22 Nisan 2011
“ANKARA’da trafik ciddi bir sorun.”<br><br>Bunu ben demiyorum.
“Toplu taşımada geri kaldı. Koskoca bir sorun.”
Bunu da ben demiyorum.
“Şimdiye kadar metro altyapısının çoktan tamamlanması gerekirdi.”
Bunu da...
“Metro yapılmadan Ankara’nın sorunu çözülmez.”
Bütün bunların benzerlerini defalarca kez yazmış bir gazeteci olarak bu sefer ben değil, AKP Milletvekili Zafer Üskül söylüyor.
Habertürk’te geçen hafta yayınlanan röportajında bu tespitleri yapmış Üskül.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2011
HUKUKEN bilmem ama, kadına saldırının “hafifletici bir sebebi”nin vicdan terazisinde yerinin olamayacağını düşünüyorum.
Her geçen gün, kadınlara, özellikle eski eşlere yönelik şiddet artıyor.
Kadına yönelik şiddetin gerisinde, geleneksel toplumsal yapı tarafından içkin kabullenmenin, hatta desteğin çok büyük rolü var.
Ayşe Paşalı katliamının ardından yine bu hafta Ankara’da Behice Ç. eski eşi tarafından 18 yerinden bıçaklandı. Kızı, defalarca kez devlet koruması istediklerini söylüyor.
Bu noktada devlet koruması tanımının yanlış algılandığını vurgulamak gerekiyor. 4320 sayılı Ailenin Korunması Kanunu, şiddetin bildirilmesinin ardından bazı “koruma tedbirleri” öngörüyor. Bunların arasında yanlış anlaşıldığı gibi “fiili olarak bir kişinin koruma olarak verilmesi” bulunmuyor.
Ancak, tehdit oluşturan bireylerin, tehdit altındaki kadın veya çocuklara belli bir mesafeden fazla yaklaşması mahkeme kararıyla yasaklanabiliyor. Onun takibinin yapılıp yapılmadığı ayrı bir araştırma konusu.
Behice Ç. olayında yargının böyle bir yolu tercih edip etmediğini bilmiyoruz.
İşin olay öncesi hukuki kısmı böyle.
Ancak bir de sıkça rastlanan saldırı sonrası “hafifletici sebepler” var ki, bu tür olaylarda her duyduğumda Yiğit Özgür’ün “tepsi müdafa” ve “hafifletici sepetler” karikatürü geliyor aklıma.
Kadına yönelik şiddetin işte ancak “hafifletici sepetleri” olur diyorum kendi kendime, herhangi bir sebep kabul edilemez.
Birgün Gazetesi’nden Esra Koçak, saldırıya uğrayan Behice Ç. ile konuşmuş. Gazetecilik açısından başarılı saydığım bu haberin satır aralarında yine o belalı namus tanımına geliyoruz.
Saldırgan eski eşin “onu namus için bıçakladım” sözlerine savunma getirmek durumunda kalmış Behice Ç.
Ancak bu içi kof, kokuşmuş namus tanımlamasına da itirazı var Behice Ç.’nin. “Öldürülmem için yeterli bir neden mi?” sorusunu yöneltiyor haklı olarak.
İşte şiddeti uygulayanların “namus” sığınması, sadece adaletin gözünde değil, toplumsal çevrenin gözünde de sözde “haklı görünme” çabasından kaynaklanıyor.
Kadınlara yönelik şiddetin azaltılmasının yolu da bu tür, “namus, tahrik” gibi izafi tanımlara toplumun prim vermemesinden geçiyor.
Kadına yönelik şiddeti engellemenin ayaklarından biri hukuki düzenlemeler...
Ama diğeri de toplumun olumsuzlaması. Kadına yönelik şiddeti “her ne nedenle olursa olsun” reddetmeyen bir toplumda cinayetlerin önüne geçmek güç gözüküyor.
Bunun yolu da sistemli ve çağdaş bir eğitimden geçiyor.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2011
OSTİM’deki felaketle ilgili bir tanığın “vicdan muhasebesi”nin ardından yaptığı itirafları önceki gün Deniz Gürel’in kaleminden Ankara Hürriyet’te okudunuz.O haberi sayfaya yerleştirirken fotoğraf arşivini taradım. O sırada hayatın ritmi yüzüme çarptı kendisini bir kez daha.
Önce en canlı patlama fotoğrafları çıktı karşıma. Alevler, yıkıntılar, molozlar, can pazarı...
Ardından sivil savunma ekiplerinin çalışmaları ve ceset torbalarında çıkarılan cenazeler.
Sonra devlet erkanının resm-i geçidi vardı.
Bakanlar, vali, belediye başkanları, milletvekilleri, parti genel başkanları...
Ardından adli tıp önündeki otopsi öncesi görüntüleri.
Sonra cenazelerin kaldırılışı.
Ve geride kalan çocuklar, eşler, anneler babalar, dostlar, kardeşler...
Yani geride kalan yaşam.
Hemen hemen tüm felaketlerde bu kronoloji böyle.
İster maden göçüğü olsun, ister uçak kazası, ister hızlandırılmış tren faciası, ister öğrencileri taşıyan tabut gibi bir servis...
Geriye yaşamlar kalıyor, içinde kocaman kocaman boşlukların yankı yaptığı.
Toplumsal belleğin zayıflığı da o büyük boşlukları genişletiyor, çıldırtıcı yankıları çarpıştırıyor içinde.
Ve bizler, geride kalanların kor gibi alevlenen yüreklerini bir nebze de olsa serinletebilecek her adımın uzağına düşüyoruz.
Çok değil bundan bir ay önce açıklanan itfaiye raporunda ne söyleniyordu?
“İş yerlerinde muhtelif miktarlarda bulunan LPG tüplerinden teknik bir arıza veya kaza sonucu ortama yoğun bir şekilde gaz çıkışının olması, belirlenemeyen bir ısı kaynağından çıkan alev veya kıvılcımla da ortamda sıkışan gazın parlaması ve patlaması...”
Sürpriz tanık M.C. ne söylüyor peki ifadesinde?
“Patlamadan bir gün önce, Fimak Optik, Özkanlar ve Metsan firmaları bizden oksijen istedi. Daha önce sıkıştırılmış doğalgaz (CNG) doldurulan tüplere oksijen doldurup teslim etmemi söylediler. Ellerinde oksijen tüpü yoktu.”
Şimdi ortada iki ayrı iddia var.
Eğer bu ifade doğruysa itfaiye raporu nasıl öyle çıktı?
Ancak bunların açıklığa kavuşturulması o kor gibi yanan yüreklere küçük de olsa bir nefes aldırabilecek.
Felaketten bu yana tüm yetkililerin yaptığı tek şey var, birbirlerine suçlamak, sorumluluğu üstlenmemek.
Nazım Usta’nın -ki kayda geçirmekte fayda var, hala tutulmadı verilen sözler, hala verilmedi ismi bir Ankara sokağına- meşhur dizesindeki gibi:
Ben / senden önce ölmek isterim. / Gidenin arkasından gelen / gideni bulacak mı zannediyorsun?
Arkada kalanlar için birileri sorumluluk üstlensin.
Bu ülkede ölümün de yaşamın da kronolojisi ihmaller, acılar, işbilmezliklerle yazılıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2011
ANADOLU Ajansı’ndan Seval Ocak Adıyaman’ın bir haberi geldi. Habere göre, İzmir’de belediye ile TCDD’nin ortaklaşa yürüttüğü Egeray projesi, Gaziantep ve Konya Büyükşehir belediyeleri için bir hareket fişeği olmuş. Her iki belediye de TCDD Genel Müdürlüğü’ne başvurarak benzer sistemlerin kendi kentlerine yapılmasını talep ediyor.
Bursa’da da şehrin doğusu ile batısını birleştiren raylı sistemde yenilemeler yapılıyor. Bursa’daki vagonlarda klimalı sisteme geçiliyor.
Oysa Ankara’da yeni hiçbir şey yok.
Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in 15 senede başaramadığı metro hatlarının inşası için 2009 yılında Başbakan Tayyip Erdoğan devreye girmiş ve bu hatları Ulaştırma Bakanlığı’nın tamamlayacağı vaadinde bulunmuştu.
Seçimlerin üzerinden geçen hafta itibariyle tam iki yıl geçti.
İktidar AKP’li...
Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek AKP’li.
TBMM’de AKP’nin farklı üstünlüğü var.
Büyükşehir Belediye Meclisi deseniz orada da tablo farklı değil.
Metroya itiraz eden yok, herkes destek halinde.
Fakat iki yılda çoktan başlamış ve yarılanmış olması gereken metro projeleri olduğu gibi ortada duruyor.
Hükümetin başında, bürokratik süreçlerden şikayet ederek iktidarını perçinlemiş bir başbakan var.
Ama Ankara’daki metro beceriksizliği bir türlü aşılamıyor.
Başka kentlerde raylı sistemler tamamlanmış bir de üstüne iyileştirmesi tartışılıyor, Ankara’da hala yol alınamadı.
Aslında bürokratik olarak bir kaç haftada aşılabilecek aşamaların hepsinin tamamlanması iki yıl sürdü.
Eskiden parasızlıktan şikayet eden Gökçek’in önüne hükümet para koydu, hala metro inşaatlarına başlanamadı.
Son haberlere göre devir, bir tek Gökçek’in imzasına kalmış durumda.
Acaba başkan kaç zamanda tamamlar imzasını?
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2011
FOTOĞRAF izlemeyi hep sevmişimdir. AFSAD’ın Kızılay’daki eski binasının terasında geçirdiğimiz muhteşem günlerden beri...
Varlığıyla mutluluk veren dostum Serdar Atay’ın bizlere fotoğrafı anlatmaya çalıştığı o günlerde Levent, Emre, Olgu ve Barış ile birlikte ucuz olduğu için aldığımız sarma filmlerle geçiyordu ömrümüz.
Ardından gelen yıllarda Emre’nin, apartmanın kömürlüğünde kurduğu karanlık oda, lisede okulu kırdığım günlerin vazgeçilmez adresiydi.
Saatlerce agrandizörün başında, saniye hesaplarıyla pozladığımız bir yaşam kesiti...
Levent ile birlikte Burhaniye Festivali’nde peşinde koştuğumuz kareler...
Sonra gazeteciliğe ilk başlarken, Ümit Sezgin’in “Fotoğraf makinen var mı?” sorusuna Emre’nin Canon AE1’ini düşünerek hızla verdiğim “Evet” yanıtı...
İnternetin önümüze açtığı engin sanal deniz, bu zevkimin sınırlarını da yıllar önce hayal dahi edemeyeceğim kadar genişletti.
Fotoğraf sanatçılarının amatörlerinden, profesyonellerine kadar binlercesinin yaratıları, uçsuz bucaksız bir dünya gibi uzanıveriyor önünüzde.
Örneğin Zeynep Kanra.
İstanbul’da yaşayan bir fotoğraf aşığı.
İşten güçten bulduğu ilk fırsatta atıyor kendisini bir uzak coğrafyaya.
Bir seferinde yeni dünyanın Kertucky, New York, Chicago, Buffalo’su oluyor bu adres...
Bir başkasında eski dünyanın gizemli toprakları...
Tibet, Butan, Nepal, Çin Halk Cumhuriyeti, Etiyopya, Hindistan, Tayland, Fas, Malta, Küba, Tunus...
Zeynep’in bir seyahatten dönüş haberini aldım mı hemen geçiyorum bilgisayarın başına ve merakla fotoğrafları bekliyorum.
Sonra da izlenimlerini internette paylaşıyor, zaman zaman Hürriyet’in Seyahat ekinde yazıyor.
Sebastiao Salgado’unun “Fotoğraf, fotoğrafçının düşünme tarzıdır” sözünü doğruluyor Zeynep’in enstantaneleri.
Bir de çocukluğumun, ilk gençliğimin sıcak arkadaşı Ayşe Ebru Yardımcı’nın fotoğrafları var...
En eski tutkularımdan birisi olan Beşiktaş’ın taraftarını onun vizöründen izlemekten hep büyük keyif aldım.
Fotoğraf tüm sanat dalları gibi öznel bir bakışı yansıtıyor.
Hep sanatçısı hem de alımlayıcısı açısından.
Tıpkı Smoke filminde, her sabah aynı yerden, aynı saatte, dakikada, saniyede bir fotoğraf çeken Auggie’nin binlerce karesinden birinde, yıllar önce ölmüş eşini gören Paul gibi.
Her fotoğraf, o saniyeyi, o saniyenin bilmem kaçta birini temsil ediyor. Ve hiçbirisi bir diğeriyle aynı olmuyor.
Ara Güler, “Sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun, bir makina ile tarihi durduruyorsun” diyor.
Şehirlerin de eski fotoğrafları, bir daha asla geri gelmeyecek yitirilmişlikleri seriyor gözlerimizin önüne.
Geçenlerde fotoğrafları karıştırırken Koleksiyoncular Derneği’nin eski Ankara fotoğrafları arasında Kızılay’ın güzel bir görüntüsüne takıldım.
En eski Başkent konularından birisidir, Kızılay’ın tarihi binası. Yıkılmıştır zalimce.
Bir kez daha baktım, bahçesine, üç katlı binasına, önündeki troleybüsüne...
Ve düşündüm, kaç şehrin evladı, o semte adını veren böyle bir binayı yıkar?
Kaç şehrin evladı, o yıkıma onay verir, imar planını değiştirir, güzelim bahçeyi yok eder?
Ara Güler diyor ki:
“İnsan hayatında 100 fotoğraf çekse çok büyük fotoğrafçı sayılmalıdır. Bir fotoğrafçıdan geriye 100 fotoğraf kalması, çok büyük bir şeydir. Bir romancı için de böyledir. Hugo’dan geriye ne kalmıştır? Cervantes sadece bir roman mı yazmıştır? Ama sadece Don Kişot kalmıştır. Ben 20-30 fotoğrafla insanların aklında kalırsam, kendimi büyük bir iş yapmış sayarım.”
Bu fotoğrafın sahibini bilmiyorum ama o binayı yıkanlar işte o kararlarıyla kalacaklar tarihe...
Bu şehrin bir evladı olarak...
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2011
KISMET bu ya, 2010’u sağlık sorunlarıyla tamamlayıp, 2011’i hastane koridorlarında açtık.
Tıp bilimini ER dizisi üzerinden okuyan genç neslin düşebileceği şaşkınlık gibi ben de haftalardır hayret nidaları atıyorum.
Şaşkınlığımın nedeni hastalıklar değil, hastanelerde işlerin düzgün işlemesi, güleryüzlü insanlarla karşılaşmamdan kaynaklanıyor.
Bizim ülkemizde sanık cezalandırmaya adliye binalarından, hasta tedavisine hastabakıcılardan başlandığı için yolunda giden işlere hep bir şüpheyle bakmışımdır.
Bu şüphemi haklı çıkaracak bir çok olay da yaşanmıştır. Mesnetsiz değildir yani şüphem.
Aslında benim saygıdeğer Hipokratla teşviki mesaim yıllar öncesine uzanıyor. Soğuk bir kış gecesinde bir devlet hastanesindeki mecburi bir kaç saatlik ikâmetim sırasında bir kısa filme konu olabilecek olaylar silsilesinde başrol oynamışlığım vardır.
HASTABAKICININ EMRİNDE
Acil servisin “geçici” olarak nitelenen ancak aylardır hastaların yattığı bölümünde serum almakta olan bir yakınımı bekliyordum.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2011
DÜNYA Kadınlar Günü’nde yine kadın haklarına ve sorunlarına dikkat çeken yüzlerce haber okudunuz, okuduk, televizyonlarda tartışma programları izlediniz, izledik.
Kadınlar Günü, sevgililer günü, anneler veya babalar günleri gibi algılanıyor bu ülkede.
Babalar gününde babalarımızı, sevgililer gününde de sevgililerimizi hatırlıyoruz ya, işte kadınlar gününde de kadınları anımsıyoruz.
Kadın haklarının, temel insan hakları sorunu, haydi daha ötesi, insan olma meselesi olduğunun idrakına varmadığımız sürece de bir arpa boyu yol alınamayacak.
Gün aşırı kadınlar öldürülecek, öldürenler serbest kalacak, insanımızı koruyamadığımız gibi kadınların da zarar görmesini engelleyemeyeceğiz.
Üstelik biz bu sorunu ancak sonunda ölüm olduğunda önümüzde buluyoruz. Hane içindeki dayak, psikolojik şiddet, baskı, cinsel istismar, aşağılama vs gibi onlarca alt başlıklar çoğu zaman göze gözükmüyor.
Oysa kadınların uğradığı haksızlıklar o kadar çeşitli ki. Evden iş yerine, sokaktan sosyal hayata kadar yaşamın her anında eşitsizlikle karşı karşıya kalınıyor.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2011
ONLARI ilk olarak Tosun Paşa eylemiyle tanıdık. Hani Kuğulu Kavşağı’ndaki Gazi Osman Paşa tabelasını bir gece operasyonuyla “Tosun Paşa”ya çevirmişlerdi.
Ardından kaldırım mantarlarını Pacman yaptılar.
Kendilerine “KÜF Project” diyorlar. Eylemlerini gerçekleştirirken bir yandan da kendilerini görüntülüyorlar. Sonra da internette yayınlıyorlar.
O dönemde Hürriyet’in tecrübeli muhabiri Şehriban Oğhan buldu onları.
O röportaj sayesinde kimliklerini değil ama niyetlerini öğrenmiştik. Ve tabi gelecek planlarını da...
Kesinleşmiş üç projeleri daha olduğu da duyurulmuştu.
Geride bıraktığımız hafta içinde yeni bir eylemle yine Ankaralıları şaşırtı KÜF.
Melih Gökçek’in yaptırdığı ve çok eleştiri alan Kuğulu Kavşağı’nı hedef seçtiler bu kez.
Kavşağın taşlarındaki belediye ambleminin üstüne bir pisuvar taktılar. Yanına da “küçük 1 TL” yazılı bir pankart.
Protokol Yolu’nda biraz paniğe neden olmuş bu pisuvar. Bomba imha ekipleri gelmiş, pisuvarı patlatmışlar.
Sonra bu eylemi gerçekleştirirken çektikleri görüntüleri internete koydu KÜF Project.
Bu eylemler yaratıcı ve dikkat çekici.
Kuğulu Kavşağı’nın duvarlarının hamam, banyo fayanslarına benzediği sıkça dillendiriliyordu bu kentte.
Zaten röportajlarında amaçlarını anlatırken, “Estetik yoksunu şehirlerden de rahatsızlar, görsel zevkin zayıflığından da, sistemin falsolarından da” diye yazmıştı Şehriban Oğhan.
Kuğulu Kavşağı’nın trafik açısından eleştirilmesi bir yana, görüntüsel çirkinliği ortada.
KÜF de bunu, pek alışık olunmayan bir yöntemle vurgulamış.
İnternetteki görüntünün altına not düşmüşler.
Ankara’ya yapılanları eleştiriyorlar.
Hepsi yıllardır dillendirilen noktalar.
Ama KÜF bunlara bir daha dikkat çekti.
Öyle ki, herkes KÜF’ün bu muzırlığını konuştu.
Yazının Devamını Oku