4 Haziran 2010
“Gecenin leylak ve tomurcuk koktuğu...” 3 Haziranlardan... Bizlerse hala “elimizin, yüzümüzün, üstümüzün, başımızın gazete” koktuğunu söyleyen Hasan Hüseyin gibiyiz.
“Kökü burda” yüreğimizde, ama “yaprakları uzaklarda bir çınar”ın ıslığını duyurmaya çalışıyoruz yıllardır.
Hani “bir eski gömütlükten” gelen ıslığı...
Hani “yanan alnını” okşayan “kırmızı gül dalı”nın sesini...
Dün 3 Haziran’dı.
63’ten bugüne sayarsanız, 47 yıl oldu, hala Nazım Usta, Moskova’da bir çınarın altında yatıyor.
Ancak 46 yıl sonra ölümünden, vatandaşlığa tekrar kabul edildi.
O günlerde AKP’nin seçim öncesi açılım rüzgarlarından faydalanan Büyükşehir kent yönetimi, Nazım Hikmet’e Türk vatandaşlığı yolu açılınca, CHP’nin, ustanın adının bir caddeye verilmesi önerisinin karşısında duramadı.
Oysa yıllarca karşı çıkmıştı Gökçek ve ekibi Nazım’ın adına.
Gökçek’in yıllarca vekilliğini yapan Seyfi Saltoğlu -ki bir Türk büyüğü olarak sokak, cadde, bulvar tabelalarına geçmiştir ismi- şöyle diyordu o dönemde:
“Sokaklara Nazım Hikmet gibi isimler verilmemeli. Burası Başkent, Başkent’in şanına yakışır isimler koyalım...”
Ve tam tersi Nazım Hikmet Caddesi kararını “takdirle” karşılayıp “destek” vermek de yine Saltoğlu’na düştü.
Saltoğlu, kendi başkanlığında toplanan Meclis’te şöyle demişti kabul edilen kararı açıklarken:
“Biz bu kararı takdirle karşılıyoruz. Hiç kimsenin yapamadığı bir şeyi AKP hükümeti yaptı...”
Peki o karar alındı da ne oldu?
Üzerinden 16 ayı aşkın süre geçti, hala Nazım’ın adının verileceği uygun bir cadde bulunamadı.
Gökçek yönetimi, o dönemki rüzgarla şişirdiği yelkenini başka bir rotaya mı çevirdi yine?
Yoksa eli kulağında mı bir cadde bulunmasının...
Dün 3 Haziran’dı...
Nazım Usta’nın ölümünün 47.yıldönümü.
16 ay geçti, Belediye Meclisi’nde Saltoğlu “şana yakışır ismi” açıklayalı...
Yazıişleri Koordinatörümüz Yaşar Sökmensüer, Nazım’ın vatandaşlığa alındığı günlerde şöyle yazmıştı:
“Merak etmeyin iade-i itibar size düşmedi. Çünkü şair itibarını, gecikmiş bir kararnameye seçim arifesinde atılan imzalardan değil, şiirlerinin altındaki kendi imzasından alır.
Şiirleri dünya dillerine defalarca çevrilen bir Türk şairinin vatandaşlığa alınması, hükümete iade-i itibardır şaire değil.
Ve itibar Nazım’ın değil, yarım asır boyunca onun şiirlerini bile sürgünde tutmaya çalışan politikacıların ihtiyacıdır.”
Nokta.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2010
SİNCAN’da son yıllarda büyük bir kent sorunu haline gelen silolar kaldırıldı. Sincan Belediye Başkanı Mustafa Tuna, kent merkezinin gelişememesinin önündeki en önemli engellerden birisinin bu silolar olduğunu vurguluyor.
En az siloların yıkılması kadar önemli olan bir başka cümle daha kuruyor Tuna:
“Burası kesinlikle ticari bir amaç için kullanılmayacak.”
Tuna, bu bölgenin vatandaşların rahatça vakit geçireceği yeşil alan olarak düzenleneceğini önemle vurguluyor:
“Kentsel bir facia olan siloların yerine ticari bir alan da kentsel bir cinayet olur.”
Bu cümle, yerel yönetimler açısından çok uzunca bir süredir özlem duyduğumuz bir bakış açısını yansıtıyor.
Bu kentte yıllardır hemen hemen tüm arazilerin, kentsel dönüşüm alanı adı altında beton binalarla kaplandığına tanık oluyoruz.
Neresinin kentsel dönüşüm alanı olduğu, neresinin olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ancak ranta dayalı bir kent yönetimi, yanına bir de plansızlığı, vizyonsuzluğu alınca neler olabileceğinin en canlı örneği Ankara.
Bir süredir rafa kalkmış gibi gözüken bir proje var.
19 Mayıs Stadı ve çevresindeki bir çok yapının yıkılıp yerine modern, devasa bir futbol stadının yapılması projesi.
Ancak bu projenin finanse edilmesi için Cebeci Stadı’nın yıkılarak arazisinin kat karşılığı müteahhide verilmesi planlanıyor.
Bu proje halen geçerliliğini koruyor mu bilmiyorum.
Bu kentin çağdaş bir futbol tesisine ihtiyacı olduğunu da biliyorum.
Ancak bazı gereklilikler için ilk feda edilen hep doğa, yeşil alan oluyor.
Çünkü o konuda hesap soran da az, riski de düşük.
Keşke Cebeci Stadı’nın bulunduğu alan dev bir park alanı olsa.
Boşaltılan her alanın bir rant kapısı olduğu ezberi bu kentte bozulsa.
Bu açıdan Tuna’nın açıklaması ve girişimi kesinlikle alkışlanmalı.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2010
POLİS kontrolleri, demir kapılar, canlı yayın araçlarının arasından, çamur ve kablo yığınının üzerinden atlayarak giriliyor salona. Sahnenin altından geçiyor, nefes almaya çalışıyorsunuz.
Karşınızdaki siyasi tablodan etkilenmemek mümkün değil şüphesiz.
Sadece CHP tarihinde değil, Türk siyasi tarihinde yeni bir sayfa açılıyor, bir önceki bölüm kapanırken.
Salon, her zamanki gibi pankartlarla donatılmış. Ama bu kez Baykal yok o pankartlarda.
Baykal’ın 12 yıl önceki kurultayda, Ricky Martin’in müziği eşliğinde uzun bir merdivenden pop yıldızı gibi indiği yere takılıyor gözüm.
Orada artık sol yumruğu havada bir Kılıçdaroğlu posteri asılı.
Tam o sırada Rahşan Ecevit’in salona girdiği anons ediliyor.
İki hafta önce söylense kimsenin inanmayacağı şey oluyor, salonda büyük bir alkış kopuyor.
Ama Rahşan Hanım bir türlü giremiyor salona.
Biraz zaman geçiyor, “Kılıçdaroğlu geliyor” deniyor marş çalınıyor, Rahşan Hanım gözüküyor.
Bizler de protokol girişinin hemen önünde bir ezilme tehlikesi yaşıyoruz.
Tam o sırada Kılıçdaroğlu, yanında Önder Sav ile birlikte gözükünce ortalık daha da karışıyor.
Ne canlı yayın masaları kalıyor ortada, ne partililerin oluşturduğu koridor. Hatta bir ara, Kılıçdaroğlu ve Sav da düşme tehlikesi geçiriyor.
İşte o zaman Parti Meclisi’ne kimin gireceği ya da Gürsel Tekin’in küsüp küsmediği gibi sorular önemini yitiriveriyor bir anda.
CHP’de ve Türkiye’de yepyeni bir değişim rüzgarı estiren o kurultay, Başkent’in hiç değişmeyen bir gerçeğini gözler önüne seriyor:
Kongre salonu eksikliği.
Diğer herşeyin önüne geçiveriyor bir cümle:
“Ankara’nın merkezine acilen bir kongre salonu gerekiyor.”
Biliyorum yeni bir cümle değil bu. Ama maalesef yıllardır hala geçerliliğini koruyor.
CHP kurultayında dün hemen herkesin yüzüne çarpan bu gerçek, siyasetin ve dolayısıyla kurultayların da başkenti olan Ankara’nın en önemli eksiklerinden birisine işaret ediyor.
Gerçi Ankara Tiracet Odası’nın yapmaya çaba harcadığı bir kongre salonu var ama akibeti hala belli değil.
Tabi bir de hemen onun karşısında, yarım bırakılmış bir kongre merkezi, demir yığını olarak duruyor.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin çok ciddi miktarda para harcadığı söylenen bu virane, her gün Ankaralıların bakışlarına rağmen bir çözümsüzlük anıtı olarak dikiliyor orada.
Ana muhalefet partisi ise hala kongresini bir spor salonunda yapıyor.
Binlerce kişinin doldurduğu Atatürk Spor Salonu’nun artık malulen kurultay emekliliğine ayrılmasının zamanı çoktan geldi.
Böylece kurultayların vazgeçilmez aksesuvarlarından olan yelpazeler de belki siyaseti bırakır.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2010
BU yıl Başkent, tiyatro alanında bir ilk yaşadı. “Yüzü gülerken gözleri ağlayan” oyuncu Sadri Alışık adına 15 yıldır İstanbul’da düzenlenen ödüller, bu yıl ilk kez “Sadri Alışık Anadolu Tiyatro Ödülleri” adıyla Ankara’da düzenlendi.
Anadolu tiyatrolarının ödüllendirilmesi şüphesiz büyük önem taşıyor.
Bu nedenle Sadri Alışık gibi tiyatronun tüm dertlerini çekmiş usta bir oyuncu adına Anadolu’nun özendirilmesine alkış tutmak gerekiyor.
Ancak verilen ödüllere bakıldığında kafa karışıklığı yaşamamak mümkün değil.
Yılın “Onur Ödülü”nü alan Nurşen Girginkoç ile “Seçici Kurul Özel Ödülü”ne değer görülen Samsun Sanat Tiyatrosu dışında 11 kategorideki bütün ödülleri Devlet Tiyatroları aldı.
Bakıyorum, ödülleri, Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı “Kerbela”, “Bir Savaş Hikayesi”, “Rab Şeytana Dedi ki”, “Krem Karamel”, “Sinek Kadar Kocam Olsun Başımda Bulunsun” ve “Gizliyer Çarşısı” oyunları ile Konya’dan “Gılgamış”, Erzurum’dan “Cumhuriyetin İlk Sadası” toplamış.
Yani altı oyun Ankara’dan, birer oyun da Konya ve Erzurum’dan.
Üstelik hepsi de Devlet Tiyatroları’nın yapımı.
Devlet Tiyatroları dışında hiçbir tiyatronun ödül almadığı görülüyor.
Bunun bir kaç nedeni olabilir.
Ya artık Anadolu’da tiyatroya emek harcayan, gönül veren kimse kalmadı.
Ya da Anadolu tiyatroları maddi imkansızlıklar nedeniyle bulundukları bölgeler dışında oyun oynayamıyor, turne yapamıyor.
Aslına bakarsanız her iki yanıtın da üzücü tarafı, devletin, özellikle yerel yönetimlerin özel tiyatrolara neredeyse hiç destek olmadığı gerçeğinin yüzümüze çarpması.
Başında siyasi kişiliklerin bulunduğu yerel yönetimler, kendilerine bağlı, kendi denetimlerinde sanat yapıları istiyor.
Kendi istedikleri oyunlar sahnelensin, kendi eleştirdikleri şey eleştirilsin gibi beklentileri var.
Oysa ki, sanata yapılacak en büyük kötülüklerin başında, yanına yöresine konulan kısıtlamalar geliyor.
Başkent’te bazı ilçe belediyelerinin kendi tiyatroları var. Büyükşehir Belediyesi de tiyatro kurdu.
Yıllardır bir çok oyun sahneleniyor. Ama neredeyse hiçbirisi ses getirmiyor.
Oysa yapılması gereken, önceki yıllarda olduğu gibi özel tiyatroların desteklenmesi, her yıl hiçbir ayrım yapılmadan, amacı tiyatro olan sanatçılara ödenek ayrılmasıdır.
Sanatçılar, ne yapacaklarına, ne söyleyeceklerine, neyi sahneleyeceklerine kendileri karar vermelidir.
Ama tabi ki, bu anlattıklarım “yürekli yöneticiler” gerektirmektedir.
Eleştiriye açık, sanata saygılı, sanattan korkmayan yöneticiler...
Sadri Alışık, “Ofsayt Osman” filminin sonunda gözleri dolarak konuşur:
“Hayatımda bir defacık bir kız sevdim, onu da kaybedeyim dedim. Hayatımda bir kerecik bir şey kazanacak oldum onu da kaybedeyim dedim tek bir can kurtulsun dedim. Ben Osman, Ofsayt Osman. Söyleyin be, yine mi atamadım golü, ha? Bu da mı gol değil be?”
Anadolu’da tiyatroya yapmaya uğraşan amatör, yarı profesyonel ya da profesyonel bir çok kurum var.
Eğer Sadri Alışık Ödülleri kurumsallaşsın, amacına ulaşsın isteniyorsa, gerçekten Anadolu’ya açılıp o tiyatroların bulunması gerekiyor.
Yıllardır ofsayta düşürülen yürekli tiyatroların...
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2010
NE zaman İstanbul’a gitsem, yepyeni şeyler öğrenmişim hissiyle dönüyorum. Sonra yeni öğrendiğimi düşündüğüm şeyler nedir diye dönüp baktığımda koca bir hiçlik duygusuyla karşılaşıyorum.
Tıpkı Cem Yılmaz’ın kendi gösterisinden çıkanları taklit etmesi gibi.
“Neye güldük” biz deyip, güldüklerini hatırlamayan izleyicilere dönüyorum.
İstanbul’da bulunmak insanda bir coşkunluk hali, nedensiz bir sevinç, kördüğüm olmuş bir mutluluk yaratmıyor değil.
Bilmemenin getirdiği o şapşal sırıtışla etrafa bakınmanın verdiği haz bir kenara, tarihte milletleri birbirine düşürmüş Boğaziçi’ni ne kadar da uğraşsa tamamen yok edememiş bir ecdadın torunu olmaktan gururlanmamak da elde değil.
Bu anlattıklarımın, İstanbul’lu yazarların iki günlüğüne Ankara’ya gelip de, “Aaa hakikaten Meclis varmış, içindekiler de milletvekiliymiş, bu bir şehir efsanesi değilmiş” demesini andırdığını farkındayım.
Ama inanın, Boğaziçi hala yerinde duruyor.
Haliç de...
Galata Köprüsü’nün üstünde balık tutmaya çalışanlar, İstiklal’de sokak müzisyenleri, Cihangir’de bohemler, Nişantaşı’nda “gösteri” dünyası...
Hepsi yerli yerinde.
Ama her gidişimde biraz daha kötü bulduğum Sultanahmet’te durmakta fayda var.
Topkapı Sarayı’ndan çıktığınızda çıplak bir gerçekle yüzleşiyorsunuz.
O da tok taksici esnafı.
Ey okuyucu bil ki İstanbul’da ekonomik kriz falan yok, en azından taksicilere uğramamış.
Müzenin kapanış saati olan 18.00’da onlarca taksi, balıkçı tezgahındaki lüferler gibi yatıyor durakta ama çalışmıyorlar.
Çünkü o saat, şoför değişim saati.
Binlerce insan taksi diye yırtınıyor ama taksiciler çayır çimen geziyor.
Ekonomik krizin bu taksicileri etkilediğine hiçkimse inandıramaz artık beni.
Peki siz ne yapıyorsunuz?
Toplu ulaşımı arap saçına dönmüş bir şehrin insanı olarak, kısacık raylı sistemin ne kadar etkin işleyebildiğine şaşırarak tanık oluyorsunuz.
Sonra Taksim’den İstiklal’e girince karşınıza 500 kişilik bir eylemci grubu çıkıyor.
Ankara alışkanlığıyla hemen çevik kuvveti arıyor gözleriniz.
O da ne? Bir tane bile üniformalı polis görmüyorsunuz. Eylemciler pankartlarını açıp yürüyorlar, kimse umursamıyor.
Çünkü kim ne derse desin İstanbul kendi halinde akıyor.
İşte bu şehri de bu hali seksi yapıyor.
Unutmadan, hakikaten Taksim’i bilmeyen taksici varmış.
Ankaralılar, taksicilerinizin ellerinden öpün, baş tacı yapın, koruyun, kollayın...
En azından yolları biliyor, ayık kafayla araba kullanıyorlar.
İyi haftasonları.
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2010
BAŞKENT’te bir dernek 13 yıldır çok önemli, dünya çapında bir festivale imza atıyor. Derneğin kendisi 15 yaşında.
Ben de ilk kez 15 yıl önce tanışmıştım bu dernekle.
15 yıldır hiç bıkmadan, yılmadan küçük küçük adımlarla büyük yollar kat etti Uçan Süpürge.
Daha eşit, daha adil, cinsiyetler arası adaletsizliğin yok edildiği bir dünya rüyasıyla başlayan yolculuk hala hedefinin uzağında olsa da elde edilen faydalar saymakla bitmeyecek kadar çok.
Sadece kadın hakları ya da kültür sanat alanlarında değil.
Çalışma yaşamı, eğitim hakkı, siyaset konuları ve daha nicelerindeki duruşuyla artık bir sivil toplum odağı haline geldi Uçan Süpürge.
Cemal Süreya’nın “Ödevleri yenilmek olan hep / Bıçakla kemik arasında / Susmakla ağlamak arasında”ki kadınlarının yanında yer aldı hep.
Onları “çok yorgun bir fırtınadan/bağrının rıhtımına” götürmek için tıpkı “sürgünden dönenlerle yeniden/yaşamak doludizgin” diye bağıran Cevat Çapan gibi.
13 yıldır da dünyanın en prestijli organizasyonlarından birisi olan Uluslararası Kadın Filmleri Festivali’ne imza atıyor.
Geçen yıl kadınların 12 Eylül mektupları festivalin merkezindeydi.
Bu yıl festiavalin teması “kötülük.”
Erkek egemen toplumda hep kadınlara atfedilen “kötülük.”
Festivalin açılış gecesi de bu temaya uygun özel bir düzenlemeye sahne olacak.
Shakespeare’in ünlü oyunu Macbeth’in uyarlaması açılış gecesine damgasını vuracak.
Ünlü oyunun bir bölümü sahnelenecek.
Son dönemlerdeki tiyatro rejileriyle isminden sıkça söz ettiren Levent Suner’in imzasını taşıyacak bu uyarlama.
Macbeth’in cadıları ile üç Lady Macbeth’i Feray Darıcı, Ebru Özkan ve Sezin Akbaşoğulları, Macbeth’i de Taner Rumeli canlandıracak.
Gecenin bir çok sürprizi olacak.
13’ncü festivalin açılışı kötülüğe işaret edecek, “kadınların Macbeth”i ile.
Kral Duncan’ı öldürmek için yol alan, merdivenleri çıkan Macbeth seslenecek:
“Kötülüğüm dilde kaldıkça yaşayacak o. Söz, insanda iş yapmak ateşini söndürüyor.”
O gece TRT ekranlarından canlı yayınlanacak.
“Kötülüğün” kaçırılmamasını tavsiye ediyorum.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2010
KİMİ sabahlar, güne başlamak için gereken gücü bulamıyoruz içimizde. Hiç uyanmak istemediğimiz günler bunlar.
Sonrasında da o günlerin her saniyesi, bir kar topu gibi yeni dertlere eklenerek peşimiz sıra koşuyor.
Böyle düştüğümüz günlerde, annemizin dizlerimizdeki çiziklere önce oksijen suyu ardından tentürdiyot sürdüğü yaşları çoktan geçtiğimizi hatırlıyoruz.
Biraz daha umutsuzlaşıyoruz.
Kalkıp yeniden yola devam etmek ne kadar güç oluyor hepimiz için.
Ankara’da sokaklarda yaşayan, kazalar geçiren, bakıma muhtaç hayvanları sahiplendirmek için sürekli çaba harcayan bazı hayvanseverler var.
Bu kişiler, hayatlarından büyük fedakarlıklar yaparak her günlerini bu işe adıyor.
Kimi zaman, büyük çabaların sonunda günlerce, haftalarca bazı hayvanları sahiplendirmeyi başaramıyor ama yılmadan yeniden başlıyorlar mücadeleye.
Kimi zaman küçücük umutlarla ayakta duruyorlar.
Benim en saygı duyduğum taraf da işte bu:
Hiç bitmek bilmeyen bir umut, enerji ve fedakarlıkla her yeni güne yeni bir dirençle başlamak...
Üstelik hiçbir kişisel motivasyon olmadan...
Kendileri için hiçbir şey istemeden, kariyer planlaması, gelir-gider tablosu yapmadan...
Bu sorunun hiç bir zaman tam anlamıyla çözülemeyeceğini bilmelerine rağmen, her bir yaşamı kurtardıklarında yeniden ayağa kalktıklarına şükrederek...
Bakıyorum, bazen haftalarca bir hayvanı sahiplendiremiyor ama yine de yılmıyorlar.
Ya da sahiplendirdikleri bir hayvanı, iki hafta sonra tekrar kapılarında buluyor, gönüllerini teklifsizce açıyorlar.
İşte bu sadakata, bu fedakarlığa şapka çıkarmak gerekiyor.
Çünkü onlar her sabah, dizlerindeki çiziklere kendileri tentürdiyot sürüp yeniden koşmaya başlıyorlar.
Hiç umutsuzluğa kapılmadan.
Kaldırımları da Tadjourah yapsın
BÜYÜKŞEHİR Belediye Başkanı Melih Gökçek, geçen hafta belediyesinin faaliyet raporlarının görüşülmesi sırasında eleştirilere uğradı.
Bu eleştirilerin en önemlilerinden birisi de bitirilemeyen metrolardı.
Gökçek bu eleştirilere yanıt olarak yine 16 yıl önceki borçları göstererek, “Metroyu borçlarınız yüzünden bitiremedik” dedi.
Allah’tan Gökçek, Düyun-u Umumiye’yi bahane edip de “Kaldırımları yapamıyorum, ona da Tadjourah Belediyesi bir el atıversin” demiyor.
Gökçek böyle konuşuyor da, madem 16 yıl öncesinden borçlar var, bundan sekiz sene önce bu metro sistemlerinin ihalesini yapıp, temellerini niye attı?
Eğer bitmeyeceğini bile bile, inşaatların çürüyeceğini görerek bu adımları attıysa kamu kaynaklarını yanlış kullanmış olmuyor mu?
Bu bile en hafif deyimiyle plansızlık, programsızlık değil mi?
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2010
ANKARA bu ayın başında bir modern sanatlar merkezine kavuştu, Cer Modern. Cumhuriyetin ilk yıllarında demiryollarının bakım atölyeleri olarak kurulan mekan, son yıllardaki hızlı çalışmalarla bir modern sanatlar merkezine dönüştürüldü.
Merkez “hızlı” bir açılış yapmışa benziyor.
Açılış için Ebru Özdemir’in kişisel koleksiyonundan Deniz Artun ve Döne Otyam’ın küratörlüğünde bir sergi oluşturulmuş.
Şüphesiz görülmesi gereken bir sergi.
Cer Modern, önümüzdeki dönemde Başkent’in sanat dünyasının iddialı kulvarlarından birisi olacak.
Demiryolu atölyesinden dönüştürülen mekanın, hemen hemen her bölümü özenli, sıcak ve kendisini kabul ettirici gözüküyor.
Sergi salonunun yanısıra en önemli detaylardan birisi, sanatçıların kullanımına sunulacak atölyeler.
Cer Modern’in alt katındaki toplam beş işlik, altışar aylık sürelerle ücretsiz olarak sanatçılara tahsis edilecek.
Tek bir şart var; sanatçıların zaman zaman işliklerini randevuyla ziyaretçilere açmaları.
Yani sanatın üreticisi ile alımlayıcısının buluşması.
Bu Türkiye için yeni bir stil.
Ama gelecek vaat ediyor.
Cer Modern’i, kentin sanat dünyasında kalıcı yapacak olan da buradaki sanatsal üretim olacak bence.
Cer Modern’in içinde oluşturulan “mini kütüphane” ise gerçekten de çalışma iştihanı açacak cinsten.
Açılışındaki “hız”dan kaynaklandığını düşündüğüm “mini” özelliği sanıyorum “şimdilik” böyle.
Hem kurumun yöneticileri, hem de sanat severlerin bu kütüphaneyi sırtlanacağına inanıyorum.
Ancak hemen belirtilmesi gereken bir sorun var; kütüphanenin çalışma saatleri.
Cer Modern’in sanat kütüphanesi sadece hafta içi 10.00 ile 18.00 saatleri arasında hizmet verecek.
Bu durum zaten bizim memleketin sorunlarından biri.
Hem insanların kütüphanelere gitmemesinden yakınırız, hem de kütüphanelerin çalışma saatlerini mesai saatlerine indirgeriz.
Üniversitelerin kütüphaneleri bile genellikle haftasonları kapalı.
Akademisyenleri, öğrencileri ya da meraklıları araştırma yapmak için memur gibi mesai saatleriyle sınırlandırıyoruz.
Bari Cer Modern’in kütüphanesi haftasonları fazla mesaiye kalsın.
Sanatın tarihini koleksiyonla okumak
CER Modern’in ilk sergisinin adı “+ Sonsuz.”
Serginin kuratörleri Deniz Artun ve Döne Otyam, sanat tarihini “koleksiyonerler üzerinden okumayı” öneriyor, kişisel koleksiyonların sanat dünyasını gözlemlemek için laboratuvar niteliğine dikkat çekiyor.
Koleksiyonculuk, çoğu zaman “iz sürme” tutkusuna dayanıyor. Hatta bir “adanmışlık” istiyor. İki kuratör şöyle anlatıyor:
“Bir tek toplayanın bildiği, her yeni eserle sil baştan değişen, var olanlar kadar eksik olanların da belirleyici olduğu meçhul formülü çözmeye, sınıflandırılamaz olanı sınıflandırmaya çalışırken ortaya çıkan tarz, malzeme, renk, kuşak çakışmalarının, karşılaşmalarının uyandırdığı düşünceler sonsuzdur.”
Yazının Devamını Oku