Cennetin bir basamak altı Madrid
Çok yemek, çok eğlence, çok içmek ve çok çalışmak… Madrid’in sloganı bu. Bozulmamış dokusu, Velázquez tablolarından fırlamış güzelliğiyle, bu meydanlar ve parklar kentinden, ruhunuzun bir parçasını bırakmadan ayrılamazsınız.
Madrid, sağolsun kaldığım sürece ‘Velázquez Gökleri’ni benden esirgemedi. “Bu nasıl bir gökyüzüdür” derseniz: Üstünde beyaz bulutların uçuştuğu, masmavi gökyüzüne İspanyolların bu adı taktığını söyleyebilirim. Çünkü bu, ünlü ressam Velázquez’in tablolarında işlediği gökyüzüne benzer. İnsana yaşama sevinci verir, keyiflendirir.
Madrid’e üçüncü gelişim bu. Daha öncekilerde görülecek yerleri görmüş, meydanları, sokakları keşfetmiştim. Bu sefer aylaklığın tadını çıkaracaktım. Madrid, şanslı bir kent. Çünkü TOKİ gibi çirkin binalar yapan bir kuruluşları yok. Tahta panjurlu pencereler, ferforje balkonlar, tuğla kaplı ön cepheler, süslü kapılar... Caddeler Belle Époque, Art Nouveau, Art Deco tarzlarının sergilendiği birer vitrini andırıyor. Geniş bulvarları, katedralleri, parkları, sarayları, heykelli meydanları da bu görüntülere ekleyince Madrid’in, Avrupa’nın en güzel kentlerinden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Onun için burada yaşayanlar haklı olarak, “Madrid cennetin bir basamak altıdır” diye övünüyor.
NÂZIM ‘GÜNEŞİN KAPISI’NDA
Madrid, meydanlar ve parklar kenti. Dört bir yandaki büyüklü küçüklü meydanlar buluşma noktaları. Ben en çok Santa Ana Meydanı’nda ‘zamanı öldürdüm’. Meydana masa koyan kahvelerde yer bulmak için uzun süre bekledim ama hiç sıkılmadım. Çünkü etrafta o kadar çok seyredilecek görüntü vardı ki! Sokak çalgıcıları, çeşitli kılıklara girmiş pantomimciler, güzel, çirkin kadınlar, çığlık çığlığa koşturan çocuklar, takı, çanta, gözlük satmaya çalışan Afrikalılar... Meydanın bir köşesinde de elinde güvercinle şair Lorca’nın heykeli duruyor. Ama kuşlar onun ününe aldırmadan, başından aşağıya pislemiş.
Sonunda, bir şemsiye gölgesindeki masaya oturuyorum. Soğuk bira, hamon, acılı sucuk eşliğinde İspanyolların neşesini paylaşıyorum. Madrid’de en sevdiğim diğer meydan Puerto Del Sol. ‘Güneşin Kapısı’ anlamına gelen bu meydan, kentin ‘sıfır’ noktası. Bütün caddeler buradan başlıyor, burada bitiyor. Kentin yüzyıllardan beri ticaret merkezi... Madridliler yeni yıla bu meydanda giriyor. Yılın son günü burada toplananlar saat 24.00’ü gösterince ellerindeki bir düzine üzümü yemeye çalışıyorlar. Nâzım Hikmet, ‘Karanlıkta Kar Yağıyor’ şiirinde bu meydandan söz eder; İspanya İç Savaşı’nın isimsiz bir kahramanının portresini çizerken, “Belki Puerto Del Sol’da küçük bir dükkânın vardı/ Renkli İspanyol yemişleri satardın” diye tahmin yürütür.
Madrid’de sabah akşam uğradığım meydanlardan biri de Plaza Mayor. Buraya ne zaman gelsem kendimi bir şenliğin içinde bulurum. Şarkıcılar, sihirbazlar, canlı heykeller, ressamlar, yerde sarmaş dolaş yatanlar, öpüşenler, yemek yiyenler, koşuşturan çocuklar, köpekler... Tüm bunlara bu kez Paskalya Bandosu da eklenmiş. Gürültü dayanılmaz olunca da kendimi çevredeki ilginç isimli sokaklara attım: Bıçakcılar, maydanoz, çilek, düğmeciler, kasaplar, ekmekçiler...
Son gidişimde, iki bin odalı Kraliyet Sarayı’nın (Palacio Real) önünde fazla oyalanmadım. Son zamanlarda çok odalı saraylara karşı alerji gelişti bende. Onun yerine, her seferinde beni çok mutlu eden yerlerden biri olan ‘Hamon Müzeleri’nde oyalandım. Tavandan sarkan domuz butlarının, baharatlı çorizoların ve diğer sosislerin, çeşit çeşit peynirlerin, şarapların, şerilerin, balık konservelerinin, deniz böceklerinin satıldığı bu büyük şarküterilerden canım hiç çıkmak istemedi.
SEMT SEMT BİR LEZZET TURU
Madrid’de en sevdiğim mekanlardan biri, 1915’te kurulan yiyecek pazarı Mercado de San Miguel’dir. Çatısı, dövme demir sütunların üstünde yükselen bu eski pazaryeri şimdi yeme-içme mekanına dönüştürülmüş. Her gelişimde bir öğle yemeğini mutlaka burada yerim. Binanın kenarlarına sıralanmış küçük dükkânlarda çeşitli tapaslar, içkiler satılır. Oradan tabaklarını alanlar, orta yerdeki masalarda veya buldukları bir boşlukta yemeklerini yer.
Madrid’de lezzet durağı sayısı oldukça fazla. Bunların arasında Sobrinode Botin’in yeri başka. Çünkü 1725 yılında kurulan bu mekân ülkenin ilk lokantası. Ünlü ressam Goya burada garsonluk yapmış. Hemingway sürekli burada yermiş. La Gabinoteca ise tapasların modern versiyonlarını sunan bir lokanta. İlginç lezzetlerin peşindeyseniz burayı öneririm. Eğer klasik tapasların tadına bakmak istiyorsanız, La Castello doğru mekanlardan biri. Puerto Del Sol meydanının köşesindeki La Mallorquina pastanesi de önemli lezzet durakları arasında. Burada yiyeceğiniz ‘Pepito de Crema’nın tadı, uzun süre damağınızdan gitmeyecek.
Madrid’de bölgeler paylaşılmış. Ağırbaşlı takılmak isteyenler Santa Ana meydanının etrafındaki birahanelerde geceye başlıyor. Şık bayanların ve süslü beylerin tercih ettiği mekânlarsa Paseo de la Castelana’da sıralanıyor. Gençler, Huertas semtindeki mekânlarda... Bar tezgâhlarında sohbet etmeyi sevenler, soluğu Plaza Dos de Mayo’nun çevresindeki sokaklarda alıyor. New York’taki Soho’yu andıran Chueca ise herkesin yeri. Lokantalar, barlar, gece kulüpleri, bu semtin her tarafına dağılmış. Chueca, her yaşa ve cinse kollarını açan Madrid’in en renkli semti.
Sözün özüne gelirsek, Madrid kendini özletmesini beceren kentlerden biri. Ayrılırken ruhunuzun bir parçasının orada kaldığını hissediyorsunuz.