OSTİM’deki felaketle ilgili bir tanığın “vicdan muhasebesi”nin ardından yaptığı itirafları önceki gün Deniz Gürel’in kaleminden Ankara Hürriyet’te okudunuz.O haberi sayfaya yerleştirirken fotoğraf arşivini taradım.
O sırada hayatın ritmi yüzüme çarptı kendisini bir kez daha. Önce en canlı patlama fotoğrafları çıktı karşıma. Alevler, yıkıntılar, molozlar, can pazarı... Ardından sivil savunma ekiplerinin çalışmaları ve ceset torbalarında çıkarılan cenazeler. Sonra devlet erkanının resm-i geçidi vardı. Bakanlar, vali, belediye başkanları, milletvekilleri, parti genel başkanları... Ardından adli tıp önündeki otopsi öncesi görüntüleri. Sonra cenazelerin kaldırılışı. Ve geride kalan çocuklar, eşler, anneler babalar, dostlar, kardeşler... Yani geride kalan yaşam. Hemen hemen tüm felaketlerde bu kronoloji böyle. İster maden göçüğü olsun, ister uçak kazası, ister hızlandırılmış tren faciası, ister öğrencileri taşıyan tabut gibi bir servis... Geriye yaşamlar kalıyor, içinde kocaman kocaman boşlukların yankı yaptığı. Toplumsal belleğin zayıflığı da o büyük boşlukları genişletiyor, çıldırtıcı yankıları çarpıştırıyor içinde. Ve bizler, geride kalanların kor gibi alevlenen yüreklerini bir nebze de olsa serinletebilecek her adımın uzağına düşüyoruz. Çok değil bundan bir ay önce açıklanan itfaiye raporunda ne söyleniyordu? “İş yerlerinde muhtelif miktarlarda bulunan LPG tüplerinden teknik bir arıza veya kaza sonucu ortama yoğun bir şekilde gaz çıkışının olması, belirlenemeyen bir ısı kaynağından çıkan alev veya kıvılcımla da ortamda sıkışan gazın parlaması ve patlaması...” Sürpriz tanık M.C. ne söylüyor peki ifadesinde? “Patlamadan bir gün önce, Fimak Optik, Özkanlar ve Metsan firmaları bizden oksijen istedi. Daha önce sıkıştırılmış doğalgaz (CNG) doldurulan tüplere oksijen doldurup teslim etmemi söylediler. Ellerinde oksijen tüpü yoktu.” Şimdi ortada iki ayrı iddia var. Eğer bu ifade doğruysa itfaiye raporu nasıl öyle çıktı? Ancak bunların açıklığa kavuşturulması o kor gibi yanan yüreklere küçük de olsa bir nefes aldırabilecek. Felaketten bu yana tüm yetkililerin yaptığı tek şey var, birbirlerine suçlamak, sorumluluğu üstlenmemek. Nazım Usta’nın -ki kayda geçirmekte fayda var, hala tutulmadı verilen sözler, hala verilmedi ismi bir Ankara sokağına- meşhur dizesindeki gibi: Ben / senden önce ölmek isterim. / Gidenin arkasından gelen / gideni bulacak mı zannediyorsun? Arkada kalanlar için birileri sorumluluk üstlensin. Bu ülkede ölümün de yaşamın da kronolojisi ihmaller, acılar, işbilmezliklerle yazılıyor.