AFSAD’ın Kızılay’daki eski binasının terasında geçirdiğimiz muhteşem günlerden beri... Varlığıyla mutluluk veren dostum Serdar Atay’ın bizlere fotoğrafı anlatmaya çalıştığı o günlerde Levent, Emre, Olgu ve Barış ile birlikte ucuz olduğu için aldığımız sarma filmlerle geçiyordu ömrümüz. Ardından gelen yıllarda Emre’nin, apartmanın kömürlüğünde kurduğu karanlık oda, lisede okulu kırdığım günlerin vazgeçilmez adresiydi. Saatlerce agrandizörün başında, saniye hesaplarıyla pozladığımız bir yaşam kesiti... Levent ile birlikte Burhaniye Festivali’nde peşinde koştuğumuz kareler... Sonra gazeteciliğe ilk başlarken, Ümit Sezgin’in “Fotoğraf makinen var mı?” sorusuna Emre’nin Canon AE1’ini düşünerek hızla verdiğim “Evet” yanıtı... İnternetin önümüze açtığı engin sanal deniz, bu zevkimin sınırlarını da yıllar önce hayal dahi edemeyeceğim kadar genişletti. Fotoğraf sanatçılarının amatörlerinden, profesyonellerine kadar binlercesinin yaratıları, uçsuz bucaksız bir dünya gibi uzanıveriyor önünüzde. Örneğin Zeynep Kanra. İstanbul’da yaşayan bir fotoğraf aşığı. İşten güçten bulduğu ilk fırsatta atıyor kendisini bir uzak coğrafyaya. Bir seferinde yeni dünyanın Kertucky, New York, Chicago, Buffalo’su oluyor bu adres... Bir başkasında eski dünyanın gizemli toprakları... Tibet, Butan, Nepal, Çin Halk Cumhuriyeti, Etiyopya, Hindistan, Tayland, Fas, Malta, Küba, Tunus... Zeynep’in bir seyahatten dönüş haberini aldım mı hemen geçiyorum bilgisayarın başına ve merakla fotoğrafları bekliyorum. Sonra da izlenimlerini internette paylaşıyor, zaman zaman Hürriyet’in Seyahat ekinde yazıyor. Sebastiao Salgado’unun “Fotoğraf, fotoğrafçının düşünme tarzıdır” sözünü doğruluyor Zeynep’in enstantaneleri. Bir de çocukluğumun, ilk gençliğimin sıcak arkadaşı Ayşe Ebru Yardımcı’nın fotoğrafları var... En eski tutkularımdan birisi olan Beşiktaş’ın taraftarını onun vizöründen izlemekten hep büyük keyif aldım. Fotoğraf tüm sanat dalları gibi öznel bir bakışı yansıtıyor. Hep sanatçısı hem de alımlayıcısı açısından. Tıpkı Smoke filminde, her sabah aynı yerden, aynı saatte, dakikada, saniyede bir fotoğraf çeken Auggie’nin binlerce karesinden birinde, yıllar önce ölmüş eşini gören Paul gibi. Her fotoğraf, o saniyeyi, o saniyenin bilmem kaçta birini temsil ediyor. Ve hiçbirisi bir diğeriyle aynı olmuyor. Ara Güler, “Sanat olmasına lüzum yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zaptediyorsun, bir makina ile tarihi durduruyorsun” diyor. Şehirlerin de eski fotoğrafları, bir daha asla geri gelmeyecek yitirilmişlikleri seriyor gözlerimizin önüne. Geçenlerde fotoğrafları karıştırırken Koleksiyoncular Derneği’nin eski Ankara fotoğrafları arasında Kızılay’ın güzel bir görüntüsüne takıldım. En eski Başkent konularından birisidir, Kızılay’ın tarihi binası. Yıkılmıştır zalimce. Bir kez daha baktım, bahçesine, üç katlı binasına, önündeki troleybüsüne... Ve düşündüm, kaç şehrin evladı, o semte adını veren böyle bir binayı yıkar? Kaç şehrin evladı, o yıkıma onay verir, imar planını değiştirir, güzelim bahçeyi yok eder? Ara Güler diyor ki: “İnsan hayatında 100 fotoğraf çekse çok büyük fotoğrafçı sayılmalıdır. Bir fotoğrafçıdan geriye 100 fotoğraf kalması, çok büyük bir şeydir. Bir romancı için de böyledir. Hugo’dan geriye ne kalmıştır? Cervantes sadece bir roman mı yazmıştır? Ama sadece Don Kişot kalmıştır. Ben 20-30 fotoğrafla insanların aklında kalırsam, kendimi büyük bir iş yapmış sayarım.” Bu fotoğrafın sahibini bilmiyorum ama o binayı yıkanlar işte o kararlarıyla kalacaklar tarihe... Bu şehrin bir evladı olarak...