Ateş Yalazan

Doğa hakkını geri alıyor

20 Ağustos 2010
ŞEHİR, bentler, köprüler, arklar, kanallarla örülü; meydanların, sarayların, evlerin, pazarların arasından geçen su kanallarıyla süslüydü. Kanallardaki iki yüz bin kano, yakamoz gerdanlıklar gibi şehri kaplayan kanallarda, şehrin hınzır çocuklarıymışçasına volta atıyordu.
Kuşatma sırasında ilk olarak ormandan içme suyu taşıyan su kemeri parçalandı.
Şehir düştükten sonra saraylar, tapınaklar, evler; bütün yapılar yıkıldı.
Yıkılan binaların molozlarıyla kanallar dolduruldu.
Bütün akarsular, göller toprakla kapatıldı. Sadece fetih sırasında ve sonrasında değil, yüzyıllar boyunca. Üzerlerine binlerce bina dikildi.
“Şehir bugün susuzluktan kırılıyor. Yeraltında su aramak için yapılan kazılar nafile.
Eskiden nehirlerin olduğu yerlerde şimdi caddeler var. Eskiden suyun aktığı yerlerde şimdi otomobiller akıyor.”
Tıpkı 11 yıl önce Marmara’nın biz insanoğlunun akıllılık ettiğini sanarak doldurduğu denizi binlerin canıyla birlikte geri alışı gibi, 1521 yılında Hernán Cortés’in yerle bir ettiği Meksiko’da da şimdi su intikamını alıyor.
Meksiko, Tenochtitlán şehrinin gökyüzünü yansılayan kanallarının yıkıntılarının üstüne kuruldu.
Eduardo Galeano’nun Aynalar kitabında anlattığı Tenochtitlán şehri, bugün Birleşmiş Milletler, tarafından doğal afetler açısından dünyanın en riskli kentleri arasında ikinci sırada sayılıyor.
Tabi ki Meksiko adıyla.
Dünyanın uğraşmak zorunda kaldığı afetler de her geçen yıl artıyor, can yakıyor.
Doğa hakkını geri alıyor.
İşte en son Pakistan, sel felaketinde binlerce evladını yitirdi.
Bunun tek kabahatlisi aşırı yağışlar olabilir mi?
Alın Ankara’yı.
Bir çanak gibi çukurda kalan ama dört bir yandan merkeze akan nehirlerin süzüldüğü o vadiler şehri nerede şimdi?
Nerede yaz sıcaklarında eski Ankaralıların kaçtığı sayfiye bölgelerinden serinliğiyle aşağıya inen akarsu kaynakları?
Kavaklıdere, İmrahor, Bentderesi ve niceleri?
Her yağışta bu kentte vadi yataklarını su basması rastlantı mı?
Son yıllarda Türkiye’nin hemen bütün büyük kentleri, susuzluk krizleriyle boğuşuyor.
Yüzlerce kilometre öteden su taşımak için kanallar kuruyor, kendi rahatımız için başka toprakların suyunu çalıyoruz.
Neden?
Kendi kentlerimizin su kaynaklarını kuruttuk, üzerine binalar diktik; bir de şehirleşme adı altında bunlarla gururlandık da ondan.
Bugün yaşananların bedelini ödeyen bizler, geride bıraktığımız yüzyıllardaki dedelerimizin günahlarını sırtlanıyoruz.
Tıpkı bizlerin de torunlarımıza veya onların çocuklarının omuzlarına yıkacaklarımız gibi.
Peki sizce torunlarımız bizi nasıl anacak?
Yanıtı sizin kendi dedelerinizde...
Yazının Devamını Oku

Metro gelirinin üstü çizilirse

30 Temmuz 2010
SÜLEYMAN Demirel, Türkiye’de çok partili hayatın ilk 10 yılı hariç tamamında yer almış önemli bir siyasi aktör.

Çok kez gidip-gelen Demirel’in “Dün dündür, bugün bugün” sözü küçük çocukların bile diline pelesenk olmuş bir hazırcevaplığın ve günü kurtarma kıvraklığının bayrağı haline gelmişti.
Anlatılır;
Dönemin Başbakanı Demirel’e bir gazeteci soruyor:
“İktidara gelmeden önce, işsizliği üç ay içerisinde bitireceğinizi vurgulamış ve ‘Bunun altını çizin’ demiştiniz. Ben de çizmiştim.”
Demirel yanıtı yapıştırıyor:
“Çıkar kalemini tekrar. Al kağıdı eline, bul o satırları. Şimdi de üstünü çiz!”
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in başta BOTAŞ’a olmak üzere borçları 15 yıldır gündemin ana maddesi.

Yazının Devamını Oku

Tartışılması zor bir konu

23 Temmuz 2010
BAZI konular vardır, onlar üzerine yazı yazmak da, görüş belirtmek de zordur. Hata kaldırmaz konulardır bunlar.
Kelimelerin özenle seçilmesi, anlatılmak istenilenin başka anlamlara kaçamayacak kadar net ifade edilmesi gerekir.
Genelev tartışmaları da bu konulardan birisi.
Yıllardır sadece Ankara’da değil, Türkiye’nin dört bir yanında gündem başlıklarından birisi oldu.
Kapatılması tartışmaları genelde hareretli ve bol hakaretli geçti.
Devletin denetiminde genelev açılması zaten tartışmalı bir konu.
Genelevlerde kadınların insanlık dışı şartlarda çalıştığı da bir gerçek.
Genelev mantığının erkek egemen toplumun acımasız bir yankısı olduğu da reddedilemez.
Üstelik genelevler, buralarda çalışmak üzere bir şekilde “kadın temin edilmesi” nedeniyle hukuksuz bir alana yaslanma ihtimali de yüksek bir yapılanma.
Ankara da, Bentderesi’ndeki genelevin yıkılması konusunu uzun yıllardır tartışıyor.
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, göreve geldiği ilk günlerden bu yana genelevin yıkılması için büyük çaba harcadı.
Nihayet, önceki gün de genelevdeki binalardan bazılarına ilk kepçe vuruldu.
Artık tartışma, genelevin yıkılıp yıkılmaması konusunun ötesine geçti.
Hukuken genelev, kişilerin mülki amire başvurusu neticesinde Zührevi Hastalıklar ve Fuhuşla Mücadele Komisyonu’nun incelemesi ve onayı neticesinde açılabiliyor. Tabi yine aynı mülki amirin onayıyla.
Dolayısıyla yıkılan genelevlerin sahipleri yeni bir başvuru süreci başlatabilir.
Ancak işin hukuki boyutunun yanısıra sosyolojik boyutu es geçilmemeli.
Uzun yıllardır sürdürülen tartışmalarda sadece “nefis köreltme” ya da “kapatılırsa kentte tecavüz olayları artar” gibi sığ argümanlarla ele alınan sosyolojik boyut artık akademik incelemelere muhtaç.
Günümüz dünyasında genelevlerde çalışan kadınların sorunlarının tespit edilmesi ve oralarda çalışmaktan vazgeçmeleri halinde onlara yeni bir yaşamın kapısını aralayacak çalışmaların, projelerin geliştirilmesi gerekiyor.
Bu projelerle ilgili hukuken mecbur olmasalar bile yerel yönetimlerin sorumluluk üstlenmesi gerekiyor.
“Ben yıkarım gerisine karışmam” şeklindeki bakış açısı hukuken doğru gibi gözükse de yönetim sorumluluğuyla bağdaşmıyor.
Öte yandan genelevlerde çalışan kadınların ne kadarının başka bir yaşamı arzuladığı üzerine nesnel tespitlerde bulunmak tabi ki güç.
Ancak en azından onlara böyle bir kapıyı açacak projelerin neler olabileceği üzerine çalışmaların biran önce başlatılması gerekiyor.

İsmet Behiç’in “Soru”su

İSMET Behiç isimli bir okurum, mektup göndermiş.
Hem eski Ankara’yı a(r)nıyor, hem de hayatla muhasebesini kent üzerinden kurguluyor.
“Soru” başlığını verdiği yazısını, akıcı ve güzel dili nedeniyle paylaşmak istedim:
“Bir anlam arayışı. Sabah radyoda müzik dinlerken, müziğin nasıl bir şey olduğunu hala anlayamadığımı fark ettim. İnsanın doğrudan içine dokunan bir el gibi. O bambaşka bir şeylerin, şu yaşadıklarımızdan başka şeylerin varolduğunu geçmişten bölük pörçük bir anı gibi hatırlatıyor ve sonra biz yine unutuyoruz.
Müzikle sokakta karşılaşabilirdik eskiden, sokak konserleri, eline gitarını alıp sokaklarda çalan gençler, Karanfil’de Konur’da resim yapan insanlar var mıydı gerçekten? Biz de iki tıngırdatmış mıydık açık havada tellerimizi? Çok şey mi özlediğim? Unuturum o zaman.
Koca bir şehrin bir meydanı olmaz mı? Kasaba meydanı diye bir söz vardır oysa. Sokağa çıkmak lazım ama bu şehrin sokaklarında ne var? Kırık kaldırımlar, toz, yüzü gülmeyen ve hiç gülmeyecek gibi görünen bir halk. Sokakta hayat bir işporta tezgahı.
Bu yüzden kafelerde çok vakit geçti, geçiyor. Güzel kafeleri oldu bu şehrin, güzel sinemaları. En güzelini kapattılar, kapattık. Sinemada patlamış mısırın, ko nuşmanın, tacoların kural değil ayıp olduğu zamanlarda jeneriğinin sonuna kadar kalkmayan bir kalabalıkla izledik filmleri. Yine de çok sevgili Ada’cım şöyle diyor annesine, inatla sonuncu olarak terk ederken salonu:
“Ne çok insan çalışmış değil mi anne?”
Bulvardan aşağıya yürüyelim mi bir ara, sohbet ede ede o büyük ağaçların gölgesinde. Ölecekler zira yakında. Ne yazık ki tek sıra yürüyeceğiz. Ancak o kadar yer kaldı. Arada yola çıkmamız gerecek evet. Şehrin ortasından geçen otoyola.
“Bu hayat bir maçtı, kaybettik, önümüzdekilere bakacağız” mı olacak son cümle? “Evet! Ne yapıyoruz şimdi” mi?”
Yazının Devamını Oku

Tiryaki Socrates’in derslik demokrasisi

16 Temmuz 2010
SOCRATES Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira... Yeşil sahalardaki adıyla Doktor.
Brezilya’nın Pele’den sonra belki de en önde gelen futbol devlerinden.
Futbol oynadığı günlerde bile günde iki paket sigara içen, içkiye düşkün bir sporcu.
Dünyada bir çok futbolcunun aksine, top koşturduğu yıllarda okuyarak kazandı tıp doktoru diplomasını. Ardından durmadı, felsefe doktorasına da imza attı.
Topuk paslarıyla meşhurdu, bir de gözleri kapalı forvetin ayağına attığı toplarla.
İki dünya kupasında Brezilya’nın takım kaptanlığını yaptı.
Ama Socrates’i ne tiryakiliği, ne de pasları günümüze taşıdı. Onu unutulmaz kılan, Corinthians’ın demokrasi lideri olmasıydı.
Brezilya uzunca bir süredir askeri diktatörlük tarafından yönetiliyordu.
Toplam altı sene top koşturduğu takımda Corinthians Demokrasisi adıyla bir hareket başlattı.
Ülkenin içinde bulunduğu siyasi koşullara inat takımında demokrasiyi savunuyordu.
Antrenman saatlerinden, ne zaman yemek yenileceğine, her karar oylama yapılarak ortaklaşa alınıyordu.
Üstelik sadece oyuncular değil, masöründen teknik kadrosuna kadar herkesin katılımıyla.
Socrates, demokrasiyi futbolun içine sokarak, demokrasi ahlakının, hayatın bir parçası olduğunu gösterdi.
Ankara çok uzunca bir süredir demokrasi konusunda ard arda sınıfta kaldığı Meclis toplantıları yaşıyor.
Büyükşehir Belediye Meclisi, Başkan Melih Gökçek’in önderliğinde Denetim ve İmar komisyonlarına muhalefetten üye seçmemek için demokrasi üstü bir çaba harcıyor.
CHP hakkı olan komisyon üyelikleri için aday gösteriyor, Gökçek ve arkadaşları aday gösterilen kişileri değil başka CHP’lileri seçiyor. CHP’liler istifa ediyor, bir sonraki toplantıda aynı trajikomik durum tekrarlanıyor.
Oysa CHP, bu teknik komisyonlarda partiyi temsilen konularında uzman isimlerin görev yapmasını istiyor. Aslında Gökçek yıllardır Denetim Komisyonu’nu muhalefete açmamak için elinden geleni ardına koymuyor. Bundan iki yılı aşkın süre önce de bu komisyonlarda durum farklı değildi.
Son olarak CHP, Denetim Komisyonu’na istediği üyeyi aday göstermesi yönünde yargı kararı aldı. Bu kararın İmar Komisyonu için de geçerli olacağını savunuyor CHP’liler.
Gökçek ise kararın sadece Denetim Komisyonu için geçerli olduğunu öne sürerek sahip olduğu çoğunluğa yaslanarak konuyu “Hukuk ve Tarifeler Komisyonu”na havale ediyor. Komisyon nasıl bir hukuki karara varacak hep beraber göreceğiz.
Ancak şundan emin olabiliriz ki, Gökçek, muhalefeti komisyonlara almamak için mutlaka yeni yollar deneyecektir.
Socrates’in demokrasi hamlesini başlattığı 1980’li yıllar askeri darbenin ardından Gökçek’in de siyasete soyunduğu yıllardı.
Brezilya’da eşitlikçi yapı, bir futbol takımında bile hayata geçerken, belediyenin bir komisyonunda muhalif üyelere tahammül edemeyen Gökçek’in demokrasi anlayışı sorgulanmalıdır.
Tabi eğer esas korku, bu komisyonlarda muhalefetin dikkatinden kaçırılmak istenen konuların varlığı değilse.

Köpekler de ağlar

KÖPEKLERİN gözyaşı dökerek ağlamadıklarına inanılır.
Bilimsel karşılığını bilmiyorum. Ama tecrübeyle biliyorum ki, köpekler de ağlar.
Sahipleri tarafından terk edilen bazı köpeklerin intihar ettiği bile anlatılır.
İnternette sahibi tarafından terk edilen bir teriyerin ağladığı görüntüyü izledim. Görüntünün altında, “Ailesi tarafından sokağa atılan terrier... İki gün boyunca hep ağlamış. Ağlamaktan gözleri kızarmış” yazıyordu.
Gün geçmiyor ki sahipsiz bir hayvana ilişkin kahredici bir haber gelmesin.
Ya kürdanla, çiviyle gözlerini kör ediyorlar, ya arabayla çarpıp yol ortasında terk ediyorlar.
Kedi Havuç, bulunduğunda tek gözü dışarıdaydı. Diğer gözüne ise dikenler batmıştı. Çok uzun tedavilere rağmen kör kaldı. Şimdi bir sahip arıyor.
Hayvanseverler için sahipsiz hayvanları sahiplenmenin önündeki en büyük engel sanırım korku.
Kimi zaman ona bakabilme korkusu. Ya da onu çok sevip kaybetme korkusu.
Oysa olması gereken, onun aslında çok daha erken bitebilecek yaşamına günler katabilmenin vereceği mutluluk.
Tıpkı sizlerin yaşamınıza katabileceğiniz her bir güzel günün kutsallığı gibi.
Biz korunaklı evlerimizde otururken, bahçede havladığı için belediyelere şikayet edilip “her ne şekilde olursa olsun” etkisiz hale getirilmesi istenen köpekler...
O korunaklı evlerimiz depremde yıkıldığında, enkazın altındakileri kurtarmak için yine medet umduğumuz köpekler...
La Fontaine masallarındaki gibi konuşturabilseydik köpekleri, acaba bizleri enkazın altından kurtarmak isteyip istemeyeceklerini bilebilir miydik?
Kimbilir belki de enkaz altındayken, yaşanabilecek tek bir günün bile kıymeti daha iyi anlaşılıyordur. Tıpkı, yol kenarında bir arabanın çarpıp da, yedi saat kurtarılmayı beklerken olduğu gibi,
Televizyon ekranlarında maharetli sevimli, tatlı köpekleri seyredip gülümsemek yetmiyor. Sokak hayvanları için hayıflanıp ardından rahatça uykuya yatmak da...
Sorumluluk duygusuyla, her canlının yaşamına saygı duymayı öğrenmek gerekiyor.
Ki sokakta yaşayanlar zaten bir kelebek ömrüne sahipler. Soğuk kış günlerinden çıkıp çıkamayacakları bile meçhul.

Şiki şiki baba

ULAŞTIRMA Bakanlığı ayakta yolcu alan dolmuş ve otobüslere kesilmesi gereken 60 TL’lik cezanın düşürülmesi için çalışma başlatmış.
Başbakan Tayyip Erdoğan da şoför esnafına sorunun çözüleceği sözünü vermiş.
AKP Ankara Milletvekili Faruk Koca da cezanın 15 TL’ye düşürülmesi için kanun teklifi vermişti.
Bunun anlamı şudur:
Dolmuşlar, otobüsler, istedikleri kadar yolcuyu balık istifa taşısınlar, dişe dokunur bir ceza da ödemesinler.
Modern ulaşım sistemlerinde zaten dolmuş diye bir şey yok. Haydi madem hala bu konuda fersah fersah geriden geliyoruz, bari insanları alt alta üst üste dolmuşlara tıkıştırmayın.
Bu işin sonu Kemal Sunal’ın “Şiki şiki baba” durumuna döner. Hani “Atla gel Şaban” filminin unutulmaz dolmuş sahnesindeki gibi.
Oldu olacak hükümet, dolmuşlarda “Şiki şiki baba” şarkısını zorunlu tutsun. Filmdeki gibi, dolmuş başına da kokan bir adam ile dedikodu yapan yaşlı kadın şartı getirsin.

sorumsal

Ankara Sanayi Odası’nın yeni binasının altında garajı dururken, neden lüks araçlar kaldırıma park ediliyor?

Atatürk Bulvarı’ndan yaya yürümek, genç kuşak için Pompei’ye ilişkin bir efsaneyi okumak gibi tarihin sarı sayfalarında mı kalacak?

Sokakların sanki bulvarmış gibi kullanıldığı trafik düzenlemesi acaba bir gün tarihe karışacak mı?
Yazının Devamını Oku

Taksi şoförlerine güvence müjdesi

2 Temmuz 2010
GEÇEN hafta taksicilerin sosyal güvence sorununa ilişkin yazının ardından Ankara Umum Otomobilciler ve Şoförler Esnaf Odası Başkanı Mehmet Yiğiner bir mektup gönderdi.GEÇEN hafta taksicilerin sosyal güvence sorununa ilişkin yazının ardından Ankara Umum Otomobilciler ve Şoförler Esnaf Odası Başkanı Mehmet Yiğiner bir mektup gönderdi.Taksi şoförlerine güvence müjdesiGEÇEN hafta taksicilerin sosyal güvence sorununa ilişkin yazının ardından Ankara Umum Otomobilciler ve Şoförler Esnaf Odası Başkanı Mehmet Yiğiner bir mektup gönderdi.

Yiğiner, bu sorunun sadece Ankara’da değil, Türkiye’nin bir çok ilinde yaşandığını vurguluyor, “Ülkemizde milyonlarca şoförümüz taksilerde, kamyonlarda, otobüs ve minibüslerde herhangi bir sosyal güvencesi olmaksızın zor şartlar altında çalışmaktadır” diyor.
Başkanın verdiği bilgiye göre geçmişte bu şoförler esnaf statüsünde değerlendirilerek Bağkur güvencesi ile çalışıyordu. Ancak daha sonraları yapılan yasal düzenlemelerle bu haklarını kaybettiler. Yiğiner şöyle diyor:
“Bu insanların bir sosyal güvencelerinin olması gerektiği ise tartışılmazdır. Fakat buradaki en büyük sorun şudur. Bir ticari araçta birden fazla şoför çalışmaktadır. Her birinin mevcut sigorta pirimleri üzerinden sigorta yapılması araç sahiplerine çok ciddi miktarda bir maddi külfet getirmektedir. Zaten gelirleri ciddi manada azalan araç sahiplerinin diğer giderlerinin yanı sıra bir de bu şekildeki bir sigorta yükünü taşıması mümkün değildir.”
Ankara Şoförler Odası bu konuda bir çalışma yürütüyor.
Bu çalışmaya göre “şoför esnafına özel tıpkı çiftçiler ve avukatlarda olduğu gibi düşük primli bir sigorta sisteminin hayata geçirilmesi” amaçlanıyor.
Oda, bunun için Maliye Bakanlığı ve sosyal güvenlik kurumları nezdinde baskısını sürdürüyor. Yiğiner, “Bu hususlarda gelişme sağlanması durumunda şoför esnafımız kayıt altına alınacak, kayıt altına alınan her şoförümüz sosyal bir güvenceye kavuşacak ve araç sahiplerimiz de mağdur edilmeyecektir” diyor.
Yiğiner’in bu haberi maaşlı çalışan taksici esnafı için umut verici bir müjde niteliği taşıyor.

Yazının Devamını Oku

Taksicilerin güvence sorunu

25 Haziran 2010
BAŞKENT’te oldum olası bir sorundur taşımacılık. Bu sorunun alt dalları bulunuyor tabi ki. Bunların başında da taksi sorunu geliyor.
Yıllardır yazılır, çizilir.
Türkiye ile Avrupa’nın taksicileri karşılaştırılır.
Eğitim seviyeleri, nezaketleri, yol bilgileri yerden yere vurulur bizim şoförlerin.
Doğrudur üstelik bunların bir kısmı da.
Şoförler Odası yıllardır taksi şoförlerine bir dizi eğitim verir.
Onları sertifikalandırmaya çalışır.
Bunların ne kadar başarıya ulaşıp ulaşmadığı genelde bireysel tecrübelerin konusudur.
Onun dışında yapılmış kapsamlı bir araştırma duymadım.
Ama bir yönü vardır ki konunun herkes teğet geçer.
Başta Ankara olmak üzere bir çok büyük şehirde araçlardaki plakaların sahipleri ile o araçların direksiyonunu sallayanlar farklıdır.
Özellikle gece yarılarından sabahın ilk ışıklarına kadar çalışanlar araç sahibi değildir.
Peki taksi plakalarının rayicinin bu kadar yüksek olduğu bu kentte, acaba günlük yövmiyeyle çalışan bu şoförlerin herhangi bir sosyal güvencesi var mıdır?
Geçenlerde bir taksinin şoförü, aslında uzun yol kamyonlarında çalıştığını, zaman zaman bir arkadaşına yardım etmek için taksi işine çıktığını anlattı.
Aslında yardım etmeye çalıştığı arkadaşı değil, onun eşi ve çocuklarıydı.
Çünkü arkadaşı bir geceyarısı taksici cinayetlerinden birine kurban gitmişti.
Geride çalışmayan bir eş ve üçü okul çağında olan dört çocuk bırakmıştı.
Anlattığına göre şoför bir başka arkadaşıyla birlikte zaman buldukça taksi işine çıkıyor, mazot hariç hasılatı da vefaat eden arkadaşının dul eşine ve çocuklarına veriyordu.
Cinayete kurban giden şoförün adını bilmiyorum.
Olayın doğru olup olmadığını da.
Ama bence bu noktada çok da önemli değil. Önemli olan bu ülkede binlerce kişinin güvencesiz biçimde, üç otuz paraya, değeri milyona yaklaşan taksilerde sabahlara kadar direksiyon sallıyor olması.
Biliyoruz ki, bu kentte bir çok taksi ağası var.
Ve bir çok taksi plakasına sahip bu ağalar genelde ya hiç çalışmıyor ya da gündüzleri zevk için arada sırada trafiğe çıkıyorlar. Daha çok, taksi plakalı araçlarında güvencesiz, sigortasız şoför çalıştırıyorlar.
Peki bu duruma müdahale etmek için Şoförler Odası herhangi bir şey yapıyor mu?
Yapılsa hiç durum böyle olur muydu dersiniz?
Yazının Devamını Oku

Buçuklu yaşamlar

18 Haziran 2010
BİR gazetenin Ankara gece sorumluluğu ağır bir iştir. Hem temposu, hem sorumluluğu, hem de çalışılan zaman dilimi zorlar insanı.
Yaşam hep buçuklu geçer gececiler için.
Buçuklu çalışırsınız. Hiç tamamlanamazsınız.
Günün buçuğu, gecenin buçuğu, gündüzden size devredilen haberin buçuğu...
Aslına bakarsanız, yaşamın buçuğu...
O buçukluk duygusunu tamamlamak için gündüzleri bile gelirsiniz gazeteye. Geceleri bomboş görmeye alıştığınız büronun kalabalıklığından ürkersiniz kimi zaman.
Bu öyle bir koşturmacadır ki, gündüzki tempoya benzemez. Süreler çok daha kısadır, haberler de bir o kadar uzun.
Çare yoktur ama, haber yetişecek, gazete dönecektir.
Bazı kış aylarında güneşi göremediğiniz günler olur.
Ankara gecelerinin usta gazetecileri hep hatırlanır...
Rahmetli Mehmet Taygan, Süleyman Demirkan, Yaşar Önel, Oğuzhan Şahin ve daha niceleri...
Ya da yıllar önce gece görev başındayken bir sarhoşun neden olduğu kazada yaşamını yitiren genç muhabir arkadaşımız Ogün Özdemir.
Gece çalışanlar daha bir kalender olur, daha bir dingin, mutedil.
Behzat Miser, orta yaşına rağmen taşıdığı çocuk kalbiyle ayrıldı aramızdan.
Dört yıldır gece sorumluluğunu yürütüyordu Radikal’in.
Kalenderdi, dingin, mutedil...
Ama haber konusunda da bir o kadar heyecanlı...
ÇGD’nin Ankara şube yönetiminde beraber görev yapmıştık.
Beraberdik ama en çok o koşturdu, çabaladı, hepimizin yükünü sırtladı.
Bu mesleğin en sıkıntılı anlarını da yaşadı, ödüllerini de kazandı.
Basın emekçisi kimdir, nasıldır derseniz, “Behzat’tır” derim.
O da buçuklu yaşayanlardandı, buçuklu bıraktı.
Gülen gözlerini, haber anlatırken heyecandan titreyen sesini hiç unutmayacağım Behzat’ın...

Gökçek’in açıklaması var mı?

NAZIM Hikmet’in isminin bir caddeye verilmesi kararının üzerinden 16 ay geçti.
Melih Gökçek yönetimindeki Büyükşehir Belediyesi seçim öncesi son sürat kararını aldı ama uygulamasını yapmadı.
Konu geçen hafta Belediye Meclisi’nde gündeme geldi.
Gökçek hiçbir açıklama yapmadı.
Ankara Hürriyet muhabiri Deniz Gürel konuyu Gökçek’e sorduğunda “Bu konuyu yazılı soru önergesiyle yanıtlayacağım” dedi.
Hemen her konuda açıklama yapan Gökçek’in bu konudaki tutumu enteresan.
Gökçek eğer 16 ay önce Nazım üzerinden siyaset yapmadığını göstermek istiyorsa mutlaka bir açıklama yapmalı.
Kimbilir, belki de diyecek bir sözü olmadığı için açıklama yapmıyordur.

sorumsal

Acaba Melih Gökçek, tamamlamayı başaramadığı metroları Ulaştırma Bakanlığı bitirirse, açılış törenine katılacak mı?

Metrolarda “Son istasyon Kızılay” anonslarının sesinin sahibi, hiç metroya binip kendi sesini dinliyor mudur?

Nazım Hikmet Caddesi konusunda Büyükşehir Belediyesi daha ne kadar kulağının üstüne yatacak?
Yazının Devamını Oku

Hiç unutmayalım

11 Haziran 2010
GENÇ gazeteciler için çok kıymetli bir vesikadır sarı basın kartı. Hatırlıyorum, basın kartını cebime koyduğumda ilk onu aradım.
“Hemen bekliyorum” dedi, “öğle yemeğini kaçırma.”
Çünkü o kartla Meclis’e ilk kez gazeteci olarak girebilecektim.
Kemal Saydamer, o sıralar Parlamento Muhabirleri Derneği’nin başkanıydı. Aynı zamanda Hürriyet Gazetesi’nin Parlamento Büro Şefi.
Beni Basın Bürosu’nun dış kapısında karşıladı. Her zamanki gibi çok şıktı. Boynunda bir fular, üzerinde gri ince çizgili bir takım elbiseyle, gülümseyerek beni bekliyordu./images/100/0x0/55eaa9b3f018fbb8f88ebc4b
Araçtan indiğim anda hemen kolumdan tutup üyeler lokantısına götürdü.
Onunla bir sofrayı paylaşmanın keyfine doyum olmazdı. Hele siz de onun gibi iştahlıysanız, o o yemeğin bir resitale dönmesi kaçınılmazdı.
Onun rahmetli Barış Selçuk ile birlikte, restoranlarda yedikleri her yemekten sonra mutfağa gidip aşçıları tek tek tebrik ettiği hala anlatılır.
Ben gece nöbetçisiyken bir saatliğine beni kaçırıp Arjantin Caddesi’nde Ali Usta’nın özel pizzaları, makarnalarından oluşan hızlandırılmış akşam menüsü oluşturmasını unutmuyorum.
Meclis’teki yemeğin ardından bana muhteşem bir parlamento gezisi yaptırdı.
Tüm detayları tek tek anlattı. Sorduğum acemi soruların herbirini, üstelik keyifli anekdotlarla süsleyerek, hiç gocunmadan ayrıntılarıyla yanıtladı.
Gezi sırasında fark ettim ki, stenografından bürokratına, danışmanından milletvekiline kadar herkes büyük bir saygı gösteriyor, o da nezaket sözcükleriyle hepsinin gönlünü alıyordu.
Türk siyasi yaşamının hemen her dönemini, İsmet Paşa’dan, Bülent Ecevit’e, Turgut Özal’dan Erdal İnönü’ye, Süleyman Demirel’den Tansu Çiller’e bir çok liderin dönemini, meclis teammüllerini de açıklayarak anlattı.
Genel Kurul salonunu benim için açtırdı, salonu tüm detaylarıyla tanıttı.
Sonra yeniden beni arabaya kadar yolcu ederek uğurladı.
Yıllar sonra kısa bir süre de olsa Meclis’te birlikte çalıştık.
Son gününde, basın koridorunda karşılaşmıştık. Sıcaklardan şikayetçiydi, ayak üstü laflayıp ayrılmıştık.
Onu Meclis’ten son yolculuğuna uğurladığımız gün düzenlenen törende sunumları yapan gazeteci dostum Ünsal Ünlü’nün konuşurken sesinin nasıl titrediğini hala hatırlıyorum. Gazetecisi, personeli, milletvekili ve başkanıyla selam durmuştu tüm Meclis Kemal Abi’ye.
Üzerinden dört koca yıl geçti.
Geçen pazar günü dördüncü ölüm yıldönümüydü aramızdan ayrılışının.
Hala Cinnah Caddesi’ndeki eski büromuzun toplantı odasında pazar günleri, biz gençleri toplayıp yaptığı keyifli sohbetleri arıyorum.
Tanıdığım en centilmen, en nazik, en şovalye ruhlu insanlardandı.
Tek konu hariç, Fenerbahçe...
Söz konusu Fenerbahçeyse, “gerisi teferruat”tı onun için.
Tüm bunları neden mi anlatıyorum?
Çünkü Kemal abi, o yıllarda henüz bir kaç yıllık gazeteci olan bir genci kapılarda karşılayıp, saatlerce Meclis’i gezdirecek kadar mütevazı, genç kalpli, pamuk gönüllü bir gazeteci abimizdi.
Çok erken kaybettik, hiç unutmayalım istiyorum.
Yazının Devamını Oku