Söyle Herophile, kırmızı şehrin kâhini / Çeşme Ildırı
Güneşli bir bahar günü Ildırı’nın arkasındaki 87 metrelik tepeye çıkıp Erythrai Antik Kenti’nden körfeze baktığınızda manzaranın güzelliği soluğunuzu keser: 15 adacık, görkemli Akdağ ve ufukta Sakız Adası... Tablonun tam ortasındaki Ildırı, asırları sükûnetle aşmış küçük köyleri andırır. Oysa öyle olaylar yaşamıştır ki, Michelangelo’nun Vatikan’daki Sistine Şapeli’ne resmettiği ünlü kadın kâhin Erythrai’li Herophile bile bu kadarını öngörememiştir.
Karayoluyla Çeşme’ye 27, İzmir’e 81 kilometre uzaklıkta, yaklaşık 200 haneli bir sahil köyü Ildırı. Halkı mübadeleyle Anadolu’ya gelen göçmenler. Yunanistan ile Makedonya arasındaki Kaymakçalan Dağları’nın eteğindeki köylerden, mutlu hayatlarından kopartılıp 1924’te Selanik’e indirilmiş, Gülcemal Vapuru’na bindirilip İzmir’e gönderilmişler.
Sit alanında bulunması ve denize girilecek plajının olmaması Ildırı’yı yapılaşmadan korumuş. Avuçiçi kadar limanı, sahildeki birkaç balık restoranı, birkaç butik oteli, sokaklarındaki karabiber ağaçları ve savaşın yıkımından kurtulmuş birkaç güzel yapısıyla çevresindeki tatil beldelerinden farklı, tarihi dokuya, karaktere sahip bir yerleşim.
Köy meydanının 400 metre batısında ve günümüzden 2900 yıl gerisinde ise antikçağın uygarlık merkezlerinden biri yer alıyor: Erythrai...
İLK BAKIŞTA SIRADAN
Kahraman mezarının yanından geçip boş alana çıktığınızda Anadolu’daki herhangi bir örenyerine girdiğinizi düşünüyorsunuz. Öylesine sıradan. İlk bakışta büyüklüğüyle etkileyen 2200 yıllık amfitiyatronun sahnesi ve sıraları yıkılmış, taşları yağmalanmış. Sahnenin tam ortasında yükselen, kollarını iki yana açıp çiçeğe durmuş yaşlı badem ağacı olmasa hızla geçip gidebilirsiniz. Sırtını 1218 metrelik Akdağ’ın görkemli manzarasına veren ağaç, antikçağın mahir oyuncuları gibi yakalıyor bakışları.
(Athena Tapınağı’nın altındaki doğal balkona çıktığımda, uzun süre buradan ayrılamadım. Çok
sayıda fotoğraf çektim. Yine de doyamadım.)
Tiyatronun arkasındaki makilik alandan geçen patikaya tırmandığınızda yolunuz kayalardan oluşmuş doğal bir balkona çıkıyor. Sarı çiçekleri mis gibi kokan sivri dikenli azgan otuyla çevrili balkonun panoramik manzarası tek kelimeyle müthiş: Kuzey ufkunda, Karaburun Yarımadası’ndan tüm heybetiyle yükselen antikçağın kutsal dağlarından Akdağ. Önünüzde geniş bir boşluğun ardından kıyıya kadar inen zarif Ildırı Köyü, Cennet Tepesi’ndeki mozaikleriyle meşhur Roma villaları. Onların ardında masmavi Ildırı Körfezi ve kıyıya yakın yemyeşil adacıklar: Karabağ, Yassı Ada, Çifte Adalar, Mustafaçelebi... Uzaklarda Toprak ve Karaada. Batı ufkunda Sakız... Sırtınızı verdiğiniz tepede ise tarihin babası Herodot’un bahsettiği, kadın din adamlarıyla ünlü Athena Polias Tapınağı, ayaklarınızın altında uygarlık tarihine geçmiş İon kenti
Erythrai...
KOLAYSA AYRIL
Güneşli bir mart sabahında Athena Tapınağı’nın altındaki doğal balkona çıktığımda, uzun süre buradan ayrılamadım. Çok sayıda fotoğraf çektim. Yine de doyamadım. Adalar, köy, körfez, dağlar, kısacası panoramadaki her ayrıntı birbirinden güzeldi.
Karaburun’u keşfetmek üzere Ayvalık’tan iki günlüğüne yola çıkmış, yarımadanın kıyılarından dağ köylerine neredeyse her yerini görmüştüm. Böylesine etkileyici manzara hiçbir yerde yoktu. İzmir yönünden gelecekler için Mordoğan’a kadar dört şeritli yol döşenmiş, Karaburun güzergâhında ise kazılar başlatılmıştı. Yarımadanın dağına, taşına rüzgâr türbinleri dikilmiş, sahiller çirkin yapılaşmanın kurbanı olmuştu. Tepelerdeki hazineye ait çok geniş, çorak araziler kiralanmış, bir kısmına organik tarım amacıyla zeytinlik yapılmıştı. Diğerlerinin Ankara’da nüfuz sahibi kişilerce alındığı, bölgenin imara açılmasının beklendiği söyleniyordu. Yol arkadaşlarımla dağlardaki Tepeboz’a uğrayıp köyün yegâne sakinleri, yaşlı kadınlarla sohbet edip, birlikte sabun kaynatmış, dalında yenilmeye hazır hale gelen hurma zeytininin öyküsünü dinlemiştik. Karaburun pazarında kompasti peynirini bulamasak da, birer demet taze kekik ve yaban lalesiyle mutlu olmuştuk. Rüzgârın getirdiği mis gibi azgan kokusu eşliğinde Hamzabük’e inmiş, eşini ve çocuklarını İzmir’e gönderip kış boyunca yalnız yaşayan Necdet Bey’in bahçesinde dalından koparttığı portakalları yemiştik. Ildırı’ya ise sadece konaklamak için uğramıştık... Geçmişini bilmeden geldiğimiz köy, gezinin sürprizine dönüşecekti.
ÇAĞININ BAŞYAPITLARINDAN
Yüksek çalıların arasından tepenin zirvesine yürüdüğümüzde ön cephesi, tavanı tamamen yıkılmış Matrone Kilisesi ve hemen yanı başındaki Athena Tapınağı’yla karşılaştık. Kilise kısmen yeni bir yapıydı. 360 derecelik panoramik manzaranın ortasına oturtulmuştu. Tapınak ise arkeolog Ekrem Akurgal’ın değerlendirmesiyle “Ege uygarlığının yükseliş döneminin ilk temsilcisi”ydi. Sadece temel duvarı kalmıştı geriye...
Kulağım çalılarda aşk şarkıları söyleyen sakalarda, gözlerim müthiş panoramik manzaradaydı. Bu tepe insanı tefekküre sürükleyip bilge yapabilirdi. Arkadaşlarımdan ayrılıp güneye, bayrak direğinin dibine gittim. Kayaların altı uçurumdu. Masmavi bir koy, küçük bir dere ve kuytuya demirlemiş balıkçı kayıkları kuşbakışı görünüyordu. Camiboğazı Deresi’nin denize bağlandığı bu koy, antikçağda kentin limanıydı. Arkasındaki alanda ise seramik atölyeleri bulunuyordu.
Kayaya oturup çevreyi seyre daldım... Panoramayı hafızama kaydettim. Eve dönüşte Erythrai hakkında okudukça bu görüntü zihnimde belirecekti...
33 yıl Erythrai’de resmi bekçilik yaptıktan sonra, 2008’de emekli olup görevine gönüllü devam eden Hüseyin Yavuz’la karşılaşsak bize neler anlatırdı kim bilir? Yaşıyorsa 76 yaşında olmalıydı. Rahmetli Akurgal’dan kitaplara geçmeyen, kazı alanında işaretlenmeyen detayları da öğrenmiş olmalıydı. Örneğin Erythrai Kâhini’nin evini ondan öğrenebilirdik.
DİNAMİTİN BEDELİ
Ankara Üniversitesi’nden Ayşe Gül Akalın’ın Ildırı’da yaptığı son çalışmalara göre, yerleşimin tarihi 5 bin yıl öncesine uzanıyor. Erythrai’yi kuran Giritliler. 2. yy seyyahı, coğrafyacısı Pausanias, mitolojik Girit Kralı Rhadamanthus’un oğlu Kızıl Erythrus tarafından kurulduğunu yazıyor. ‘Kırmızı Şehir’ lakabı buradan geliyor. MÖ 7’nci yüzyılda ‘12 İon’ şehri arasında en yüksek vergiyi ödeyen, dolayısıyla en zengini Erythrai. Doğudan gelen ürünleri denizyoluyla tüm İonya’ya dağıtan, ürettiği meşhur şarabı, seramikleri, sanat ürünlerini Akdeniz’de pazarlayan şehir müreffeh bir yaşam oluşturmuş. Darphane kurup para basmış. Bir dönem Pers egemenliğine girse de, Büyük İskender tarafından özgürlüğüne kavuşturulduğunda 2869 köle, 500 duvar ustasına, 60 çift öküzün taşıdığı taşlarla 4 kilometrelik sur inşa ettirilmiş.
1964’te Erythrai kazılarını başlatan, 18 yıl kenti araştıran Akurgal, ‘Anadolu Kültür Tarihi’ adlı eserinde, İonya’nın uygarlık tarihinde, Erythrai’nin de İonya Uygarlığı’nda çok önemli yeri olduğunu belirtiyor. Doğu’dan yazıyı, rölyefi öğrenen İonyalıların heykel sanatını yarattıklarını, çağlarının en güzel figüratif seramiklerini yaptıklarını, mimaride örnek eserler ortaya çıkardıklarını hatırlatıp “MÖ 7. yy’da sanatta dünyanın öncüsü İonyalılardı” diyor. Kitabında yer verdiği en güzel seramikler, kadın figürlü dinsel objeler Erythrai’den.
Aslında kent yüzyıllar ötesine ulaşan şöhretini sadece kadınlardan oluşan ruhban sınıfına ve kadın kâhinlerine borçlu. “Erythrai’li Sibyl” sıfatlı iki kâhin tarihe geçmiş. Tarihin babası Herodot, “Athene Tapınağı kadın din görevlileriyle ünlüydü” diye yazıyor. Pausanias ise kentin diğer tapınağı Herakles’e Trakyalı kadınlardan başkasının giremediğini belirtiyor.
Coğrafyanın babası Strabon’dan kentin kadın kâhinleriyle tanındığını öğreniyoruz. “İlki benden önce, Büyük İskender’in çağında yaşamış, ismi Athenais” diye yazıyor ‘Coğrafya’ adlı kitabında. Kâhin, İskender’in doğumunu, kentin Perslerden kurtuluşunu muştulamış. Yazdığı kehanet kitaplarını son Roma İmparatoru Tarquin’e bağışlamış. Roma’daki Jüpiter Tapınağı’nda saklanmış eserleri. İkinci Sibyl çok daha dikkat çeken bir kehanette bulunmuş. Hazreti İsa’nın gelişini muştulamış. Erythrai’li Sybl, dünyevi adıyla Herophile’nin öyküsünü ilk kaleme alan, Decameron Öyküleri’nin ünlü yazarı Giovanni Boccaccio. Ölümünden bir yıl önce, 1375’te yayımlanan “Ünlü Kadınlar” adlı kitabında 103 kadınla birlikte onun öyküsünü anlatıyor. Aslında 10 Sibyl olduğunu iddia ediyor...
Michelangelo, Herophile’yi Vatikan’da Papa’ların ikâmetgahı Sistine Şapeli’ne resmetmiş, sonrasında Siena’dan Salisbury’ye pek çok katedrale resmi işlenmiş.
YIKILAN KİLİSELER
Akurgal, Princeton Üniversitesi’nce yayımlanan Tarihi Alanlar Ansiklopedisi için yazdığı Erythrai maddesinde, Herophile’ye ait yapının bulunduğunu, fakat henüz açıklanmadığını yazıyor. Peki, üstüne ciltlerce kitap yayımlanan bu kadar önemli sanat, bilim, astronomi, kehanet merkezinden bugüne neden sadece yıkıntılar kalmış? Neden 19’uncu yüzyılda yapılan kiliseler bile yıkılmış? Konuştuğum yaşlı bir köylü şu cevabı verdi: “Muhtarımız, İnönü’nün Rumlardan kalan tüm yapıları yıkma izni verdiğini söylemişti. Yıkıp malzemelerini kullandılar.” İnsan tahribatı yetmemiş olacak ki, 1948’de ayakta kalan iki kilise dinamitlenmiş.
Anadolu’nun aydınlık geçmişini dinamitleyenler, ülkelerini günün birinde cehaletin sultanlığına teslim edeceklerini biliyorlar mıydı acaba? Yıkıntılar arasında Kâhin Herophile’yle karşılaşsam bunu sormak isterdim. Bir de cahiliye devrinin ne zaman sona ereceğini...
GEÇMİŞİN LANETİ
19’uncu yüzyılın sonlarında Ildırı, Lithri isimli Rum köyüydü. Pamuk, üzüm, tütün, zeytin, badem, çiçek, buğday, seramik üreten köylü, doğrudan yurtdışıyla ticaret yapıyordu. Giysileri bile İngiltere’den geliyordu. 1913’te, Balkan Savaşları yenilgisi sonrasında Anadolu’da ortaya çıkan intikam hareketinden sonra köyün halkı Sakız’a kaçtı. Ildırı hakkında arşiv ve sözlü tarih çalışması yapan YTÜ Mimarlık Bölümü akademisyenlerinden Ela Çil ve Nurşen Kul’un ‘Yerleşilemeyen Köy’ başlıklı makalesinden öğrendiğimize göre, köye Balkan göçmenleri yerleştirildi. 1919’daki Yunan işgalinde Lithri halkı köyüne döndü, yıkılan evlerini, dini yapılarını tekrar inşa etti. 3 yıl sonra Yunan ordusu bölgeden çekilince, 1800 kişi son kez ayrıldı, bir kısmı Sakız’a yerleşti, diğerleri Atina yakınlarındaki Yeni Erythrai’yi kurdu. Dalyan’a yerleştirilen Müslüman mübadiller, su kaynakları nedeniyle Ildırı’ya taşındı. Beş yıl sonra sıtma salgını çıkınca köyü boşalttılar. 1929-37 arasında boş kalan yapılar malzeme olarak kullanılmak üzere kaymakamlık tarafından çevre köylere satıldı. Muhtemelen bu dönemde antik kentin taşları da yapılarda kullanıldı. Mübadiller sağlam kalan 14 yapıyı satın alıp köye döndüler. Ekrem Akurgal’ın kazılara başladığı 1964’te köye elektrik gelince su değirmenleri de yıkıldı. 1981’de köy sit ilan edildi. Arazilerin yüzde 35’i devlete ait. Ildırı, 2010’da TV serisi “Fatmagül’ün Suçu Ne” sayesinde popüler oldu.