İskenderiye’ye dönüş
Geçen nisanda İskenderiye’ye yolum ikinci kez düştüğünde Kavafis’in şiirleri, Lawrence Durrell’in romanlarının izini sürmedim. Kendi gözlemlerimle yetindim.
“Arap Baharı” diye adlandırılan halk ayaklanması Hüsnü Mübarek’i devirmiş, Mısır tarindeki ilk demokratik seçimlerin ardından Müslüman Kardeşler hareketinin lideri Muhammed Mursi iktidara gelmişti. Onu da alaşağı edecek askeri darbenin eli kulağındaydı, bunun gözle görülür işaretleri çok belirgindi, ama siyasal ortam, kısaca söylemek gerekirse ülkedeki toplumsal gerilim ve bir türlü bitmek bilmeyen sorunlar, İskenderiye’ye gazeteci değil bir yazar gözüyle bakmamı engellemedi. İlk gelişimde yaptığım gibi Kavafis’in şiirleriyle İskenderiye Dörtlüsü’nün yazarı Lawrence Durrell’ın anlattıklarından yola çıkmadım bu kez, kendi gözlemlerim ve izlenimlerimle yetindim. Yine de, kentin yazınsal çağrışımlarının, özellikle de dört gece kaldığım Hotel Cecil’in tetiklediği “kozmopolit İskenderiye” özleminin bu izlenimleri yoğurup biçimlendirdiğini belirtmeliyim. Durrell’in dört ciltlik yapıtı olmasa da ilk cildin kadın kahramanı Justine bu dört gün boyunca eşlik etti bana. Çünkü Hotel Cecil, hiç kuşku yok, yalnızca eski bir yapı değil, Durrell‘in her biri kendine özgü kadın kahramanları arasında çok özel yeri olan Justine’in sıkça uğradığı bir mekândı. Balo salonunun girişindeki yaldızlı aynalarda kalmıştı sureti, o çekici, esmer, şehvetli gövdesi çoktan toprağa karışmış olsa da.
ROMANLARA KONU OLAN HOTEL CECİL
Hotel Cecil’in denize dönük cephesi fazla geniş sayılmaz, buna karşılık palmiyelerle çevrili parktan görünüşü eski günlerin, bir zamanlar çeşitli dillerle kültürlerin birlikte varolduğu İskenderiye’nin artık geçmişte kalmış, neredeyse yazınsal bir mitosa dönüşmüş imgeleriyle dolu. Küçük balkonlu odaların, çatı katındakiler de dahil, çivit mavisi kepenkleri ve yüksek tavanları var. Mobilyalar, bazı pahalı otellerdeki gibi, yeniden “dizayn” edilmemiş ama ortama uygun biçimde yenilenmiş.
Tek sorun gürültü. Pencereyi sıkıca kapatsanız bile kıyı boyunca akıp giden, çoğu kez de büsbütün tıkanan trafiğin gürültüsü doluyor içeriye, sonuna dek açık radyoların, sokak satıcılarıyla çocukların haykırışları korna fren motorsiklet seslerine karışıyor. Eski İskenderiye’nin ikbal günlerini anımsatan vapur düdüklerinin bile uzaktan duyulduğu oluyor. Genelde erkeklerle erkek çocuklardan oluşan, ama çarşaflı, türbanlı kadınları da içeren kalabalık yalnızca “corniche” diye adlandırılan kıyı boyunca göstermiyor kendini, parkları, alanları, sokakları, kahve ve çarşıları da dolduruyor. Tek tük turistler, yabancılar da var ama, İskenderiye o “nev-i şahsına münhasır” kent değil artık, nüfus patlaması yaşayan Ortadoğu’nun bir parçası. Evet, her yer kalabalık burada, yalnızca Hotel Cecil’in giriş salonu ve lokantası tenha. Dün gece geç vakit, zar zor edinebildiğim bir bardak kırmızı şarabın eşliğinde yemek yedim orada. Sosu soğumuş, peyniri kağşamış, berbat bir spaghetti getirdiler, neyse ki “al dente”ydi. Benden başka müşteri de yoktu görünürde. Garson, İkinci Dünya Savaşı yıllarında kısa süre Lawrence Durrell’ı da ağırlayan bu otelin güngörmüş havasına uygun biçimde giyinmişti. Papyonluydu ama beyaz eldivenleri yoktu. Şen şakrak bir yalelli geliyordu yandaki gece kulübünden. İçeriye göz attığımda, sigara dumanlarından göz gözü görmeyen sahnede allı pullu, kocaman memeli, oryantal bir dansözün kalça kıvırdığını gördüm.
Gözlerim, Lawrence’ın romanındaki gibi tango yapan çiftleri, smokin ve gece tuvaletlerini boşuna aradı. Kürküne sarılmış Justine’i de. Onun tüm çekiciğiyle girişteki aynalarda kaldığını ve bir dönemin artık geri gelmemecesine bittiğini düşündüm. Oysa demir kafesli asansör hâlâ yerli yerindeydi.
ÖLÜM VE ŞEHVET KUCAKLAŞIYOR
İskenderiye Dörtlüsü’nde anlatıcı, Justine’i burada bir elma yer ya da gazeteleri karıştırırken gördüğünü yazar. “Tozlu palmiyelerin arasındaki Cecil Hotel’in holünde.” Palmiyeler toz içinde hâlâ ama o zamandan bu yana serpilip büyümüşler. Saad Zaghloul Meydanı’ndaki parktan bulutsuz göğe doğru bir salınışları var ki görmeye değer. Ve aynalarda balık eti, yapay sarışınlar, az sonra görkemli asansöre binip aile babalarıyla odaya çıkacak orospular makyaj tazeliyor. Derken görüntüye Justine de gelip yerleşiyor. Belki bir orospu değil o, sarışın da değil. Ama bir dönemin en cazibeli, en gizemli, en belâlı kadınlarından biri. Onun, bugüne dek tanıdığım roman kahramanları arasında çok özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Belki de şehveti değil de düpedüz nemfoman oluşu bende bu düşünceye yol açıyor. Ve belleğimdeki yeri şimdi içinde bulunduğum mekânla özdeşleşiyor. Kimliği bir hayli karışık bu kadının, kökeni de:
“Justine’in gerçek bir İskenderiyeli olduğunu anladım; yani o ne Yunan ne Suriyeli ne de Mısır’lıydı, hepsini karışımı bir melezdi.” Selânik kökenli bir Yahudi aileden gelmesine karşın sanki yüzyıllardır, neredeyse Ptoleme’lerden beri, buraya demir atmış gibidir. Belki de iki Roma imparatorunu baştan çıkarıp üçüncüsüne diş geçiremeyince intihar eden Kleopatra’nın ruhunu taşımaktadır. Zaten Kleopatra da, tarihçilere bakılırsa, Hotel Cecil’in bulunduğu bu yerde, tek taşı bile kalmayan ama İskenderiye’nin tam ortasındaki denize nâzır bir anıt mezarda, incir sepetine gizlenmiş engereğin zehirinden tatmıştı ölümü. Justine, bir bakıma, Kleopatra’nın soyundan sayılır. Gerçek bir İskenderiyeli’dir diyeceğim, günlüğüne şu satırları yazacak kadar: “Ah, o limanların mutsuzluğu, hiçbir yere gidemeyen birinin aklına soktukları adlar. Ölüm gibi bir şey, İskenderiye sözcüğünün her bir yineleşinde bir kez daha dile getirilen benliğin ölümü gibi bir şey: İskenderiye, İskenderiye.”
KOZMOPOLİT YAPISI KAYBOLDU
“Vasat mı?” diye sordu garson, kahvemi orta şekerli içeceğimi belirttim, yani “vasat.” Ona “ena metriu”da diyebilirdim, Atinayos kahvesindeyim çünkü. Cadde boyunca kepenkleri kapalı, balkonlu, eski ama görkemli taş yapılar sıralanıyor. İskenderiye’nin artık kozmopolit bir kent olmadığı, Yunanlıların, İtalyanların, Yahudi ve Ermenilerin burayı çoktan terkettikleri, daha doğrusu Kıptiler hariç göçe zorlandıkları çok yazılıp söylendi. Yeni ne ekleyebilirim? Belki şunu: az önce kirli, dar sokaklarda dolaşırken beton yapıların arasında sıkışıp kalmış bir Ermeni kilisesi gördüm. Kapısında her pazar saat 10.30’da ayin yapıldığı yazılıydı. Demek ki cemaatini büsbütün yitirmemişti. Ama çarşının köhne kahvelerinde, tezgâhların, fırınların, dükkânların duvarlarında günde beş vakit ezan sesi yankılanıyordu.
TV ekranları da, görebildigim kadarıyla, çember sakallı, vaaz veren din adamlarıyla doluydu. Bir dönem bu kentte, bu ara sokaklarda hazzın hükmü geçiyordu, şimdiyse İslâmi değerlerin egemenliği sözkonusu. Kıyı boyunca kilometrelerce uzayıp giden kent yatay gelişmiş, arkası çöl çünkü, çirkin, düzensiz bir yapılaşmanın yol açtığı hasar ilk bakışta göze çarpıyor. Ve kendi içine kapanmış kozmopolit İskenderiye’nin güngörmüş, eski yapıları giderek çürümekte. Eskinin mirasına sahip çıkmayan bir mimari doku giderek kendini dayatıyor.
KENTİN RUHU TOPRAĞIN DERİNLERİNDE SAKLI
Odamdan gördüğüm denizle aynı anda tanıştığım Saad Zaghloul alanı bir kez daha Doğu Akdeniz’de olduğumu anımsatıyor. Romalıların “mare nostrum”u sanki daha uzak bir deniz, bu kirli, bulanık, yeşilden maviye döner gibi yapan suyla uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bizim denizin kıyısında değil, betona boyun eğmiş, toplu konut hezeyanına kapılmış bir Ortadoğu limanındayım. Alanın tam ortasındaki parktan bulutsuz göğe yükselen heykelin tepesinde bağımsızlık mücahidi Zaghloul başında fes ayaklarında istambulin, güvenli adımlarla denize doğru yürüyor. Aşağıda, kaidenin basamaklarının tam ortasındaysa tanrıça İsis tahtına kurulmuş gelen geçeni gözlüyor. Onları aynı taşta birleştiren, eski Mısır’la yeni Mısır’ı harmanlayıp aynı denize, Homeros’un deyimiyle “hasat vermez engin”e yönelten İskenderiye’nin özel konumu olmalı. Bu kent Ptoleme hanedanıyla Memluklar’ı, Osmanlı’yla Napoleon Bonaparte’ı, İngiliz kurnazlığıyla kral Faruk’u aynı potada eritmiş. Hâlâ bulunamamış da olsa Büyük İskender’in mezarı da burada, Kavafis’inki de. Ve intihar etmeden önce mezarında yaşamaya başlayan Kleopatra gibi bugün de yoksul halk mezarlıklarda barınıyor. İskenderiye, yerin dibine kat kat inildikçe, mezarlıklara girildikçe ele veriyor kendini. Hafifmeşrep bir kadın gibi hemen açılıp saçılmıyor. Sokakları dolduran, kıyı boyunca rıhtımın taşlarına oturup hiçbir şey yapmadan saatlerce denize bakan kalabalığa teslim olmamakta direniyor. Körfezde külüstür balıkçı tekneleriyle artık bir çok ülkede (Ortadoğu’da bile) dolaşımdan kalkmış takaları, boyası dökülmüş kayıkları, hatta elbiseleriyle denize giren kadınlarla çocukları görebilirsiniz. Atlarını yıkayan arabacıları da. Uzakta, fenerin kadim taşlarıyla yapılan Kayıt Bey Kalesi’nde dalgalanan Mısır bayrağı size yeni ve modern bir ülkede olduğunuz izlenimini verebilir. Ama bu coğrafyanın mirasını görmek, anlamak, her adımda biraz daha derine inmek istiyorsanız, kentin kuruluş efsanelerini okumalı, beton yapıların arasında sıkışıp kalmış mermer sütunların, yıkılmış surların, ören yerlerinin peşine düşmelisiniz. O zaman Kom el-Dikka’da eski Roma tiyatrosuyla mozaiklerini, Anfuşi’nin nekropolleriyle Osmanlı’dan kalma dar sokaklar boyunca sıralanan ahşap evleri, kervansaray avlularını ve yoksulluğu da keşfedebilirsiniz.
TARİH HIZLI AKIYOR
Oturduğum kahve kıyı boyunca sıralanan nargile kahvelerinden çok farklı.Eski günlerin, artık bir daha dönmeyeceklerin anısını sürdüren “art-deco” bir mekândayım. Duvarlar sepya fotoğraflarla kaplı. O fotoğraflardakilerin, eski İskenderiye’de yaşayıp ölmüş hayaletlerin arasındaymışım gibi hissediyorum kendimi. Hasır iskemleler,mermer masalar ve “vasat” kahvemi incelikle sunan ufak tefek, esmer, yaşlı garson. Kavafis’in bir şiirinden çıkıp gelmiş gibi. Şairin uzaktan bir akrabasıdır belki, kimbilir? Kavafis İstanbul kökenliydi, garsonda da bir İstanbul efendisi tavrı var. “Ena metriu” desem hemen anlayacak gibi, ama “vasat” demekle yetiniyorum.
Geçen gelişimde ünlü İskenderiye kitaplığının yerine yapılan yeni ve gösterişli yapıdaki karşılama töreninden sonra, o zamanki cumhurbaşkanının eşi Bayan Mubarek yemeğe davet etmişti bizi. Fransa’dan gelen resmi konuklar arasındaydım. Ve kendisine İlk Kadın adlı romanımın Arapçasını hediye etmiştim. Artık “first lady” değil o da, dünya değişiyor. Bu kez başkonsolosumuz Mehmet Akif Ersoy’un rehberliğinde dolaştım İskenderiye’yi. Beton yapılar arasında dumanlı kahveler, gün ışığının girmediği çamurlu, pis sokaklar, avuç içi kadar dükkânlar ve yoksul insanlar da gördüm, lüks oteller de. Düğün salonları da bu lüksün bir parçası. Neredeyse adım başına bir düğün salonuna rastlayabilirsiniz İskenderiye’de. Mısır halkı genç evlenip bol çocuk yapıyor. Ülke nüfusu 90 milyonu aşmış durumda. İşsizlik ve yoksulluğun bir nedeni de bu hızlı nüfus artışı olmalı. Düğünleri de bizimkilerden pek farklı değil ama gelin de dahil kadınların hemen tümünün başları kapalı.
ŞEHİRLERARASI YOLDA SAFARİ
İskenderiye-Kahire arasındaki minübüs yolculuğumu sanırım uzun süre unutmayacağım. Gerçek bir karabasandı çünkü. Çok şükür başıma bir kaza gelmedi ama yol boyunca ilginç görüntülere tanık oldum. Mısır’da ağır vasıtaların sağ şeritten gitmek gibi bir alışkanlıkları yok, “sollama” diye bir kural da yok, isteyen istediği gibi davranmakta özgür. Dolayısıyla tehlikeli bir keşmekeş trafik, yollar da, otoyol bile olsalar, yer yer patikadan beter. Türkiye’de artık unutmaya başladığımız görüntüler burada manzaranın ayrılmaz parçası. Açık kasa kamyon ve kamyonetler örneğin. Birkaç portakal da var yükleri arasında, muz hevenkleriyle soğan patates çuvalları da. Kuzuları da bindiriyorlar kasaya, hatta, inanmayacaksınız ama, develeri de. Orta boy bir kamyonun kasasına çöktürülmüş develerin ardından uzun süre yol aldık. Ömrümde ilk kez bir fotoğraf makinem olmadığına hayıflandım. Bir yandan geviş getirirlerken öte yandan meraklı bakışlarla bizi izliyorlardı. Kervandaymış gibi doğaldılar ve hiçbir şaşkınlık ifadesi yoktu bakışlarında. Kuyular, otoyolun sağ şeridinden dolu dizgin giden bir at arabası ve ne işe yaradığına akıl erdiremediğim salkım saçak, yeşil mi yeşil otlar da gördüm yol boyunca, açık kasa kamyonlara yüklenmiş rüzgârlı bir çayır gibiydiler. Sürücü minibüsü binbir çeşit cambazlıkla, tankerlerle kamyonları sağlayarak, otomobillerin arasına bir dalıp bir çıkarak, mucizevi bir ustalıkla Kahire’nin varolaşlarına dek getirdi. Oradan da hava alanına. Bunca yakınından geçmeme karşın Kahire’yi görememiş olmama üzüldüm elbette, ama Paris uçağına bindiğimde İskenderiye, Kavafis’in o ünlü şiirindeki gibi, ardımdan geliyordu hâlâ.