Paylaş
Tıp bilimini ER dizisi üzerinden okuyan genç neslin düşebileceği şaşkınlık gibi ben de haftalardır hayret nidaları atıyorum.
Şaşkınlığımın nedeni hastalıklar değil, hastanelerde işlerin düzgün işlemesi, güleryüzlü insanlarla karşılaşmamdan kaynaklanıyor.
Bizim ülkemizde sanık cezalandırmaya adliye binalarından, hasta tedavisine hastabakıcılardan başlandığı için yolunda giden işlere hep bir şüpheyle bakmışımdır.
Bu şüphemi haklı çıkaracak bir çok olay da yaşanmıştır. Mesnetsiz değildir yani şüphem.
Aslında benim saygıdeğer Hipokratla teşviki mesaim yıllar öncesine uzanıyor. Soğuk bir kış gecesinde bir devlet hastanesindeki mecburi bir kaç saatlik ikâmetim sırasında bir kısa filme konu olabilecek olaylar silsilesinde başrol oynamışlığım vardır.
HASTABAKICININ EMRİNDE
Acil servisin “geçici” olarak nitelenen ancak aylardır hastaların yattığı bölümünde serum almakta olan bir yakınımı bekliyordum.
Gecenin sessizliğini trafik kazası geçirmiş bir genç, çığlıklarıyla böldü. Sedyedeki başı sarılı genç, sara krizine girmiş gibi çırpınıyor, hastabakıcı ile pratisyen doktor onu tutmaya çalışıyordu. Hastabakıcı çaresizdi, çevresine bakındı beni gördü. Seslendi:
“Delikanlı! Gel hele!”
Komutu alınca, şuursuzca seğirttim odaya.
“Çabuk”, dedi hastabakıcı, “Tut şu bacağı!”
Ben bacağı tutamayınca hastabakıcıdan zılgıtı yedim. Elime vurup, “Git şu alçıyı getir bari” dedi. Alçı teknesine yürüdüm, pratisyen doktorun hazırladığı alçılı bezleri aldım. Hastabakıcı genç adamın çığlıklarına aldırmadan çekti bacağı, bana dönüp tarif etmeye başladı:
“Bacağın altına koy şu parçayı. Kalçasının altından...”
Ben denileni yaptım, pratisyen de elindeki alçılı bezle sarmaya başladı. Çok geçmeden iş bitmiş, hem hasta hem de bizler rahatlamıştık.
Hastabakıcının sesi daha dingindi bu sefer:
“Geç lavaboda elini yıka.”
Ellerimi yıkadım, hastabakıcı sırtıma vurdu bir kaç kez.
“Eyvallah” deyip uzaklaştım hızlıca. Bu olayın yeri bende saklı kalsın, ancak üzerinden 13 seneden fazla zaman geçti.
Son haftaları Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci Kampüsü’nde geçirince bu olay geldi aklıma.
Yeğenim Poyraz’ın sistematik ateş nöbetlerinin nedeni belirlenemeyince soluğu diğer yeğenim Ada’nın doktoru Prof.Dr.Begüm Atasay’da aldık.
SABAHA KARŞI GÜLER YÜZ
Tüm hastane personelinin uğraşı, çabası, güler yüzüyle karşılaştıkça, “Kırık bacağa alçı konusundaki ihtisasımı duydular acaba ‘Hocam gel de şu bronkoskopiye bir el atıver’ mi diyecekler” endişesine kapılmadım değil.
Ancak sonra anladım ki, kimsenin benim alçı ihtisasımı falan duyduğu yok.
O hastanede güleryüz oranı ciddi biçimde yükselmiş.
Gecenin bir vakti acil servisteki hem nöbetçi doktorlar, hem uzman doktorlar, hem sağlık personeli büyük çabayla koşturmaca halinde.
Sabaha karşı kan tahlili için merkez laboratuvarına gidiyorsunuz, insanın kendi suratını bile görmek istemeyeceği o saatlerde sizi güler yüzle karşılayan bir görevli beliriveriyor.
Poyraz’ın hastalığı araştırılırken Begüm Hoca, “Bir de intaniye” baksın deyince, Prof.Dr. Erdal İnce’ye teslim ettik yeğeni.
Erdal Hoca, öğrencileriyle birlikte uzun uzun muayene etti, tetkikleri inceledi, bizleri dinledi, şak diye şüphelendiği teşhisi yapıştırdı.
Tedbiren nefrolojiye de yönlendirildik, orada da aynı güler yüz, çaba, pozitif yaklaşım...
Anladım ki, sağlığın özelleştirilmeye çalışıldığı şu günlerde hala üniversite hastanelerinin bilgi birikimi, yaklaşımları, incelikleri bambaşka.
Bana alçı yaptırırlar diye korkup gidemiyordum yıllardır hastaneye, anladım ki korkmama gerek yokmuş.
Paylaş