney Kore'de 132 dolar imiş. Bugün itibarıyla aynı kalem Türkiye'de 2 bin 800, Singapur'da 24 bin 750, Hong Kong'da 25 bin 920, Güney Kore'de 9 bin 400 dolar.
* * *
AR-Ge personelinin toplam istihdamdaki payı Rusya'da binde 15.6, AB'de binde 10.5, İspanya'da 7.7, Yunanistan'da 6.8, Kore'de 6.6 iken bu oran Türkiye'de yalnız 1.1.
Bugüne dek mahkumlara 53, vergiye 36, imara 16, SSK'ya 5 kez af çıkarılmış. 2002 yılında çıkan Rahşan Ecevit affı ile 40 bin 518 kişi mahpushaneden çıkmış. Ancak, mahkum sayısı aftan önce 59.187 iken, 2003'te 63.560'a yükselmiş.
1980-2002 aralığında Brezilya yıllık ortalama 10.7 milyar dolar yabancı sermaye çekerken; İspanya 9.8, İrlanda 7.1, Meksika 7, Batı'ya 1980'lerin ikinci yarısında entegre olan Polonya 2, Çek Cumhuriyeti 1.7 milyar dolar, Türkiye ise 0.7 milyar doları ülkelerine çekmişler.
* * *
Çok partili hayata geçtiğimiz 1950 yılından beri 53 yılda 41 seçim yaşamışız. 41 seçimin 13'ü milletvekili, 8'i milletvekili ara seçimi, 11'i yerel seçim, 8'i ise Cumhuriyet Senatosu kısmi seçimi olmuş. Son 13 yılda 12 hükümetimiz var. Hükümetlerin ortalama ömrü 1.5 yıl. 80 yılda 73 MEB, 1957'den beri de 45 Turizm bakanımız olmuş.
IMF'ye en fazla borcu olan ülkeyiz. IMF ile ilk anlaşmayı 1961'de yapmışız. Anlaşmanın altında Cemal Gürsel imzası var. 18 kez imzalanan stand-by anlaşmasının 7'sini Süleyman Demirel imzalamış. Türkiye son dört yılda IMF'den 31 milyar dolar kredi kullanmış.
Kayıt dışı ekonominin resmi GSMH'ye oranı gelişmiş ülkelerde %15, gelişmekte olan ülkelerde %30 iken bizde %66 olduğu kabul ediliyor.
* * *
Askeri harcamaların (2000 yılı 11.2 milyar dolar) milli gelire oranı açısından Türkiye dünya birincisi. Toplam harcamada ise 6. sırada. Dünyada zorunlu askerlik yapan personel açısından Çin birinci iken Türkiye ikinci.
Lockheed 1968 ile 1976 yıllları arasında dünyada 15 milyar dolar rüşvet dağıttığını, bunun içinde 876 bin doların Türkiye'ye gittiğini ilan etti. Türkiye 1974-75 yıllarında Lockheed'den 40 adet savaş uçağı aldı. Japonya'da Başbakan Tanaka önce hapse girdi, sonra intihar etti. Bizde ise Askeri Savcılık soruşturma yapmaya gerek olmadığına karar verdi.
Türkiye'de 550 kişi kayıp. Son 15 yılda 4 bin 500 ceset kimsesizler mezarlığına gömüldü. Resmi rakamlara göre 380 bin, gayri resmi kaynaklara göre 500 bin vatandaş yaşadığı topraklardan zorla koparıldı.
(*) ‘‘Ne Kadar Muasırlaşabildik: 80. Yılında Cumhuriyet.’’ -Emrah Gürkan.
Güncel Yayıncılık-Ekim 2003
Yazının Devamını Oku 
1 Kasım 2003
<B>DÜN </B>hemen tüm gazetelerde ortak bir haber vardı. Bu ülkenin en kritik görevlerinden birisini icra eden<B> Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök</B> diyor ki: ‘‘Bizi de dinliyorlar.’’
Hürriyet'teki köşesinde Ertuğrul Özkök'ün naklettiğine göre; Hilmi Özkök diyor ki:
‘‘Türkiye'de herkesin telefonu dinleniyor. Bizimki de dinleniyor. Bu nedenle tertibatımızı aldık. Muhaberat şifrelerimiz geliştirildi. Çok iyi bir şifreleme sistemimiz var. Önümde iki ayrı telefon var. Kırmızı düğmeli olana basınca komutanlarla konuşuyorum. Yeşil düğme olanı ise cumhurbaşkanı, başbakan gibi kişilerle yapacağım konuşmalar için.’’
Ertuğrul Özkök de haklı olarak diyor ki:
‘‘Telefon dinleme bizim en dertli olduğumuz şeylerden biri. Ama bizden öte, Türkiye'nin en büyük ayıplarından biri ve düşünün ki, ülkenin genelkurmay başkanı bile telefonunun dinlendiğinden şikáyetçi... Durum böyleyken bu ülkenin parlamentosu hálá bu konuyu gündemine getirip, bir komisyon kurmuyor ve inceleme ihtiyacı duymuyor.’’
* * *
H. Özkök'ün açıklamalarında yabancı ülke iması yok. Zaten böyle bir ihtimal daha beter bir rezalettir. Genelkurmay Başkanı ülkenin aczini yedi düvele ilan etmiş olurdu.
Benim anladığım kadarıyla Başkan iç unsurları kastediyor ve aldıkları tedbirleri sanki onlara duyuruyor.
Kimler telefon dinleyebilir?
Dinleme yapmak için teknik olanağı olanlar!
Artık mobil dinleme aletlerini bir binek vasıtası ile istediğiniz yere taşıyor ve istediğiniz kişi ve kuruluşu rahatça dinleyebiliyorsunuz.
Bu teknik imkan kimlerde var?
İstihbarat yapan kuruluşlarda!
Kimler istihbarat yapabilir?
a) MİT.
b) Emniyet İstihbarat Dairesi
c) Silahlı Kuvvetler.
* * *
Bu kuruluşların ellerinde kaç adet ve hangi çapta dinleme teçhizatları olduğu ve bunların kimlerin yetkisi altında kullanıldığı belirli makamlarca malum. Muhakkak bu aletlerin kullanma yönetmeliği ve ne zaman ve nerede kullanıldıklarına dair birer çizelge de var.
Bu üç kuruluşun ve Genelkurmay Başkanı'nın amiri de, kuruluşların faaliyetlerinin kendisinden gizli olamayacağı:
Başbakan!
* * *
Başbakan; Genelkurmay Başkanı'nın açıklamalarını ihbar kabul etsin ve bu üç kuruluşu çağırıp bilgi alsın.
Kimin elinde ne kadar telekulak aleti var, neden var, nasıl kullanılıyor, kullanmaya kim karar veriyor, dinleme kararı nasıl alınıyor, dinlenen kişiler (Genelkurmay Başkanı!) hangi kriterle seçiliyor; bu konularda bilgilensin.
Demokrasiyi hançerleyen bir konuyu düzene sokmak başbakanın asli görevidir.
Yazının Devamını Oku 