Ajandası o kadar dolu ki! Haftanın birkaç akşamı mekânlarda çıkıyor. Pazartesileri TRT Türk ekranlarında ‘Ustadan İstekler’ programı yapıyor… Söyleşi için onu zar zor evinde yakalıyorum. Beraber eski günlere gidiyoruz; Elazığ’ın Maden ilçesindeyiz. Sene 1945. Mustafa Keser, bölgenin varlıklı ailelerinden birinin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Anne tarafından dedesi yedi köyün ağası. Babası kazanın en zengin insanı; marangozhanesi, fabrikası, oteli, dükkânları, evleri var… Ayrıca müziğe meraklı. Küçük Mustafa Keser’in müzikle tanışması da babasının yaptığı ‘çeyrek keman’la oluyor. Ancak dersler fazla ileri gidemiyor çünkü annesi “Oğlan ya aklını çalgıya verir de okumazsa!” diye müziği yasaklıyor. Buna rağmen Keser sanattan kopmuyor. İlkokulda müsamerelerde başrolde oluyor. Keser, “Ayrıca o zamanlar halkevleri vardı” diyor: “Orada ne piyesler oynadık, başka şehirlere turnelere giderdik.”
‘YATILI OKULDAN SAZLA CÜMBÜŞLE DÖNDÜM’
Ancak kazada ortaokul yoktu… Keser, eğitimine devam edebilsin diye yatılı Sivas Lisesi’ne yazdırıldı. Birkaç ay sonra yarıyıl tatilinde eve döndüğündeyse ailesini bir sürpriz bekliyordu! Keser, “Omzumda bir cümbüş, öbür tarafta keman, sırtımda bağlama… Üç ayda arkadaşlarımdan hepsini öğrenmiştim! Annem saçını başını yoldu kadıncağız!” diye gülerek anlatıyor: “Sonra bıraktı peşimi… Okul Türkiye’nin en ‘prima’ liselerinden biriydi.
Sene 1950'ler İlkokul-Maden
100 kişi mezun ediyorsa hepsi üniversiteye girerdi. Ben hariç! Benim okumaya meyilim yoktu.” Mezuniyetten sonra evde onu tatsız bir ortam bekliyordu. Keser devam ediyor: “Babam 1957 yılında Millet Partisi ilçe başkanıydı. Siyasi anlaşmazlık sebebiyle onu tuzağa düşürdüler. Bir komşusunun evine çağırıp Allah ne verdiyse bıçakladılar. Kurtuldu ama hasarlı kaldı. Bunun da yarattığı sıkıntıyla hem annemle hem benimle şiddetli bir geçimsizlik başladı. Sürekli hır, gür oluyordu. Üç, beş ay durdum sonra ‘Ana ben İstanbul’a gidiyorum!’ dedim.”
Hikâyesi 1972 yılında, İtalya’nın kuzeyindeki Modena kentinde başlıyor… Yaklaşık 250 bin nüfuslu, kırsalı ve huzuru bol, yaşaması kolay bu sakin yerin iki özelliği var. Biri dünyanın en prestijli otomobil markaları Ferrari ve Maserati’ye ev sahipliği yapması… İkincisiyse İtalya’da voleybol sevenlerin futbol sevenlerden daha fazla olduğu belki de tek şehir olması! Giovanni Guidetti, “Kış ayları inanılmaz sisli geçerdi ve açık havada bir şeyler yapmak imkansızlaşırdı. Havalar kötü diye spor yapmaktan vazgeçmeyen bir şehirde futboldan ziyade her mevsim oynanan voleybol çok popülerdi” diye başlıyor: “Modena’da herkesin oynamayı ve izlemeyi en çok sevdiği spor voleyboldu. Yıllar boyunca, İtalya’nın en iyi kadın ve erkek voleybol takımlarının buradan çıkmasının nedeni de buydu.” Guidetti işte bu havası, suyu voleybol olan kasabada Adriano ve Laura çiftinin, iki kızdan sonra üçüncü çocuğu olarak dünyaya geliyor.
Sene 1973 “Ablalarım Julia ve Giovanna ile… Voleyboldan başka şey düşünemez hale geldiğimde, derslerim kötüye gitmesin diye ablalarım büyük çaba gösterdiler. Onların hakkını ödeyemem ...”
VOLEYBOL GENLERİMDE VARDI
Genetik açıdan da şanslı! Ailenin sporcusu babası... Guidetti anlatıyor: “Bir okulda beden eğitimi öğretmeniydi. Kalan zamanda hem voleybol hem de tenis antrenörlüğü yapardı. Aslında profesyonel voleybol antrenörü olmak istermiş ama okuldaki öğretmenlik işini bırakmaya bir türlü cesaret edememiş. O dönemde antrenörlük iyi bir gelir sağlamıyordu. Annem resim öğretmeniydi. Ben, babam gibi tam bir spor tutkunuydum… Denemediğim branş kalmadı ama voleybolun yeri bir başkaydı.” Voleybolun hayatına ne zaman girdiği sorusunu, “Sanırım anne karnında!” diye yanıtlıyor: “Daha 5-6 yaşındayken evde tek başıma voleybol oynamaya çalışırdım; ne var ne yok kırdım diyebilirim... Amerika Milli Takımı üst üste iki kere Olimpiyat Şampiyonu olmuştu. Mahalledeki herkes oyunculara hayranken, benim idolüm antrenörleri Karch Kiraly idi. Çocukken odamın duvarında onun posteri asılıydı. Şu an kendisi çok yakın arkadaşım.”
Sene 1960’lar… Anadolu’da küçük bir ilçede, içi kitaplar, ilaçlar, dokular, tetkik alet edevatlarıyla dolu küçük bir sağlık ocağındayız… Genç bir hekim, dönemin salgın hastalıkları ve verem salgınıyla mücadele ederken yanında altı yaşlarında bir asistan da ona yardım ediyordu. Henüz okula bile gitmiyordu ama mikroskopla test sonuçları okumayı öğrenmişti! Daha o günden kafasına koymuştu; doktor olacaktı! Bu küçük çırak, bugün dünyanın en saygın üniversitelerinden birinde kendi laboratuvarını yönetiyor. Buluşlarıyla hepimizi gururlandırıyor; Harvard Üniversitesi öğretim üyesi ve Sabri Ülker Metabolik Araştırma Merkezi’nin direktörü Prof. Dr. Gökhan Hotamışlıgil…
Sene 1960'lar, Baba Hulki Hotamışlıgil
İDEALİST BİR AİLE…
Hotamışlıgil, hekim bir baba ile öğretmen bir annenin üçüncü çocuğu olarak 1962 yılında dünyaya geliyor. Baba Hulki Hotamışlıgil Konyalı. Gökhan Hoca, “Cumhuriyet’ten ilham almış bir insandı. Ailenin yükseköğretime giden ilk üyesi” diye anlatıyor. İstanbul’da Tıp Fakültesi’ne kaydoluyor. Bu sırada Güner Hanım’la evleniyorlar. Bir yandan okurken bir yandan iki çocuk yetiştiriyorlar. Sonra görev seferleri başlıyor; Gökhan Hotamışlıgil, Rize’nin Pazar ilçesinde doğuyor. İlkokulu, çeşitli yerlerde geçiriyor; Pazar, Vakfıkebir, Turgutlu, Gediz… Nerede oldukları onun için çok fark etmiyor çünkü bütün merakı babasının muayenehanesine… İdealist babasının çabasını, yöre halkına nasıl şefkatle yaklaştığını ve onlar üzerindeki etkisini izliyor.
Rize’ye gidiyoruz…Temel Kotil, 1959 yılında Rize’nin Gündoğdu ilçesinde taş bir evde dünyaya geliyor. Annesi ev hanımı. Babası, evlerini bizzat inşa eden dedesi gibi taş ustası… Kotil, “O yıllarda Karadenizliler ya fırıncılık ya demircilik yapardı çünkü başka bir şey yoktu. Çay sonradan gelmişti” diye başlıyor anlatmaya: “İki abladan sonra dünyaya gelmişim. Bir de ikiz kardeşim varmış ama onu kaybetmişiz. İki de küçük kardeşim var. Ailenin ilk erkek torunu olduğumdan biraz fiyakam yerindeydi! Rize’de hayat çok hareketli geçerdi; ağaca tırmanırdık, derede balık tutardık, yağmurda ıslanır, annemizden fırça yerdik. ‘Kaymak arabası’ dediğimiz, ahşap tekerlekli kendi aramızı yapardık… Bu arabalarla 70-80 kilometre hızla uçurumlardan aşağı kayardık! Rize’de çocuk olunca korkmamayı öğreniyorsunuz. Şimdi bakınca bayağı cesurmuşuz!”
Sene 1960'lar, ortaokul...
BALIK TUTARKEN SINIFTA KALDIM
1965 senesinde Baba Adem Ali Kotil Bey, Almanya’ya giden ilk işçi kafilesi içinde yer alıyor. Aile babaanneye emanet ediliyor. Kotil de doğadan kalan zamanını babaannesiyle geçiriyor. Kendi deyimiyle ‘çanta gibi’ peşinde dolaşıyor; beraber inekler için yaprak süpürüyorlar, bahçe yapıyorlar… Temel Bey, “Babaannemiz her şeyimizdi” diyor: “Bize ‘Verdiğin mis olur, yediğin pis olur’ der ve hep paylaşmayı öğütlerdi. O şartlarda, evin erkeği olmadan aileyi idare etmek kolay değildi. Başkasının işine karışmadan kendi işimize bakmamızı, çalışmamızı söylerdi.” Ancak çocuk Temel Kotil, en çok derede balık tutmayı sevdiğinden okulu ihmal ediyor. İki sene sınıfta kalıyor. Bunun pişmanlığı sonra hayatı boyunca onu çalışmaya en çok teşvik eden şey oluyor…
Onu ayağının tozuyla Avrupa turnesinin dönüşünde karlı bir İstanbul gününde yakalıyorum… Kendisi 75. yaşını, grubu Moğollar 54. yılını kutluyor. İkisi de hiç göstermiyor!
Cahit Berkay, 3 Ağustos 1946 günü Isparta’da, şehrin tanınmış terzilerinden Rıfat Bey ile Hacer Hanım’ın ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası Senirkentli. Anne tarafıysa yarı Ispartalı yarı İngiliz! Annesinin büyük büyük dedesi memur olarak gittiği Mısır’da bir İngiliz ile evleniyor. Cahit Bey, “Bunu dayımın ‘İngiliz damarımı kabartmayın!’ demesiyle öğrenince mavi göz ve kırmızı tenimin sırrı ortaya çıktı” diye gülüyor... Mutlu bir çocukluk geçiriyor. Annesinin ilgisine sonsuz yaramazlıkla karşılık veriyor! Onu yerinde tutan tek obje; evdeki radyo… Pazarları, Muzaffer Sarısözen’in ‘Yurttan Sesler’ programının müdavimi. Dinlediği türküler kulağının aşinası oluyor.
‘Bi Şey Yapmalı’ şarkısından yola çıkarak; 2022’de ‘Ne yapmalı?!’ Yanıtı: “Ne olursa olsun sevgiyi daha çok paylaşmalı.”
DÜĞÜNLERDE KULAĞIMI DAVULLARA DAYARDIM’
İlkokul birinci sınıfta, müziğe olan ilgisini öğretmen akrabaları ‘Hasan Bey Amca’ fark edince Berkay’a bir mandolin hediye ediliyor. Cahit Bey, “Düğünlerde cümbüş, klarnet, davul olurdu. Kulağımı dayayıp dikkatle enstrümanlardan çıkan sesleri dinlerdim” diye anlatıyor: “Müzikte kulak çok önemli; duyduğunu tekrar edebilme... Evdeki ‘Sahibinin Sesi’ gramofonunda klasik Türk müziği ve tangolar dinlerdim. Mandolini de, söylemesi ayıp bayağı iyi çalıyordum!” Bu arada bir sinema salonu hayatına giriyor. Berkay, iki yıl babasının işlettiği sinema salonunda kapıda bilet kesiyor, gişede satış yapıyor, yer yer ‘Makinist Süleyman Abi’ye çıraklık yapıyor!
SENE 1951: Baba Rıfat Bey, Abla Güner Aytaç, Cahit Berkay ve Anne Hacer Hanım
ISPARTALI İSMİM DEĞİŞİNCE…
Çeyrek yüzyıldan uzun zamandır İstanbul Çengelköy’de… Gazeteci, yazar ve siyaset bilimci Prof. Dr. Artun Ünsal’ın evindeyiz. Kemerlerinizi bağlayın; çünkü son 25 yıldır aynı yerde oturan Ünsal’ın hayatı muazzam bir hareketle başlıyor! 1942 yılında askeri doktor, psikiyatrist Gıyas Ünsal ile ev hanımı Güzin Hanım’ın tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba tarafı İstanbullu. Anne tarafı Giritli… Çocukluğu babasının görevleri sebebiyle şehir, şehir gezerek geçiyor; İstanbul, Ankara, İstanbul, Bursa… Ünsal altı yaşındayken, babası Ankara Tıp Fakültesi’ne geçiyor. Bu arada dönemin zorlu hastalığı tüberküloza yakalanan annesi sanatoryuma kaldırılıyor. Ailenin tek çocuğu, İstanbul’da, Giritli anneanne Fatma Hanım’a emanet ediliyor…
‘ASKER BAVULU GİBİ ORADAN ORAYA BİR HAYAT…’
Ünsal, “Asker bavulu gibi oradan oraya bir hayat! Anneannem benim hayatımdı” diye anlatıyor: “Aile şefkatini onda buldum. Çok güzel yemekler yapardı. Rumca ‘fato, fato…’ yani ‘ye’ derdi. ‘Ada Türkü’ydüler ve modern yaşarlardı. Anneannem, ‘Oğlum, biz Evropalıyız’ derdi…” Göztepe’de Pansiyonlu İlkokulu’na giden Ünsal, ikinci sınıfta ‘leyli’ oluyor. Üçüncü sınıfa geçtiğinde nihayet aile Ankara’da kavuşuyor. Bu beraberlik beşinci sınıfa kadar sürüyor… Baba Fransa’ya gidiyor. Ünsal annesiyle yeniden İstanbul’a geliyor ve yatılı okula dönüyor. Bir yıl sonra baba da geliyor; yine hep beraber Ankara’da buluşuyorlar. Ünsal, TED Ankara Koleji’nde yatılı hazırlık sınıfına başlıyor. Tam okula alışacakken ufukta yine bir seyahat görünüyor; Afganistan! Babası, Kabil Üniversitesi’nde doçent olarak bir pozisyon kabul ediyor…
“Prof. Dr. Artun Ünsal, çeyrek yüzyıldan uzun zamandır Çengelköy’de yaşıyor. Muhteşem Boğaz manzarasını görünce, geçen yıl yayınlanan son kitabı ‘Boğaz’ın İnsanları’nı yazmak için ona neyin ilham verdiğini hemen anlıyorsunuz!”
‘BABAMIN HASTASI OLMAMAYA ÇALIŞTIM!’
Aile 1954’te Afganistan’a gidiyor. 12 yaşındaki Artun Ünsal, bir yılını Kabil’de geçiriyor. Afgan Farsçası öğreniyor, her yerde olduğu gibi kendine arkadaş buluyor… Nitekim, bu ‘gel-git’lerin psikolojisini nasıl etkilediğini gülerek şöyle anlatıyor: “Fazla değil! Psikiyatr çocuğu olduğumdan evdeki kitapları, Freud’u genç yaşta öğrenmiştim. Babamın hastası olmamaya çalıştım! Babamın öğretilerinden biri; adaptasyondu… Nereye gidersen oraya uygun koşullara uyum sağlayacaksın! Gittiğim yerlerde ilk günler zorlanırdım. Sevilen öğrenci olduğumdan sonrası sorun olmazdı. Yaramaz ama çalışkandım. Sevilir ve genelde sınıf mümessili yapılırdım. Yabancı dillere, başka medeniyetlere, başka tür insanlara da öteden beri kendimi yakın hissettim.”
Sene 1950 Göztepe’de oyun zamanı!
Onunki aynı zamanda bir İstanbul hikayesi… Albümlerinde gezerken sanki zaman makinesiyle ışınlanmışız gibi detaylar anlatıyor. Zaten daha başlarken, “Her şeyi çok iyi hatırlıyorum…” diyor. İzzet Keribar, 1936 yılında, Gümüşsuyu’nda, varlıklı bir ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Babası Rıfat Bey eski bir İstanbullu Musevi aileye mensup. Annesi Ema Hanım’ın ailesiyse aslen Dedeağaçlı … Balkan Savaşı’ndan sonra önce Edirne’ye, daha sonra 1920’li yıllarda İstanbul’a göç ediyorlar. Çift, İstanbul’da evleniyor. İki çocukları oluyor; Leon ve İzzet. Babaları Rıfat Bey, jenerasyonlardır Tahtakale’de züccaciye işi yapıyor. Leon ve İzzet de Levanten mürebbiyelerle, oyuncaklarla güzel bir evde, güzel bir çocukluk geçiriyor.
LODOSLA UÇAN NAZİ BAYRAĞI…
Ta ki 1940’larda İkinci Dünya Savaşı’nın kasveti ülkeyi sarana kadar… Yan komşuları Alman Konsolosluğu’nun bahçesinde Gamalı Haç bayrağı sallarken İstanbul’da da önce karartma günleri başlıyor. Ekmek karneye bağlanıyor. Sonra… Keribar anlatıyor: “1942’de çıkarılan Varlık Vergisi’yle babam bütün mülklerini satmak zorunda kaldı. Ev ve dükkanını kaybetmedi ama ailemizden Türkiye’yi terk edenler oldu. Varlık Vergisi 11 ay sonra tedavülden kaldırıldı ama giden gitmişti… Benim hatırladıklarım; siyah storlar, sirenler, fenerler ve elbette yokluk… Büyükada’da yaza, mürebbiyelere paydos! Savaşın en kara yıllarında, 1944’te, bir pazar günü çok şiddetli bir lodos vardı. Alman Konsolosluğu’ndaki gamalı haçlı bayrak bu rüzgâra dayanamadı, parçalanıp direkten uçuverdi! Annem, ‘Bak bu Tanrı’nın bir işareti Almanya savaşı kaybedecek, göreceksin…’ demişti. Bu anı hiç unutmuyorum.”
TARİHİ İSTANBUL’DA ABİYLE FOTO-SAFARİ
Savaş bittikten sonraki on yıl içinde aile yeniden kendini toparlıyor. Küçük İzzet Keribar, önce Yeni Kolej’e, daha sonra Saint- Michel Lisesi’ne yollanıyor. En sevdiği şey; ağabeyi Leon ile İstanbul’u gezmek… Birlikte Karaköy’den tarihi yarımadaya, Ayasofya’dan Sultanahmet Camisi’ne ve surlara, her yerin altını üstüne getirirlerdi. Ağabeyi fotoğraf çeker, İzzet’e de işin inceliklerini anlatırdı. Keribar devam ediyor: “Harçlıklarımla bir ‘Regula’ fotoğraf makinesi almıştım ama gözüm ağabeyimin Leica’sındaydı. Liseyi bitirince babam bana da bir Leica aldı. Öyle heyecanlandım ki! Çekmecede yeri hazırdı ama sırf uyandığımda onu göreyim diye hep yanımda tutardım. Bu makineyle İstanbul’u çekmeye başladım; Karaköy’deki, Eminönü’ndeki balıkçılar, Ayvansaray’daki tersaneler… Şimdi elimde o dönemlerden kalma, dia ve siyah beyaz fotoğraflardan oluşan bir portföy var ama keşke daha çok olsaymış diye kendime ‘Aşk olsun İzzet’ diyorum!”
SENE 1940: Bahçede, 4 yaşında
Sene 1940’lar… Kırklareli’nde, Kepirtepe Köy Enstitüleri’ndeyiz… İstanbullu öğretmen Rezzan Hanım, burada Amasyalı müzik öğretmeni Selahattin Yücesoy ile tanışıyor. Birbirlerini seviyor ve Kırklareli’nde bir yuva kurmaya karar veriyorlar. Işıl Yücesoy, işte bu mutlu çiftin iki kızından biri olarak 1945’te dünyaya geliyor. Çok mutlu bir çocukluk geçiriyor. Sanatla dolup taşan bir evin içinde büyüdüğü için, kendi deyimiyle; Hayata 3-0 önden başlıyor! Annesi, içine hayallerini de katarak hiç durmadan ona hikayeler okuyor. Babasını, “Piyano çalışı… Hayatımda enstrümanıyla bu kadar bütünleşen yakışıklı bir erkek görmemiştim. Çok güzel keman da çalardı” diye anlatıyor. Sürekli şarkılar söyleniyor, şiirler okunuyor… Ancak bu dönem genç Işıl Yücesoy’un aklı fikri yaramazlıkta! Kız kardeşi Alev ile etrafı öyle bir canlarından bezdiriyorlar ki akrabalar annesine, "Ne olurdu birine Munise, diğerine Sakine ismini koyaymışsınız ya!” diye serzenişte bulunuyor!
Evinde buluştuğumuz Işıl Hanım, “Hürriyet gazetesi okurlarına sevgilerimle…” diyor…
BEDRİ RAHMİ’NİN RESİM ATÖLYESİNDEN KOVULDUM
İlkokul sonrası eğitim için ailesi onu önce Ankara’ya yolluyor. Ancak tek başınalık zor geliyor. Bir yılın ardından bütün aile İstanbul’da buluşuyor. Moda’ya yerleşiyorlar. Yücesoy, Kadıköy Kız Lisesi’ni bitiriyor. Sonrasında ne yapacağı meçhul… Işıl Hanım, “Sanata dair halen bir kıpırtı yoktu!” diye anlatıyor: “Sporcu mu olsam, eczacı mı olsam derken… Üniversite sınavlarında puan tutturamadım. Senem boş geçmesin diye misafir öğrenci olarak Güzel Sanatlar Akademisi’ne gittim. Ailede ressamlar vardı. Bedri Rahmi’nin sınıfına düştüm. Adam daha birinci günden, ‘Sakın ha, çok kabiliyetsizsin!’ dedi, beni gönderdi! Bir de büyük bir aşk acısı çekiyordum.” Ona yardım eli uzatan, tiyatro sanatçısı halası Muazzez Kurdoğlu olmuş… Yücesoy devam ediyor: “Beni çağırdı ve bütün yeğenleri arasında sadece bende bir yetenek gördüğünü söyleyerek konservatuvar sınavına girmemi önerdi. Onu dinledim ve sınavı kazandım.”
SENE 1951: Işıl 6 yaşında
KONSERVATUVAR’DA ‘IŞIL’, MÜZİK SAHNESİNDE ‘ARDA’
Böylece Ankara günleri başladı… Yücesoy, beş yıl boyunca Türk tiyatrosunun en yıldız isimleriyle eğitim görüyor; Arsen-Can Gürzap, Yücel Erten, Zeliha Berksoy, Deniz Gökçer, Cihan Ünal… Konservatuvar’ın son senesinde yeni bir kulisin kapısı açılıyor. Işıl Hanım anlatıyor: “Bir arkadaşım ‘Süreyya Gazinosu’na gidiyorum. Şanar Yurdatapan’la müzik yapıyoruz. Sen de provaya gel’ dedi. Meğer beni önceden gözlerine kestirmişler! Gittiğim gibi gruba dahil oldum. Orkestrasıyla ilk defa şarkı söylemeye başladım. Okulda sorun olmasın diye ‘Arda’ takma ismini kullanıyordum. Süreyya Gazinosu’na o dönem kimler gelmezdi ki! Herkes tuvaletli ve takım elbiseli olurdu.” Tiyatro da devam ediyordu! 1970 senesinde ‘Haydutlar’ oyunuyla ilk defa profesyonel olarak sahneye çıktı. Bir süre sonra yerel tiyatroların kurulmasıyla İzmir’e atandı. Ancak altı yılın ardından radikal bir kararla Devlet Tiyatroları’ndan istifa etti.
SENE 1955: Halası Muazzez Kurdoğlu ile