9 Mayıs 2006
HAYATIN akışına öyle kaptırıyoruz ki kendimizi, bir bakıyoruz geride kaybolan onca yıl kalmış. Basit bir muhasebeye bile, yılbaşında, bir özel gün veya bir yıldönümünde oturabiliyoruz.
Bunlar, hayat seyrinin "kerteriz"leri.
Biraz olsun muhasebe yapabildiğiniz diğer "durak"lar ise seyahatler.
Bu satırları Bakü seyahatimin hemen ardından yazıyorum.
İlk gidişimin üzerinden tam 15 yıl geçmiş. O yıllarda, yolunuz Moskova’dan geçtiğinde, en çıplak biçimiyle yokluğu görüyordunuz.
Bakü’de ise dostlarınızın gönülleri gibi zengin sofralar karşılıyordu sizi.
Birlikte "çörek kesiliyordu".
Onların gözünde, Türkiye bir "kutupyıldızı"ydı.
Onlar "beklenti" içindeydiler; bizimkilerin verdiği ise sadece "söz"dü...
Daha önce de yazdım; uçlarda gezinmeyi seviyoruz.
Yelpazemizde hiç ara renk yok; ya toptan kabul, ya tamamen ret!
Halbuki hayat sadece iki renkten ibaret değil ki...
Bir kısmımız, bu coğrafyaya, "at gözlükleri" ve onun daracık açıklığından baktı.
Çoğumuz zaten görmezden geldi.
Oysa büyük ve önemli bir coğrafyadan söz ediyoruz.
Başından itibaren büyük düşünebilmeliydik.
Tarihimizin ve coğrafyamızın bize yüklediği misyona, ona yakışacak bir vizyonla sahip çıkmalıydık.
Eğri oturup doğru konuşalım.
Bir iki istisnanın dışında hep sınıfta kaldık.
* * *
Geçen hafta, Başbakan Erdoğan’ı izledik.
Önce Şanlıurfa ve Adıyaman gibi Ortadoğu’ya yakın şehirlerdeydi.
Sonra Selanik’e, siyaset literatürüne "Balkanlaşma" terimini kazandıran coğrafyaya gittik.
Son olarak da Bakü’ye; Türk dünyasının en önemli şehirlerinden birine.
Biz, bu üçgenin tam merkezindeyiz.
Dünyayı ve Türkiye’yi bir düşünün.
Tarih, gözünüzün önünden hızlı bir film şeridi gibi aksın.
Yaşadığımız coğrafyanın zorluklarını, onlarla gelen fırsatları ve bizim her zaman nasıl ıskaladığımızı bir hatırlayın...
Uçakta Başbakan’a bunu sordum.
Cevabı tek cümleydi:
"Artık gündemi belirlenen bir ülke değil, gündem belirleyen bir Türkiye var."
Bu önemli bir iddia.
Topyekûn taşıyıp sürdürebileceğimiz bir misyon.
"Uzlaşma"yı, sadece kulağa hoş gelen bir sözcük olarak değil, ancak bir kültür olarak kabullenmeye başladığımızda kolaylıkla taşıyabileceğimiz ortak sorumluluğumuz...
İddialı; ama hayalci olmayan sözlere ne kadar hasret kalmışız.
Başbakan’la konuşmamızın üzerinden günler geçti.
Bu söze takıldım.
Ancak, bir gerçek daha var.
Böyle bir iddiayı sürdürmeye ve onu taşıyacak duruşa, tek kişinin arzusu yetmez. Bu isim, Başbakan Erdoğan bile olsa.
"Uzlaşma kültürü" içinde, demokrat, hür, modern, müreffeh ve kendi referanslarına sahip çıkan bir Türkiye, hepimizin "ortak" hedefi olmalıdır. Bunun için yürütme de, yasama da, yargı da gereken sorumluluğu almalı.
Ve elbette medya da...
Bir diğerini sorumluluğa ortak etmekten kaçarak değil, tam aksine sorumlulukları paylaşarak sonuç alabiliriz.
Hepimizin görevi, böyle bir Türkiye’nin ısrarlı takipçisi olmaktır.
Yazının Devamını Oku 
6 Mayıs 2006
BAŞBAKAN Tayyip Erdoğan, Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’nın Azerbaycan’ın başkenti Bakü’deki zirve toplantısına giderken, TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın kamuoyunda yankılar uyandıran konuşmasına büyük ölçüde katıldığını, konuşmayı eleştiren Abdüllatif Şener ile Mehmet Ali Şahin’i ise onaylamadığını söylüyor. Erdoğan, Şener ile Şahin’in eleştirilerinin kişisel olduğunu belirtirken, "Grupla ve hükümetle ilgili konuşmaları kimin yapacağı bellidir. Medya da her gördüğü yerde onlara soruyor" diyerek balans ayarı yapıyor.
Uçakta gazetecilerin sorularını cevaplayan Başbakan, kavram kargaşasından rahatsızdı. Özellikle siyasetçilerin kavramlar üzerinde konuşmasını, çok da doğru bulmuyordu. "Hálá belirli kavramlara takılan bir Türkiye var. Biz o kavramlara takılmak istemiyoruz. Ne kadar çok kişi konuşursa o kadar çok kavram çıkıyor. Laiklik konusunda öyle, rejim konusunda öyle, demokrasi konusunda öyle" diyerek, rahatsızlığını dile getiriyor.
* * *
Başbakan Erdoğan, Arınç’ın tartışılan konuşmasına büyük ölçüde katıldığını belirtiyor. Ancak aynı konularda kendisinin bu konuşmanın hemen ardından yaptığı konuşmayı da özellikle vurguluyor:
"Meclis Başkanı düşüncelerini söyledi. Ondan bir hafta önce Yargıtay Başsavcısı konuştu. Onda da buna benzer şeyler vardı. Arınç yasama organının başında. Seçimle gelmiş. Bir taraftan kuvvetler ayrılığı diyeceksiniz, yargının içindeki savcı konuşma yapacak, yasama organı için olmaz diyeceksiniz. O zaman, o da onun en tabii hakkıdır. Seçilmiş bir insandır. Benim şaşırdığım, tam aksine yasama organının adına bu tür yaklaşımlar olurken, içerden gösterilen tavırlardır. Bana göre destek olmaları gerekirdi."
Arınç’ın konuşmasının hemen ardından, başbakan yardımcıları Abdüllatif Şener ve Mehmet Ali Şahin’in bu konuda yaptığı konuşmalara sözü getirdiğimizde şöyle diyor:
"Onlarınki kişisel. Grupla ve hükümetle ilgili konuşmaları kimin yapacağı bellidir."
Burada, araya ufak bir medya eleştirisi sokmayı da ihmal etmiyor: "Medya da sağ olsun onları her gördüğü yerde soruyor."
Konuşmayı arzu etmediği konuların başında Cumhurbaşkanlığı’nın geldiği anlaşılıyor. Olan bitenlerin cumhurbaşkanlığı ile mi ilgili olduğu sorumuza, "Şu anda öyle bir derdimiz yok. Gündemimizde yok" cevabını veriyor.
* * *
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile yaşanan polemikten kısaca söz ediyoruz. Televizyonda izlemediği söylüyor. Sonrasında haberi olmuş. Demirel’in, "Başbakanlar idam korkusuyla yaşar" sözlerini hatırlatınca şöyle diyor: "Demirel’in lügatinde hálá böyle şeyler var demek ki. Biz, bizim için mukadder olan ölüme inanmış insanlarız."
* * *
Başbakan’ın kongrelerle yaptığı gövde gösterileri devam edecek. Bu pazar Diyarbakır’daki kongreye dikkat çekiyor. Ve ekliyor: "Kongremizi yine şehir stadyumunda yapacağız. Orada açıklayacaklarım var."
Erken seçim konusunda konuşulmasını anlamsız buluyor. Dünyada olduğu gibi, seçimin ilan edildiği gün yapılması geleneğini kazanmamız gerektiğine işaret ediyor: "Türkiye’de şu an bir erken seçim gerekçesi yok. Güven ve istikrar var. Anayasa’da 5 yılda bir yapılacağı yazılı, bunu ikide bir delmenin anlamı yok."
Konuşulanların artık basit tahminler olmadığını söylüyoruz. Örneğin, 22 Ekim tarihi bile veriliyor dediğimizde, "O hafta Cumhuriyet Haftası, seçim yapılır mı?" sorusuyla yanıt veriyor.
Yazının Devamını Oku 
5 Mayıs 2006
BAŞBAKAN Erdoğan, Selanik’ten Bakü’ye uçarken, konuk ettiği gazetecilere önemli açıklamalar yaptı. Başbakan’ın, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’la bugün yapacağı görüşme, uzun süre konuşulacağa benziyor.
Uçakta gazetecilerle yaptığı sohbette, verdiği cevaplardan biri, görüşmeyi daha da önemli hale getiriyor.
Başbakan Erdoğan, "Türkiye’nin artık gündemi belirlenen değil, gündem belirleyen bir ülke" olduğunun altını çizdi.
Ortadoğu’da yaşananlardan en çok etkilenen güneydoğu bölgemizdeki temaslarının hemen ardından, Yunanistan’ın Selanik kentine geçen Başbakan, buradan Azerbaycan’ın başkenti Bakü’ye uçtu. Uçakta, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’la yapacağı görüşmeyi açıklayan Başbakan Erdoğan, görüşmeyi de bu bağlamda değerlendirdi.
H H H
Türkiye’nin İran’la tarihinden ve coğrafyasından gelen köklü ilişkilerinin yanında, ekonomik ilişkilerine dikkat çeken Başbakan, İran’la olan ticaret hacmimizin 5 milyar dolar olduğunun altını çizdi.
Erdoğan, İran’ın nükleer araştırma ve çalışmalarıyla ilgili sorunun, "masa başında ve diplomatik yollarla" çözülmesi gerektiğini söyledi.
Erdoğan, ABD Dışişleri Bakanı Rice’la yaptığı görüşmede, kendilerinin bu konuda destek bekledikleri "imasını" aldıklarını belirtti. Almanya Başbakanı Merkel’le de aynı konuyu görüştüğünü söyleyen Başbakan, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecad’la bir telefon konuşması yaptığını açıkladı.
Ahmedinecad’ın tavrını, konuyu konuşabilecekleri şeklinde gördüğünü belirten Erdoğan, bugünkü randevu için şunları söyledi:
"Yolculuğa çıkmadan hemen önce, kendilerinden aldığımız randevu talebine olumlu cevap verdik. Kendileriyle, bugün Bakü’de görüşeceğiz. Komşu ve dost iki ülke olarak ele alacağımız pek çok konu var. Bizim de tavsiyelerimiz, söyleyeceklerimiz var. Bizden istenenler var. İnsani amaçlı olduktan sonra, kimsenin itirazı yok. Olayın, şeffaflık boyutu önemli. Beyanlarında böyle olduğunu söylüyorlar, ama uygulamada uranyum zenginleştirme çalışmalarının başlatıldığı duyuyoruz. Farklı amaçlar olabilir. Düşüncelerimizi söylememiz gerekir. Kendisine vereceğimiz dostane mesajlarımız olacak.
Dünyanın yaklaşımını biliyoruz. Batılı dostlarımızın görüşlerini biliyoruz. Bizim kendilerine söyleyeceklerimiz, bu çerçevede de değerlendirilmesi gereken sözler olacaktır."
H H H
Böylesi bir görüşme ile İran için uygulanan izolasyon politikasının Türkiye tarafından kırılabileceği eleştirileri gündeme gelmez mi sorusu üzerine, Başbakan Erdoğan: "İlişkilerin izolasyonu için ortada hiçbir şey yok ki. Ne BM kararı, ne de bir başka delil. Bu dediklerim olsa, uluslararası camiadan farklı bir tavrımız olmaz" dedi.
Başbakan Erdoğan’ın "gündem belirleyen ülke" vurgulamasından sonra bu konuda yaptığı açıklamalar, Türkiye’nin özellikle bölgesinde etkin bir dış siyaset izleyeceğinin işareti olarak kabul edilmeli.
Başbakan Erdoğan’ın uçakta yaptığı sohbetin futboldan iç siyasete uzanan ayrıntılarına ise yarın devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku 
2 Mayıs 2006
ESKİDEN her meslek erbabı için ayrı kıraathaneler varmış.Örneğin şahide ihtiyaç duyan, soluğu Sultanahmet Adliyesi yakınlarındaki "Yalancı Şahitler Kıraathanesi"nde alırmış. Anlatacağım öykü, işte orada başlıyor.
Her müşteri daha kapıda, cevval bir káhya tarafından karşılanırmış.
Cevval káhyanın görevi belli.
Kahvehane sakinlerinin belli bir sırayla iş yapabilmelerini sağlamak.
Káhya, bizimkini de içeriye adımını atar atmaz, hemen sıradaki şahitle tanıştırır.
Bu faslın hemen ardından, ikisi birlikte adliyenin yolunu tutarlar.
Henüz birkaç adım atmışlardır ki, şahit dönüp sorar:
"Bey; adliyeye varmadan hazırlık yapalım.
Nedir bizim davamız?"
Davalı, "Çok önemli değil" der.
Sıradan bir "alacak-verecek" meselesi.
İşgüzar şahit oldukça yamandır; hemen soruyu patlatır:
"Hálá borcunu ödemedi mi o şerefsiz?"
Ancak iyi bir azar sonrasında işin içyüzünü anlar:
"Borçlu olan benim; alacaklı olan değil ki!"
* * *
Bazıları böyledir işte.
Kelimenin tam anlamıyla "işgüzar"...
İlnur Çevik’in, Kuzey Irak’ta toplam 109 milyon dolarlık ihale aldığını okumuşsunuzdur.
İhalelerin miktarı, Talabani ve Barzani’ye ilişkin yazıların sayısı arttıkça, aynı oranda artıyormuş.
Elbette yazıların içeriği de, bunda oldukça etkiliymiş.
Aynı gazetecinin son yazdığı yazıda, "Neden Barzani’yi anlamaya çalışmadığımızı" sorduğunu okumamışsanız, benden duymuş olun.
Yani...
Herkes sizin, bizim gibi anlayışsız değil.
Elin oğlu hemencecik anlıyor.
İlnur Çevik, Barzani’yi hem de ne kadar iyi "anlamış"!
Bir, Kuzey Irak’ta, bitmek tükenmek bilmez kine şehit verdiğimiz kamyon şoförlerine nasıl yandığımızı düşünün; bir de aynı bölgeyi imar etme işinin aslan payını alan gazeteciyi...
Oysa daha geçen hafta ne olmuştu?
Türk Özel Kuvvetleri’ne bağlı birliklerin sıcak takip yaptıkları iddiasıyla Türkiye’ye çifte nota verilmişti.
Gazeteciye ihale; iddiaya nota!
İhaleleri alan arkadaş, bunun altında kalır mı?
Kalmamış tabii ki.
Bizim ne kadar anlayışsız olduğumuza varıncaya dek, "gereken"(!) her şeyi yazmış.
Aslına bakarsanız; alan da razı, veren de...
* * *
Girişte anlattığım sadece bir fıkraydı.
Benzeyen ve hiç benzemeyen taraflarıyla gerçeğe gelince...
Bugün ellerini ovuşturanların sayısı, hiç de az değil.
Kimisinin niyeti zaten baştan beri buydu.
Kimisi ise farkında bile olmadan "alet" oldu.
Tedbir adına atılan iyi düşünülmemiş adımlar da, "yara"ya tuz biber ekti.
Artık o "yara", "kangren"e dönüşmek üzere.
Yüzyıllarca "kardeş" olarak yaşayanları bir diğerine iyice düşman etmeye çalışanlar, ellerinde "körük" koştursunlar bakalım!
Yalnız şu unutulmasın ki, -fıkradakinin aksine- bu davanın alacaklısı biziz, borçlusu değil!
Yazının Devamını Oku 
29 Nisan 2006
SİRKECİ’de bir otel salonunda iki gün süren bir sempozyum yapıldı.<br><br>Konuşmacılar arasında Devlet Bakanı Mehmet Aydın da vardı. Sempozyum, Avrupalı Türkler ile Avrupa Birliği ve Türkiye’nin ilişkileri üzerineydi.
Yapılacağı semti duyunca, biraz bozulmuştum.
İstanbul’da başka yer yok mu diye...
Düzenleyenlerden Veyis Güngör’ü dinlerken, Ali Akbaş’ın "Göç" şiirinin nakaratı dilime takılıverdi:
"Sirkeci’den tren gider,
Evim barkım viran gider..."
* * *
Avrupa ülkelerinde 5 milyonu aşkın insanımız yaşıyor.
Göçleri, şiirdeki gibi, 45 yıl önce Sirkeci’den başlamış.
Yabancı bir diyara göçüyor olmanın meraklı telaşıyla günler öncesinden gelmişler İstanbul’a.
Son kuruşlarına kıyarak, "uykusuz" geceler geçirmişler otel odalarında.
Yarım yüzyıl sonra Sirkeci’de, onları değil Türkiye’yi konuştuk.
Onların "uyuyamadıkları" gecelerin aksine, biz "uyumaya" devam ediyoruz...
Neden böyle yazdığımı açayım.
Devlet Bakanı Mehmet Aydın, iyi bir hoca olmanın bilgi ve tecrübesiyle veciz bir açılış konuşması yaptı.
O iyi bir Batı felsefesi hocası.
Mesleğini "kartvizit" olarak görenlerden değil.
Konusuna hákim.
Dünyadaki gelişmeleri izliyor.
Taşıdığı diğer şapkaya gelince, Mehmet Aydın 3.5 yıldır siyaset yapıyor.
Bakanlığı, yurtdışında yaşayan Türklerden sorumlu.
Ama o bize yurtdışında yaşayan İtalyanların kazandıkları seçme ve seçilme hakkını anlattı!
Bunu, 11 Nisan tarihli Hürriyet’te ben de yazmıştım.
Anlattıklarını bir kenara bırakıyorum.
Aynı hakların, yurtdışında yaşayan Türklere ne zaman verileceği konusunda ise somut bir söz söylemedi.
Konuşmasından sonra, bu beklentiyi kendisine fısıldadım.
Yine somut bir cevap alamadım.
Seçme ve seçilme hakkının önündeki zorluklardan söz etti.
Hakkını teslim edeyim.
Konuşması güzeldi.
Oldukça güzel örnekler de verdi.
Heidegger’in bir sözüyle, bizi felsefenin engin denizlerinde sefere çıkardı: "Bırak olsun!"
Yetmez dedi ve yine kendisi ekledi: "Yardım et; olsun!"
Başka söze ne hacet!
* * *
Salondakiler, babalarının yola koyuldukları yerde, ülkelerinin dertlerine çözüm seçenekleri sundular.
Türkiye’nin AB’ye girmesi, esasen onların sorunu olmadığı halde.
Onlar bundan doğrudan bir yarar sağlayacak değiller.
Çoğunun cebinde, AB pasaportu zaten var.
O halde, sorumluluklarını fazlasıyla yerine getiren bu insanlardan hakları esirgenmemeli.
Seçme ve seçilme, yurtdışında yaşayan Türklerin en doğal hakkıdır.
Bunu sağlamak ise Devlet Bakanı Mehmet Aydın başta olmak üzere, bugünkü iktidarın daha öncekilerden devraldığı gecikmiş bir görevdir.
Yazının Devamını Oku 
25 Nisan 2006
İSTANBUL’u boydan boya süsleyen lalelerin öyküsünün Pamir Dağları’nda başladığını biliyor musunuz? Orta Asya’daki bu dağlar, beş bin metreyi aşan zirveleriyle, dünyanın en vahşi coğrafyalarından birini oluşturur.
Öykümüz, işte bu dağlarda başlar.
Türk boyları, aynı anavatandan göç ettiklerinde, yanlarına lale soğanlarını da alırlar.
İlk durak İran’dır.
Bütün ülke, lalenin güzelliğine meftun olur.
Ömer Hayyam, laleyi "kusursuz kadın güzelliğinin simgesi" olarak görür.
Anadolu’da ilk lale motifi, Kılıçarslan tarafından yaptırılan Alaeddin Köşkü’ndedir.
Kimin ilk olarak fark ettiği bilinmez; ama lalenin de Allah ve hilal kelimeleriyle aynı harflerle yazılıyor olması, talihini iyiden iyiye açar.
Bu harfler, eski Türkçe’de, "cevahir-i hurufat" olarak adlandırılır.
Lale, artık Allah’ın da remzidir.
Cami süslemelerinden top dökümüne, halı desenlerinden savaş miğferlerine, lale her yerdedir.
Gün gelir; Yıldırım Bayezid’in Kosova Savaşı’nda giydiği tılsımlı kaftanda koruyucu bir süstür.
Gün gelir; büyük din alimi Ebussuud Efendi’nin botanikte ilk sınıflandırma çalışmalarını yaptığı bahçelerdedir.
1500’lü yılların ikinci yarısında, Roma-Germen İmparatorluğu Büyükelçisi Busbecq’in gönderdiği lale soğanları, önce Avusturya’ya oradan da Hollanda’ya ulaşır.
Bunu, Hollanda’da yaşanan akıl almaz bir lale çılgınlığı dönemi izler.
Tek bir lalenin değeri, Amsterdam’da koca bir konağı satın alabilecek bedellere ulaşır.
Lale, III. Ahmed döneminde, Pamir Dağları’ndan başlayan yolculuğunun önemli duraklarından İstanbul’a geri döner.
Kahramanımız, Lale Devri’nin sonu olan Patrona Halil isyanında ise, zevk ve sefahatın baş suçlusudur.
Bu kez, tek bir soğanına bile yaşama hakkı verilmeyen bir nefretle hayatımızdan çıkarılır.
İşte o lale, bugün yeniden İstanbul sokaklarında baharın gelişini müjdeliyor.
* * *
Birkaç haftadır, İstanbul’da Fenerbahçe Parkı’na dikilen sarı-kırmızılı laleler konuşuluyor.
İstanbul’u tekrar lalelerle buluşturan Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş da, Park ve Bahçeler Müdürü İhsan Şimşek de Fenerbahçeli.
TURİNG’in işlettiği Fenerbahçe Parkı’na o laleleri diken bir başka isim.
Kurumun Yönetim Kurulu Başkanvekili Haluk Dursun.
İstanbul, tarih ve kültür deyince ilk akla gelen isimlerden biri.
Duyduğum kadarıyla, cumartesi oynanan Fenerbahçe-Galatasaray derbisinden sonra, kendini daha bir toprağa vermiş; böyle rahatladığını, gündelik hayatın üzüntülerini unutabildiğini söylüyormuş.
Demek ki lalenin böylesi yararları da var.
Telefonlara bile çıkmayan/çıkamayan diğer Galatasaraylı dostlarıma hatırlatayım istedim.
Şaka bir yana, Haluk Dursun’un güzel bir Fenerbahçe peyzajı da hazırladığını müjdeleyeyim.
* * *
Yeri gelmişken, üç yıl önce hazırladığımız lale belgeselinin Güneydoğu’daki çekimleri, ancak yüzlerce askerin korumasıyla yapılabilmişti.
Lalenin öyküsünü anlatan bu belgeseli Kültür A.Ş.’den temin edebilirsiniz.
Telefon: 0212-317 77 00
Yazının Devamını Oku 
22 Nisan 2006
İŞTE o gün geldi.Bugünün gündeminde tek madde var. Fenerbahçe ile Galatasaray, Kadıköy’de karşı karşıya geliyorlar.
Ortalıktaki gergin hava, bana, çok başka bir maçı hatırlattı.
Biraz geriye gidelim.
Hatırlayın; Milli Takımımız, İsviçre’de dünya kupasına gitmemizi zora sokacak bir yenilgi aldı.
Futbol adına nerede yanlış yaptığımızı konuşacağımıza, sporda olmaması gereken her yola başvurduk.
Gerçek gündemin konuşulmasından rahatsız olanlar, bunu değiştirmek istediler ve değiştirdiler.
Buradaki karşılaşma, korkunç bir atmosferde oynandı.
Tribünde, hemen arkamdaki sırada İsviçre Milli Takımı’nın yöneticileri oturuyordu.
Şaşkınlıktan küçük dillerini yutmuş gibiydiler.
İkinci yarının ortalarında sağıma soluma bakındım; tribünleri dolduran herkes, inanılmaz bir ruh hali içindeydi.
Dayanamadım; stadyumdan maç bitmeden ayrıldım.
Dışarısı da çok farklı değildi.
Önünden geçtiğim birahanelerden dışarıya öfke nidaları, küfürler taşıyordu.
Toplum olarak yaşadığımız tam bir cinnet haliydi.
Hepimiz sınıfta kalmıştık...
İşin siyasi sorumlularından İstanbul’u yönetenlere, Milli Takım hocasından medya mensuplarına kadar hepimiz...
Futbolun bir spor dalı ve her maçın 90 dakikalık bir oyun olduğunu kabullenemiyoruz.
Karşılaşmaya değil de sanki savaşa çıkıyoruz.
Şimdi, Ali Sami Yen’de oynanan kupa maçını hatırlatanlar çıkacaktır.
Ben de oradaydım.
O gün de futbol adına utanılacak bir gündü.
Tribündeki az sayıda Fenerliden birisiydim.
Densizlikleri yerinde gördüm.
Buna rağmen, derim ki, "sui misal, emsal olmaz".
Fenerbahçe, küfürle mücadelede yalnız bırakıldım; artık ben yokum, diyor.
Galatasaray, on yıl önce teknik direktörü Souness’in Kadıköy’e bayrak dikmesini kutluyor.
Yangına körükle gitmenin kime ne faydası olacak?
* * *
İyi biliyoruz ki, şiddet şiddeti doğurur.
Şampiyonluk düğümünü çözecek bu karşılaşmayı, ben inanıyor ve arzu ediyorum ki Fenerbahçe kazanacak.
Futbol bu; benim arzu ettiğim sonucu alamayabiliriz de.
Futbolu güzel kılan ve bu denli ilgi çekiyor oluşunun sebebi de bu değil mi?
Her türlü sürprize açık olması...
Şunu unutmayalım; bu yangına körükle gitmenin bedeli, hiç kimsenin ödeyemeyeceği kadar büyük olur!
O nedenle, dileyelim ve aynı zamanda hepimiz gayret edelim ki, önce aklıselim kazansın.
Yazının Devamını Oku 
18 Nisan 2006
HAFTA sonunda MÜSİAD’ın genel kurulu vardı.<br><br>Yapılan konuşmalar, genel kurulu farklı bir "zirve"ye dönüştürdü. Böylesi genel kurullara siyasiler ilgi duyar, alışılmış protokol konuşmaları yaparlar.
MÜSİAD’ın genel kurullarında pek böyle olmuyor.
Siyasi yelpazenin sağındaki partiler, en üst düzeyde katılıyorlar.
Genel başkanlar, adı protokol konuşması olsa da, uzun ama samimi konuşmalar yapıyorlar.
Salondakiler de can kulağıyla dinliyorlar.
Genel kurulda seçimler değil de, bu konuşmalar daha çok ilgi görüyor.
Yanlış anlaşılmasın; bütün bunlar, herkesin rızasıyla oluyor.
Hafta sonundaki genel kurulda divan başkanlığına seçilen İTO Başkanı Murat Yalçıntaş’tan, derneğin son açılan şubesindeki en yeni üyeye kadar herkesin rızasıyla...
Salondaki herkes, "aynı mahalleden" olmanın rahatlığı içinde.
Bu nedenle olsa gerek, yapılan ikazlar oldukça özenli, nükteler ise daha bir hoşgörülü...
* * *
İlk konuşmayı Başbakan Erdoğan yapıyor.
Konuşmasında, üç yıl öncesiyle karşılaştırma ve kıyaslamalar var.
Batık bankalar krizini uzun uzadıya anlatıyor, sonunda ise tek bir cümleyle özetliyor:
"Bu ülkeyi işte böyle söğüşlediler!"
Kendinden sonra söz alacaklara karşı, konuşmasına ustalıkla serpiştirilmiş bazı ön almalar dikkat çekiyor.
Kürsüden inerken basın sıralarının ön sırasındaki "ağabeylerle" tokalaşmayı ihmal etmiyor.
Divandan ve diğer genel başkanlardan izin isteyip salondan ayrılırken, hatırı sayılır bir kalabalık da kulise çıkıyor.
Gazeteciler aralarında konuşuyorlar:
"Peki, bu şimdi tek kale maç olmadı mı?"
Başbakan’dan sonra kürsüye gelen DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar benzer bir vurguyla başlıyor:
"Söylenecek söz çok; ama bizim meşrebimizde arkadan konuşmak yoktur!"
Ağar, bir yandan Başbakan’ın ayrılmasına gönderme yaparken, öte yandan salondakilerin iç dünyalarına sesleniyor.
Sonrasında kürsüye gelen SP Genel Başkanı Recai Kutan.
Kutan’ın şeker ve tütün konusundaki eleştirileri üzerine, "Elindeki bilgiler eski; Recai Bey 1970’lerde kalmış" fısıltıları bana kadar ulaşıyor.
Onun, "Başbakan gitti; ama hiç olmazsa bakanlar kalsaydı" sözlerinden anlaşılıyor ki, salonda Kürşad Tüzmen’in dışında bakan kalmamış.
BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu konuşmasına ona takılarak başlıyor:
"İhracatta yükselen rakamlara fiziğiniz ve yakışıklılığınız ile yaptığınız katkılar için kutluyorum!"
Gözüme takılan ayrıntıların bazıları bunlar.
Zirvenin gölgesinde kalan seçimlere gelince, Ömer Bolat yeni listesiyle önümüzdeki yıl da görevine devam edecek.
* * *
Hafta sonu izlenimleri bunlardı.
Hafta başında ise çığır açan, iz bırakan bir ismi andık.
Aradan tam 13 yıl geçmiş; bugün Turgut Özal’ı hálá özlüyoruz.
Ve bu vesileyle bir kez daha rahmet diliyoruz.
Yazının Devamını Oku 