15 Nisan 2006
YILLAR önceydi.Söyleyen, yanılmıyorsam Ahmet Taşgetiren’di.<br><br>"İstanbul’da iyi bir belediye başkanı olabilmek için, mutlaka vurgulu bir dil gerekir" demişti. Hani saatlerce konuşup hiçbir şey söylemeyen politikacılar vardır.
Gazeteci olarak dinliyorsanız; kelimenin tam anlamıyla yanmışsınızdır!
Nereden ve nasıl bir haber çıkarabilirim diye uğraşıp durursunuz.
Onlara göre, konuşmada kullandıkları ses tonu da, içerik de, üslup da hiç önemli değildir; önemli olan uzun konuşmaktır.
Sizin işiniz ise o uzun ve tekdüze konuşmadan okurun dikkatine sunulacak bir bilgiyi haber olarak çıkarmaktır.
Tam bir genellemeyle haklarını yemeyelim.
Sayıları çok değil; ama bunun tersi politikacılar da var.
Onlara getirecek bir sürü eleştiriniz olabilir.
Veya görüşlerine katılmıyor olabilirsiniz.
Ama sözünü dinleten bir politikacının da hakkını teslim edersiniz.
* * *
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olarak teklif edilmesi dolayısıyla yapılan basın toplantısında, buna bir örnek yaşadım.
Toplantı öncesinde, ikili üçlü grupların aralarındaki sohbetlerini duydukça, "vay canına" diyerek irkiliyordum.
Anlaşılan, bu seçimin önemini, ben bile hakkıyla fark edememişim!
Ne zaman ki, toplantıda Başbakan Erdoğan’a ilk soru yöneltildi; o zaman rahatladım.
Onun cevabıyla, kulislerde arzı endam eden, "Türk’ün Türk’e propagandası" bitiverdi.
O soru şuydu:
"İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması bize ne kazandıracak?"
Başbakan, alışılanın aksine demagojiye de, propagandaya da hiç tevessül etmeden cevapladı:
"Bu teklif, İstanbul’u bize yeniden kazandıracak bir fırsattır.
Bunu böyle kabul eder ve sonraki adımları buna uygun atarsak kazanan İstanbul olacaktır!"
Kararlılığını bir diğer cümlesi iyice vurguladı:
"Gerekirse özel kanun bile çıkarırız."
* * *
İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olması, ne abartıldığı gibi bir dönüm noktası; ne de sıradan bir ödüllendirmedir.
Uçlarda gezinmenin bir anlamı yok. Evet, bu önemli bir fırsattır.
Bu şehrin sahip olduğu tarihi ve kültürel mirası yenileme ve İstanbul’u daha yeni projelerle tam bir "Kültür Başkenti" olarak bezeme fırsatı.
İlk günlerinde omuzdaş olduğum bu girişimin gelişimini, oldukça yakından izledim.
Arhan Kayar, Korhan Gümüş ve Cengiz Aktar’ın bir sivil toplum projesi olarak attıkları adım, kamunun da katılımıyla ilk hedefine ulaştı.
Artık karşımızda yeni hedefler var.
Ulaşılan bu noktada, girişimin Yürütme Kurulu Başkanı Nuri Çolakoğlu ile Danışma Kurulu Başkanı Egemen Bağış’ın yaşanan süreci toparlayan ve hızlandıran gayretleri unutulmamalıdır.
"Vurgulu bir dille" bu girişime omuz veren Başbakan Erdoğan’ın katkısı da.
Yazının Devamını Oku 
11 Nisan 2006
İTALYANLAR, pazar ve pazartesi günü sandık başındaydılar.<br><br>Seçimlerin iki gün sürmesi, katılımın yükseltilmesi içindi. Dün geceden itibaren resmi olmayan ilk sonuçlar alınmaya başlandı.
Seçimlerde, Silvio Berlusconi ile Romano Prodi’nin liderliğindeki iki ayrı ittifak yarıştı.
Merkez sağ ve merkez solda iki ittifakın yarıştığı bu seçimler, Berlusconi iktidarının devamı için de bir referandum olarak görülüyor.
Bu satırlar kaleme alınırken, henüz sandıklar açılmamıştı.
Yapılan kamuoyu yoklamaları, kararsız oyların oldukça fazla olduğunu gösteriyordu.
Kararsız seçmenlerin çokluğuna karşın, Prodi’nin temsil ettiği merkez sol ittifak, bu yoklamalarda yüzde 3.5 ile 5 arasında önde görünüyordu.
* * *
Seçim sonuçları bugün kesinleşmeye başlayacak.
Kampanya sürecinde dikkatimi çeken iki farklı konuya değinmek istiyorum.
İlki üslup; özellikle de Berlusconi’nin üslubu.
Hani eskilerin dediği gibi: "Üslubu beyan, ayniyle insan."
Veya "Üslup, insanın kendisidir."
Türk basınına yansıyanlar da oldu, yansımayanlar da.
Kampanya boyunca Berlusconi, öyle "inciler" döktürdü ki; bunlar bizde bir televizyon programında yayınlansa, o kanal kesinlikle RTÜK’ten ya uyarı alırdı, ya da kapama!
Batılı meslektaşlarımız, Berlusconi’den talepte bile bulundular.
Çeviri zorluğu yaşıyoruz; özellikle "o tür" kelimeleri, ağdalı İtalyan argosundan değil de, kolay çevrilebilecek kelimelerden seçer misiniz diye!
Prodi de geri kalmadı.
O da, Berlusconi’nin iktidarı döneminde -kendi adına- başardığı işler olduğunu teslim etti.
Bunların en önemlilerinin, "yüz gerdirmek ve saç nakli yaptırmak olduğunu" açıkladı!
* * *
Bütün bunlar, bizim evimizden, ocağımızdan ırak olsun diyeceğimiz örnekler.
Üzerinde durmamız gereken asıl örneğe gelince...
Bu seçimlerde, ülke dışında yaşayan İtalyanlar da oy kullandılar.
İtalya seçimlerinde 47 milyon kayıtlı seçmenin yanı sıra, ülke dışında da 2 milyon İtalyan seçmen vardı.
Yurtdışında Yaşayan İtalyanlar Bakanlığı’nın koordinasyonuyla sandığa giden bu seçmenlerin oylarıyla, yine onların arasından 12 milletvekili ve senato için de 6 üye seçilecek.
Konuyu getireceğim yeri anladınız; yurtdışında yaşayan Türkler.
Sadece Batı Avrupa ülkelerinde sayısı milyonlarla ölçülen vatandaşımız yaşıyor.
İş vergi vermeye, askerlik yapmaya, ülke için lobi faaliyetine geldi mi, bu insanlar "sorumluluk" taşıyan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları.
Ama seçme ve seçilmeye gelince, böyle bir "hakları" yok!
Neden?
Cevap hazır: "Anayasa’nın filanca maddesine aykırı!"
"Mübarek" sanki Anayasa’nın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden!
Başımıza ne gelirse, sorumluluk ve yetki karmaşasından gelmiyor mu?
Konunun dışından bir başka örnek: Cüneyd Zapsu krizinin ardında da, esasen böylesi bir sebep yok mu?
Sonuç olarak, Türkiye’nin siyasi geleceği üzerinde seçme ve seçilme yoluyla söz sahibi olmak, yurtdışında yaşayan Türklerin hakkıdır.
O zaman, önümüzdeki seçimlerde, yine "Anayasa" mazeretine sığınılmamalı.
Seçimlere 1.5 yıl kaldığı düşünülerek, şimdiden ilk adımlar atılmalıdır.
Yazının Devamını Oku 
8 Nisan 2006
"0 kilometrede yeni bir parti"; AKP kendini böyle tanımlıyor. Partinin önde gelen isimlerinin geldiği yerlere baktığınızda, "Milli Görüş" çizgisi oldukça ağır basıyor.
Dün aynı çatı altında siyaset yapanlar, bugün farklı yerlerdeler.
İktidardakiler "değiştik" derken, diğerleri "o çığırın" temsilcisi biziz diyorlar.
Saadet Partisi’nden söz ediyorum.
Yarın toplanacak genel kurulun gündeminde genel başkanlık seçimi de var.
Parti, tam anlamıyla bir yol ayrımında.
Ya bundan sonrası için yeni genel başkanını seçecek; ya da Türk siyasetinde artık iyi bilinen "ağabey" formülüyle o koltuk -şimdilik- doldurulacak.
Adı genel başkan adayı olarak geçenler arasında öne çıkan iki isim var: Numan Kurtulmuş ve Recai Kutan.
Size garip gelebilir; ama Recai Kutan bile Numan Kurtulmuş’un seçilmesini istiyor.
Bu isteğinde yaşının ve yaşadığı sağlık sorunlarının da oldukça ağırlıklı rolü var tabii ki.
Recai Kutan, tartışmasız bir "ağabey".
Bu sıfat, camianın tamamı için böyle. Elbette Numan Kurtulmuş için de.
Peki, siz hiç, bir diğeri hakkında böylesi düşünce ve duygular taşıyan iki ismin "rakip" olduğu bir genel kurul gördünüz mü?
Ben görmedim.
O zaman kim genel başkan seçilecek? Kimin olacağı neden hálá tahmin edilemiyor?
Şunun için:
Bu siyasi çığırın etkili isimlerinden Oğuzhan Asiltürk, Numan Kurtulmuş’u istemiyor.
Üstelik Asiltürk’ün bu tavrı yeni de değil.
Numan Kurtulmuş’un Fazilet Partisi’nde İstanbul İl Başkanı seçildiği kongrede de Asiltürk’ün muhalefeti vardı.
Oysa Numan Kurtulmuş’un duruşu, alışılmış siyasetçilerden oldukça farklı.
O, Oğuzhan Asiltürk’ü bile kaybetmeksizin nasıl büyüyebilecekleri derdinde.
Bugünkü ülke konjonktüründe söylenecek sözü olduğu iddiasında.
Ve daha önemlisi, söyleyeceklerinin bu topraklarda yankı bulacağına gönülden inanıyor.
* * *
1970’li yılların ortaları olmalı.
Milli Türk Talebe Birliği’nin İstanbul genelinde açtığı kompozisyon yarışmasında, ilk üçe girme başarısı gösterenlerden biri Numan Kurtulmuş.
Köklü bir aileden geliyor.
İyi bir eğitimi ve başarılı bir mesleki kariyeri var.
Öğrencilik yıllarından beri, fiziği, hitabet yeteneği, halim selim tavrı ve birleştirici üslubuyla dikkat çekiyor.
* * *
Önümüzdeki günler, siyasi arena için sıcak gelişmelere gebe.
Saadet Partisi, nostaljik bir fikir kulübü olarak devam etmemeyi düşünüyorsa, Numan Kurtulmuş’un genel başkanlığında o ısınacak arenada yerini alacak.
Aksi halde, gönülsüz de olsa Recai Kutan veya onun yerine Cevat Ayhan ile Lütfü Esengün’den biri getirilebilir.
Böyle bir "görevlendirme" seçimle değil, tercihle olur.
Bu da, "o çığırın" hatıra veya hayallerle yetinmesine yol açacak, temsilini iyice zayıflatacaktır.
Necmettin Erbakan, bir ay öncesine kadar teşkilat mensuplarına Recai Kutan’la devam edileceğini son derece kesin bir dille söylüyordu.
Son zamanlarda ise dinliyor ve teşkilatın nabzını tutuyor.
Teşkilatın nabzı da, Numan Kurtulmuş diyor.
Parti kulislerinde konuşulanlara göre, Erbakan Hoca, Numan Kurtulmuş’a karşı çok açık bir tavır almazsa, Oğuzhan Asiltürk muhalefette daha fazla ısrarlı olmayacaktır.
O zaman, Saadet Partisi’nde yeni bir dönem başlıyor demektir.
Yazının Devamını Oku 
4 Nisan 2006
GEÇEN sene yaz aylarıydı.Mustafa Altıoklar ile "Şu Çılgın Türkler"i konuşmuştuk.<br><br>Zaten herkes bir yıldır bu kitabı konuşuyor diyebilirsiniz. Bizim gündemimiz biraz daha farklıydı.
Konuşmamız, kitabı televizyon ekranlarına taşıyacak bir dizi film projesi üzerineydi.
Gerçi yine Turgut Özakman’ın yazdığı, yönetmenliğini Ziya Öztan’ın yaptığı altı bölümlük Kurtuluş adlı diziyi TRT çekmiş ve yayınlamıştı.
Dizi, çok da ilgi görmüştü.
Ancak kitaptan yola çıkılarak hazırlanacak yeni ve daha kapsamlı bir televizyon dizisinin çok fazla izleneceğine, daha da önemlisi içinden geçtiğimiz günler için dersler çıkarılacağına inanıyorduk.
Üzerinde epeyce tartıştığımız bu fikri biz gerçekleştiremedik.
Ama Şu Çılgın Türkler kitabı, yeni yeni "ilk"leri gerçekleştirmeye devam ediyor.
* * *
Turgut Özakman’ın bir yıl önce ilk baskısı yayınlanan bu kitabı, tam bir "fenomen" haline geldi.
Kitabın yayıncısı Bilgi Yayınevi’nin sahibi Ahmet Tevfik Küflü, "Şu ana kadar 300 baskıda 700 bin kitap yayınladık. Bir o kadar da korsanı yayınlandı" diyor.
Gerçekten de, ülkemizde kitabın yeri üzerinde birazcık düşünüldüğü zaman, Ahmet Tevfik Küflü’nün inanılması çok zor rakamlardan söz ettiği daha iyi anlaşılacaktır.
Bir kitabın bir yıl içinde 300 baskıda 700 bin basılarak satılması, Türkiye için kırılması neredeyse imkánsız bir "rekor" demektir.
Ve fakat "Bir o kadar da korsanı yayınlandı" ne demektir?
Şurası bir gerçek ki, korsan yayıncılık almış başını yürümüş ve ne yazık ki artık sıradan bir suç olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
Bu kitap yayıncılığında da böyledir; müzik veya film yayıncılığında da...
Duyarlı bir tüketici bilinci oluşturmak, bizlerin vazifesidir.
Beklentimize gelince, korsan yayıncılıkla mücadelenin bundan böyle öncelikle çok daha ciddi bir iş olarak kabul edilerek yapılmasıdır.
Yoksa bugüne kadar olduğu gibi, dostlar alışverişte görsün diye değil.
* * *
Şu Çılgın Türkler’in son rekoruyla devam edelim.
Kitabın son rekoru, vergi rekortmenleri listesine Bilgi Yayınevi’ni taşımak oldu.
Bilgi Yayınevi, geçen yıl 2.2 milyon YTL kazanç beyan ederek, 860 bin YTL gelir vergisiyle Ankara vergi rekortmenleri listesinin 11. sırasında yer aldı.
Peki, yaşadığımız konjonktürde bir kitabın bu başarıya ulaşmasını nasıl okumalıyız?
Yayıncı Ahmet Tevfik Küflü, kitabın bu denli büyük ilgi görmesinin sebebini izah ederken, "Derinlerde bir yerlerde Cumhuriyet ruhu ve kültürünü uyandırdığına" işaret ediyor.
Siz başka sebepler de ekleyebilirsiniz.
Çevrenizde yapacağınız basit bir araştırma bile, karşınıza benzer sonuçlar çıkaracaktır.
Kitabın içeriğinde veya üslubunda, ülkemize has farklı tarih anlayışlarının da tesiriyle, katıldığınız veya katılmadığınız taraflar elbette olacaktır.
Fakat şurası bir gerçek ki, bu tarihi roman bir yılda ulaştığı inanılmaz satış rakamıyla, Türk insanını yakın geçmişine götüren ortak bir hafıza olmuştur.
Ertuğrul Özkök’ün tanımlamasıyla, "azınlık şımarıklığı"nın her gün yeni bir "marifetine" tanık oldukça, toplumun bütün kesimlerinin ortak bir hafızaya ne denli ihtiyaç duyduğu, esasen çok daha iyi anlaşılıyor.
Yazının Devamını Oku 
1 Nisan 2006
ADNAN Büyükdeniz’i tanımam.<br>Merkez Bankası için hükümet tarafından Cumhurbaşkanı Sezer’e sunulan kararnameden sonra, hakkında yazılanları ve verdiği cevapları okudum. Biliyorsunuz; Cumhurbaşkanı Sezer, Adnan Büyükdeniz’in Merkez Bankası’na başkan olmasına ilişkin kararnameyi veto etti.
Dünyanın en iyi okullarında, başarılı bir eğitim yapmış olmasına rağmen, sanırım faizsiz bankacılıkta çalışıyor olması, veto edilmesine sebep oldu.
Adnan Büyükdeniz, kararname veto edilinceye kadar hiç konuşmadı.
Sonrasında verdiği cevaplardan anlıyorum ki, farklı bir isim.
Kimlerden farklı derseniz, onları tanıyorsunuz.
Sayıları özellikle devlet kademesinde oldukça fazladır.
Yegáne özellikleri, "el pençe divan" durup etkileyici bir ses tonuyla "İsabet buyurdunuz efendim" diyebilmeleridir.
Hatırlayın, Başbakan Erdoğan bile yakınmıştı; dalkavukluk diz boyu diye.
* * *
Bu işin tarihçesi oldukça eski.
Ama biz o kadar eskiye gitmeyelim.
Osmanlı’nın son dönemleri; Padişah Sultan Abdülaziz, Sadrazam Yusuf Kamil Paşa.
Üsküdar’daki Zeynep Kamil Çocuk Hastanesi onun eşinin adını taşıyor.
O günün sadrazamı, bugünün başbakanı.
Paşanın Arnavutköy’deki konağında bütün vezirler toplanmışlar.
Mevsim çilek mevsimi. Arnavutköy’ün çileği meşhur.
İkram faslında elbette çilek de var.
Bu tür toplantıların akışı, hemen her dönemde aynıdır.
Bir iki açık sözlü, cesaret sahibi isim söz alır.
Diğerleri sadece hoşa gidecekleri seslendirirler.
Yusuf Kamil Paşa uzun uzun anlatır; ayrıntılı değerlendirmeler yapar.
Diğerlerinin işi kolaydır; düşüncelerini üç kelimeyle özetlerler: "İsabet buyurdunuz efendim!"
Toplantının sonunda paşa, "Çileği her zaman şekerle yiyoruz. Bu sefer tuza bandırıp yiyelim" der.
Meclistekiler tuzlu çilekleri tadar tatmaz, bu fikri için paşaya iltifat üzerine iltifat yağdırırlar.
Konağın hizmetlilerinden biri de içeridedir. Ona da tattırırlar. Hizmetli suratını ekşitir.
Yusuf Kamil Paşa sorar:
"Bu koskoca adamlar neler söylüyorlar, senin yüzündeki ifade nedir?"
Hizmetlinin başı eğiktir; ama sözleri değil:
"Sadece çilek meclisinde olsa iyi, bunlar bu haltı her mecliste yiyorlar!"
* * *
Bu hengáme içinde Adnan Büyükdeniz’in vakur duruşu, bana bu olayı hatırlattı.
Eğitimi, liyakati ve daha da önemlisi karakteriyle ilgili bilgi sahibi olunca, keşke olabilseydi dedim.
Sonuçta yaşananlardan hepimiz kaybettik; ülke kaybetti.
Bu olay bir kez daha gösterdi ki, Cumhurbaşkanlığı ile hükümet arasındaki gerginlik, bundan sonra da devam edecek.
Ortada 1982 Anayasası’ndan kaynaklanan temel bir sorun var.
Anayasada Cumhurbaşkanlığı sorumluluk taşıyan bir yürütme organı değil; ama yürütmenin elini kolunu bağlıyor.
Bu sorunun çözümü olarak, sorumlulukları oranında yetkili, halkın oyuyla seçilmiş bir başkanla yarı başkanlık sistemine geçiş veya temsili bir Cumhurbaşkanlığı görünüyor.
Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl var ve henüz adaylar belli değil.
İktidarın kritik kararları son dakikaya bırakması, haklı olarak sürekli eleştiriliyor.
Cumhurbaşkanı seçiminin hemen öncesinde veya sonrasında bu sorunun gündeme taşınması, yeni bir tartışma başlatacaktır.
O halde Cumhurbaşkanlığı sorununu masaya yatırmanın tam zamanıdır.
Yazının Devamını Oku 
27 Mart 2006
BUGÜN 27 Mart.Bu tarihin siyasi hayatımız için ne anlama geldiğini hatırlayabildiniz mi?<br><br>27 Mart 1994’te Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne başkan seçildi. Sürpriz sonuçları açısından farklı bir seçimdi.
Refah Partisi seçmeninin büyük çoğunluğu, aynı zamanda teşkilat çalışanıydı.
Seçim kampanyasının son gününde, İstanbul sokakları boydan boya yeni bir afişle bezenmişti.
Bu afişler, onların başarıya ulaşma inanç ve azimlerini yansıtıyordu: "Tamam İnşallah!"
AKP, "0 kilometre yeni bir parti" olduğunu ısrarla söylüyor.
Ancak siyaset sosyolojisi veya partiyi oluşturan kadrolar açısından baktığınızda, eski Refah Partisi’nin, AKP’yi oluşturan ana unsur olduğu ortada.
Bu nedenle, 27 Mart, bugünkü AKP iktidarı için yapılacak bir değerlendirmede, hatırlanması gereken en önemli tarihtir.
Mademki bu tarihin on ikinci yıldönümündeyiz; o zaman, böylesi bir değerlendirmenin vaktidir.
* * *
Öncelikle şu kabul edilmeli: Recep Tayyip Erdoğan’ın görev süresini tamamlamadan cezaevinde biten başkanlık dönemi, AKP’yi doğurmuştur.
Yeri gelmişken, çok bilinmeyen ama bana göre ilginç ve önemli bir ayrıntının altını çizmem gerekiyor.
Recep Tayyip Erdoğan’ın büyükşehir belediye başkanlığı süresince, Refah Partisi belediye meclisinde hiçbir zaman çoğunlukta değildi.
Sadece başkanın şahsına duyulan güven, partisinden farklı siyasi çizgisi ve karizmasıyla, yeni yönetimin hiçbir bütçe tasarısı belediye meclisine takılmadı.
Alınmasını istediği kararlar, esasen rakip partilerin de oylarıyla alındı.
Kısacası Recep Tayyip Erdoğan, Anavatan Partisi grubu başta olmak üzere, diğer partililerin de belediye meclisindeki desteğiyle başarılı bir döneme imza attı.
Size bir ayrıntı daha; o günlerde Refah Partisi’nden ziyade onun şahsına bu desteğin verilmesini sağlayan isimler, bugün hálá belediye meclisinde görev yapıyorlar.
* * *
Gelelim bugüne...
Öncelikle teslim edelim ki, dikkat çeken farklılıklar söz konusu.
Dün, yerel yönetimlerin edindiği başarı, AKP’yi doğurmuştu.
Bugün ise, AKP iktidarı, bazı istisnalar hariç yerel yönetimleri taşıyor.
Çok bilindiğini sanmadığım bir ayrıntıdan söz etmiştim.
O gün, belediye meclisinde kendi partisinin üyeleri azınlıktaydı.
Buna karşın mecliste diğer partilerle daha uyumlu çalışılıyordu.
Bugün, TBMM’de büyük bir çoğunluk var; ama o günkü uzlaşma ortamı yok.
Umalım ki, AKP de, dünle bugün arasındaki bu ve diğer farklılıkların farkındadır.
Yazının Devamını Oku 
25 Mart 2006
BAZEN fark edemediğiniz küçücük bir ayrıntıya bir başkası ayna tutar. Bir yabancı politikacıyla konuşurken, tam da bunu yaşadım.
Konumuz, Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklerdi.
Merak eden, soran daha çok karşı taraftı. Ben de cevaplandırmaya çalışıyordum.
Sorular bazen bir olay üzerine, bazen de bir isim üzerine yoğunlaşıyordu.
O dinliyor, ben anlatıyordum. Sohbetin bir yerinde, sözü o aldı.
"Tanıdığım, bildiğim Türklerden farklısınız" dedi.
Sorma sırası bana geçmişti. "Anlamadım?" diyerek, ne demek istediğini sordum.
"Elinizde ikiden çok fırça var. Hayatın ’diğer renklerinin’ de farkındasınız.
Oysa benim şimdiye dek konuştuğum pek çok Türk, elinde sadece iki fırça taşıyordu.
Onlar için olaylar da, kişiler de ’siyah ve beyaz’dan ibaretti."
* * *
Burada yazdıklarım çok farklı olmayacak.
Hayatta siyah ve beyazın dışında da renkler olduğunu gören ve gösteren bir çabam olacak.
"At gözlüklü bir bakış açısı" bu satırlarda yer bulamayacak.
Düşüncelerini sadece sloganlarla ifade etmeye alışanlar, yazdıklarımdan rahatsız olacaklar.
"Kafalarının konforunu bozmak istemeyenler" epeyce sarsılacaklar.
"Kategorize" etmek kolaycılığındakiler ise bayağı zorlanacaklar.
Samimi olarak inanıyorum ki, rahmetli Cemil Meriç’in o güzel ifadesiyle, "slogan, ilkelin ideolojisi"dir.
Gülerek okuduğunuz bir haberle devam edelim.
Bu haberi okuduğunda gülümsemeyene şu ana kadar rastlamadım. Gülme krizine tutulanlar ise cabası...
Hatırlayın; Başbakan Erdoğan ile arasındaki söz alışverişi haber bültenlerinden inmeyen Mersinli çiftçi vardı ya...
İşte o çiftçi hakkında dava açılmış! Sıkı durun; hem de kamu görevlisine hakaretten!
Başyazarımız Oktay Ekşi, geçen gün Türk Standartları Enstitüsü’nün "abesle iştigal" ettiğini yazmıştı.
Onu isyan ettiren konu, muhabirler için belirlenen standarttı. Bu yenisi o saçmalığın pabucunu dama atmaz mı?
Sadece TSE mi; kim "saçmalıklarla meşgul" değil ki?
* * *
Yurtdışında yaşadığım yıllardı. Resmi bir ziyaret için gelen Türk parlamenter heyetinden rica etmiştik.
Bu geziyi resmi bir temasın dışına taşıyın; insanımızın gerçek sorunlarını yerinde görün demiştik.
Teklifimizi Anavatan Partisi’nden Lütfullah Kayalar kabul etti.
Birkaç gün geçmedi ki, o da döneceğim diye tutturdu.
Gerekçesi basitti. Bu ülkede yarın ne olacağı o kadar belli ve hayatın akışı o kadar rutin ki...
Oysa Türkiye öyle mi?
Hayatı farklı bir heyecanla yaşıyorsunuz. Her yeni gün yeni bir bilinmeze, farklı bir sürprize gebe...
Şaka bir yana, son bir ayı bir düşünsenize, hesapta olmayan neler geldi geçti gündemimizden?
Hatırlayınca, dudaklarımızdan aynı temenninin dökülmemesi mümkün mü:
Aman ülkemizin kadrini kıymetini bilelim!
Yazının Devamını Oku 
20 Mart 2006
<B>YIL </B>1994. Bir araştırma şirketinin yöneticisiyim.<B>Refah Partisi</B>’nin genç İl Başkanı, <B>İstanbul Büyükşehir Belediyesi</B>’ne başkan seçilmiş. Cevap bekleyen yığınla soru var. Yerli ve yabancı basında boy boy haberler, iddialar, tahminler. Herkes şaşkın. Oy verenler mutlu; ama onlar bile şaşkın.
Seçimin birkaç hafta sonrasıydı. Yeni seçilen başkana hazırladığımız bir araştırmayı gönderdim. Araştırmada, yabancı basın kuruluşlarında yer alan haberler de incelenmişti.
Birkaç gün sonra ziyaretine gittim. Yeni görevini kutlamak ve araştırma üzerinde konuşmak istemiştim. Konu araştırmaya gelince, şaşıran bu kez ben oldum.
<B>Recep Tayyip Erdoğan</B>, siyasetteki ilk yıllarından beri, hemen her yeni adımında özel kamuoyu araştırmaları yaptırıyordu!
* * *
Kamuoyu araştırmaları konusunda siyasileri ikiye ayırırım. İlk grup, bu<B> araştırmaları, "kamuo</B>yu yönlendirme silahı<B>" kabul eder; ikincisi ise "çizdiği yol haritasının pusulası"...
</B>Hani bazılarının medyayı "kitle ikna silahı" olarak gördüğü gibi, bu anketleri de benzer amaçla kullanmak oldukça yaygındır.
Kamuoyu araştırmaları özellikle belli zamanlarda gündemin üst sıralarına çıkıverir. Seçime yaklaşılan her dönemde, yoğunluğu daha da artar bu yoklamaların.
Herhangi bir alanda yeni bir uygulama hazırlanıyorsa, yöntem yine aynıdır. Kamuoyunun ne düşündüğüne dair bir sürü klasör önünüze seriliverir.
Yazının Devamını Oku 