Şarkı repertuvarı gibi hayatının dönemlerini de bir an bile teklemeden müthiş bir akıcılıkta, heyecanla anlatıyor… İlham Gencer, “1923 doğumluyum… Seneye 100 yaşına basıyorum! Cumhuriyet’le yaşıt bir Cumhuriyet çocuğuyum!” diye başlıyor. Çocukluğa ait ilk anıları Bakırköy’ün gerçekten ‘köy’ olduğu zamanlardan… İstasyon üzerinde mütevazi bir evde büyüyor. Annesi ve babası o iki aylıkken ayrılıyorlar. Gencer’i annesi Nihal Hanım ve ‘beyba’ dediği dedesi Halil Nail Öget büyütüyor. Onun da hikâyesi var… Gencer anlatıyor: “Dedem Birinci Dünya Savaşı öncesinde dönemin en zenginlerindenmiş. Almanya ile Türkiye arasında ticaret yapıyormuş. Ben de Almanya’da doğmuşum. Ancak ortakları dedeme yanlış hesap yaptırıp iflas ettirmişler. Bunun üzerinde ben iki aylıkken İstanbul’a dönmüşler. Benim nüfus cüzdanım Bakırköy’de çıkarılmış. Annem sonra yeniden evlendi. Öz babam İbrahim Gencer’i yıllar sonra buldum ama hastalandı ve çok erken yaşta hayatını kaybetti.”
PİYANO DERSİNDE BİR KORSAN
Velhasıl, aile iki aylık yetim İlham ile Almanya’daki dadılı, lüks arabalı, güzel hayatı geride bırakıp Bakırköy’de mütevazi bir eve yerleşiyor ve dedenin emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyor. Almanya’dan getirdikleri tek eşya Nihal Hanım’ın konsol piyanosu… Evin geçimine katkı sunmak için çocuklara piyano dersi verirken bir de korsan öğrencisi oluyor; beş yaşındaki oğlu İlham! Gencer, “Alaylı olarak başladım…” diye devam ediyor: “Annem beni bir ‘piyanohane’ye de götürdü ama ben anarşistim! Cazcıyım! Türk sanat müziğinde ‘taksim’ vardır. Biz cazcılarsa doğaçlama yaparız. Onun için nota öğrenmedim ve böyle kaldı. Evde başladığım o piyanoyla o gün bugündür, 80 yıldır sahnedeyim!” Piyanonun akıbetiyse hüzünlü olmuş: “Çok ev değiştirdik. Neredeyse her yere bizimle geldi ama ben o piyanoya sahip çıkamadım. Maddi bir sıkıntı sebebiyle sattım. Neyse ki sonra yerine daha güzel, o dönem üç yalı fiyatı eden bir piyano aldım!”
GECELERİ MÜZİK, GÜNDÜZLERİ CETVEL
Piyanonun başına beş yaşında oturan Gencer, aile geçimine katkı için sekiz yaşından itibaren düğünlerde, sinema salonlarında akordeon çalmaya başlıyor. Öyle ki evin kirası Gencer’in mesaisiyle ödeniyor. Bu zor koşullara rağmen eğitimini de aksatmıyor. Gencer anlatıyor: “İlkokulu Bomonti’de tamamladım. Bu sürede iki defa zatürre geçirdim. Anneciğim bana çok iyi baktı, Heybeliada’daki sanatoryuma yolladı. Ortaokulu Şişli Terakki’de bitirdim. Sonra Kabataş Lisesi’ne geçtim. Son sınıfa kadar geldim ama geceleri müzik yaptığımdan gündüzleri uyuyordum. Özellikle de felsefe dersinde! Felsefe hocası Kehize Hanım da cetvelle başıma vurup uyandırıyordu. Beni iki defa sınıfta bırakınca Beyoğlu Erkek Lisesi’ne geçtim. Geceleri yine çalışıyordum. Uyku dinlemedim, derslerime çalıştım. Tüm imtihanları geçip 1948’de mezun oldum.”
ATEŞ BÖCEKLERİ EŞLİĞİNDE İLK SAHNE
1. Onunla konseri öncesinde kuliste bir araya geldik. Sabahat Akkiraz, 1956 yılının sonunda Hıdır Bey ile Zülfü Siyah Hanım’ın altı çocuğundan ilki olarak Mersin’de dünyaya geliyor. Sabahat Hanım, “Önce hemen bir yanlışı düzeltelim!” diyor: “Baba tarafım Sivas’ın Yaylacık köyünden. Hüviyetimi dedem çıkarıp doğum yeri olarak ‘Sivas’ yazdırmış ama Mersin’de doğdum. Doğum tarihi de kimliğimdekinden iki yıl sonra. Hayattan iki yaş kârım var!” Çocukluğu Mersin’de limon çiçeği kokuları arasında geçiyor. Kalabalık aile, hep beraber aynı avluya bakan apartmanlarda oturuyorlar; dedeler, neneler, ‘kivra’lar…
ANNEMİN SESİNDEN TÜRKÜLER
En büyük eğlence radyo. Ailece heyecanla arkası yarınları takip ediyorlarsa da anne Zülfü Siyah Hanım bir müzik tutkunu. Yurttan Sesler’i, türküleri dinlemeyi seviyor. Sesi de güzel… Sabahat Hanım, “Kulağıma giren ilk ses anneminki oldu; Mektebin Bacaları, Pencereden Bir Taş Geldi, Mamoş…” diye anlatıyor: “Radyoyla beraber plaklardan da halk müziği dinlenirdi. Zeki Müren severdi. Ben de beş yaşından itibaren annemden duyduğum türküleri söylemeye başlamıştım. Hatta beni duyan bir müzik öğretmeni babama, ‘Bu yaşta ses kaybetmeden okuyor… Bu çocuk müzisyen olur, bu söylediğimi unutma’ demiş.”
1) Ankara’daki ofisinde, duvardaki resimlerin hikâyelerini dün gibi hatırlayarak anlatıyor; Çukurova’da inek sağarken, İstanbul’da mahalle gezerken, bir başka seçim çalışması… Neredeyse 20 yıldan uzun süre yaptığı siyaseti pek özlemediğini de vurguluyor! Türkiye’nin seçilmiş ilk kadın bakanı İmren Aykut ile beraberiz. Hikâyesi Adana’nın Kozan ilçesinde başlıyor… Aykut, 1940 yılında memur bir baba ile ev hanımı annenin ilk çocuğu olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu Adana’nın en küçük kazalarından Bahçe’de geçiyor... Kendi deyimiyle ‘kibrit çöpü kadar minnacık’ bir yapısı var ama on kaplan gücünde! Sürekli yaramazlık peşinde! İmren Hanım gülerek başlıyor anlatmaya: “Derelerde ıslanır, dağlara çıkar, tahtayla aşağı kayardım. Güzel elbiselerim yırtılır, annem de devamlı pataklardı! Benden altı yaş küçük bir de kardeşim var ama tek çocuk gibi büyüdüm. Çok güzel bir çocukluktu.”
SENE 1945
Aile ile...
SENE 1953Ortaokul yılları...
KASABANIN TEK EĞLENCESİ: MARŞANDİZ
“17 yaşına kadar Çukurova bölgesinde yaşadım... Çocukluğumun geçtiği Bahçe, Adana’nın en küçük kazasıydı. Tren geçerdi. Bizim oradan tünele girer, arkadan Antep’ten çıkardı. Şehrin yegane eğlencesi de ‘marşandiz’ denen yük trenlerinin o tünelden geçişiydi! O saatte herkes giyinir kuşanır, marşandizin geçişini izlemeye giderdi! Tren yokuşta yavaşlayınca tünele girene kadar seyrederdik!”
TIP FAKÜLTESİ DEYİNCE ANNEM ÇOK AĞLADI
1) Sene 1960’lar… Kırklareli’ndeyiz. Uçsuz bucaksız tütün tarlalarında 11-12 yaşlarındaki yöre çocukları ellerinde rengarenk uçurtmalarla koşturuyorlar. Rekabet sıkı! Her uçurtma özenle hazırlanmış; manevraya uygun püsküller, özel tutkallar, uçmayı kolaylaştıran hafif çıtalar, rakip uçurtmaları ekarte edecek ufak keskiler… Kiminki daha yükseğe uçacak diye yarış devam ederken, uçurtmalardan biri diğerinin ipini kesiyor. Özgürlüğüne kavuşan kırmızı-mavi renkli uçurtma batıya, Yunanistan sınırına doğru süzülerek uzaklaşıyor. Uçurtmanın sahibi çocuk elinde kınnapla arkasından hüzünle bakakalırken içinden kendi kendine söz veriyor; “Bir gün ben de senin gibi Batı’ya uçacağım, peşinden geleceğim!” Sözünü tutuyor; o günden itibaren hiç durmadan uçuyor! Bugün evinin dört ayrı yer olduğunu söylüyor; Kırklareli, Zürih, İstanbul ve havalimanları! Turne ve konserler için sürekli geziyor. Ben onu İstanbul’da yakalıyorum… Dünyaca ünlü perküsyon sanatçımız Burhan Öçal ile beraberiz!
Fotoğraf: Selçuk ŞAMİLOĞLU
AMERİKAN FİLMLERİYLE GEÇEN ÇOCUKLUK
Öçal, 1959 yılında Kırklareli’nde dünyaya geliyor. Ailesi mübadil… Dedeleri Selanik, Kavala ve Drama göçmeni. Baba tarafı karayoluyla Trakya’ya gelip yerleşiyor. Anne tarafı önce gemiyle İzmir’e ulaşıp oradan Akhisar’a geçiyor. Ancak akrabalarıyla özlem baskın çıkınca onlar da Trakya’ya göç ediyorlar. Öçal, Kırklareli’nin ilk sinema işletmecisi, ‘Sinemacı Memet Öçal’ın yedi çocuğundan en küçüğü olarak doğuyor. Annesi Sahura Hanım, ev kadını… Hem sinema hem de müzik bakımından zengin bir çocukluk geçirdiğini söyleyerek başlıyor anlatmaya: “Babam çok güzel Amerikan, İtalyan, Fransız filmleri getirirdi. Aslında varlıklı bir aileden geliyor. Caz müziğe çok düşkün. 1932’de caz kuartet grubu var! Hayali sinema oyuncusu olmak ama taşrada imkânlar elvermeyince sinema işletiyor. Aralarında Münir Nurettin Selçuk’un da olduğu tiyatrocular getiriyor, konserler düzenliyor. Çocukluğumda makine dairesinde, kömür kokuları içinde taburede küçük delikten filmler seyrettiğimizi hatırlıyorum. Dünyaya bin kere gelsem yine aynı şekilde doğup büyümek, yaşamak isterim... Çok güzel bir çocukluğum oldu.”
YASTIKLAR ÜZERİNDE ‘PATA KÜTE’ İLK ETÜTLER!
Amerikan filmlerinden etkileniyor; Zorro seviyor, kovboy Ringolar, John Wayne, Humprey Bogart, Clark Gable… Evdeki gramofondan duyduğu caz müzik ve Rumeli ezgilerinin yerini zamanla Batı pop ve rock müziği alıyor; The Shadows, Beatles, Genesis, Police… Ancak bu arada babasının işleri bozuluyor. İflas ediyor. Aile maddi açıdan zora düşünce ne yapılacak? Öçal anlatıyor: “Ramazanda geceleri Roman davulcular gelirdi. Onlardan çok etkilenirdim. Daha 6-7 yaşlarındayken boynuma davul astıkları olurdu. Balkonda çalardım. Babam da bateri çaldığından ondan da etkilenmiştim. Annem endişeyle, ‘Memet Efendi bu çocuk davulcu olacak, okuması lazım!’ derdi. Oysa olan olmuştu! Babam da ‘Oldu bile!’ deyip bana İstanbul’dan 80-90 yıllık, yarı hurda, ikinci el bir bateri takımı aldı. Onu adam etmek için aylarca uğraştım. Bu arada ‘pata küte’ yastıklar üzerinde etüt başladı! Annem, ‘Eyvaaaah, yastık kalmadı evde!’ diye kızardı. Evdeki plakları dinleyip kulağımı da geliştirdim. 14-15 yaşımda ilk grubumu kurdum. Giden uçurtmadan esinle adı ‘Batı Rüzgarları’ oldu… Trakya’da birçok orkestrada çaldım, düğünlerde, özel günlerde para kazandık…”
Jeopolitik olarak ‘dış politika’ mesleğinin içine doğmuş desek yanlış olmaz! Onur Öymen, 1940 yılında felsefe öğretmeni Münir Raşit Rahman Öymen ile coğrafya öğretmeni Nebahat Öymen’in tek çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geldi. İki ebeveyn de öğretmen olunca öğrenim hayatı daha çok küçük yaşlarda başladı… Öymen, “Onların tecrübe ve telkinlerinden çok yararlandım” diye başlıyor: “Babamın bir hikayesi vardır. Öğrencileri neden hiç kızmadığını sorarlar… Onlara, ‘Ben kızarsam, size kızmamayı kim öğretecek?’ diye yanıt verir. Bizim meslekte de kızmayacaksınız, her konuyu serinkanlılıkla değerlendireceksiniz!” Ancak Öymen’in aile evinde geçirdiği vakit çok kısıtlı oluyor, çünkü ilkokul birinci sınıftan itibaren öğrenim hayatı boyunca hep yatılı okuyor.
Sene 2003, Milletvekilliği dönemi…
‘BEN OKULDA BÜYÜDÜM’
Önce Galatasaray Lisesi… Yedi yaşından itibaren 12 yılını okulda geçiriyor. Öymen, “Bir anlamda okulda büyüdüm” diyor. Evde iki denetmen olduğundan dersleri hep iyi bir öğrenci! Arkadaşlarıyla gündemlerindeyse hep güncel konular var: “Rahmetli Prof Bülent Tanör ve Ali Sirmen okul arkadaşlarımdı. Türkiye’nin sorunlarıyla yakından ilgilenirdik. O dönem Kıbrıs meselesi gündemdeydi. Çanakkale şehitleri için bir anıt yapılacaktı. Milliyet Gazetesi, masraflara katkıda bulunmak için kampanya açmıştı. Abdi İpekçi’yle konuşup, sokaklarda Milliyet gazetesi satarak kampanyaya katılmıştık. Böyle bir sosyal çalışma tecrübemiz olmuştu. Dış politikayla o zamandan itibaren ilgileniyorduk.”
GÜNDEMİ HEP POLİTİKA
Dönemin geleneği Galatasaray Lisesi’nden sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi, nam-ı diğer Mülkiye’ye devam etmekti. Öymen de 1959 yılında Mülkiye’ye girdi. Ankara’ya taşınmak onun için konaklama açısından çok şey fark ettirmedi; zira yine yatılıydı… Daha birinci sınıfta, sınıf arkadaşlarıyla beraber kendini Türkiye’nin siyasi olaylarının içinde buldu. Anlatıyor: “Mülkiye geleneksel olarak toplum sorunlarıyla çok ilgili bir fakültedir. Bizim zamanımızda da hem toplum hem siyasi hayat çok hareketliydi. 1960 ihtilali öncesi olayları yakından izliyorduk. Sonrası da tarihi bir dönemdi. Yeni Anayasa’nın yazım çalışmaları İstanbul Hukuk Fakültesi’yle birlikte Ankara’da Mülkiye’de yapılıyordu. Biz öğrenciler de yeni Anayasa yazım sürecinin yapıldığı toplantılara girer ve izlerdik.”
“Kimyacılıktan geliyor olsa gerek; salata soslarını çok iyi yaparım! En çok ballı hardallı sosum beğenilir; bal, hardal, sirke, nar ekşisi, tuz, karabiber, şeker… Kıvırcığı bir anda farklılaşır. Makarnalarım da meşhur. Çok da iyi çorba yaparım. Keyfim kaçıksa mutlaka sebze çorbası yaparım. Çeşitli malzemeleri katmak, doğramak, onları izlemek bana terapi gibi gelir. ”
Enerjisi inanılmaz! Ekranlarda nasıl görünüyorsa gerçek hayatta da o kadar neşeli, hareketli, heyecanlı… Söyleşi ve ıspanaklı börek için sözleşmiştik. Öncelik ıspanaklı börekte! Sofraya oturuyoruz; Sahrap Soysal, “Profesyonel yemek kariyerim bundan 20 yıl önce bu masada bir espriyle başladı!” diye gülüyor… Geçen 20 yıla sayısız televizyon programı, ödüllü kitaplar, makaleler sığdırdıysa da biz ‘Sahrap Abla’nın hikayesini en baştan dinleyeceğiz… Soysal, 1959 yılında yüksek inşaat mühendisi bir baba ile ev hanımı bir annenin altı çocuğundan biri olarak Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde dünyaya geliyor. Babası Hasan Ataman İTÜ’den yüksek inşaat mühendisi olarak mezun olduktan sonra büyüdüğü kırsalı kalkındırmak için memleketine dönüyor. Filmlerdeki gibi çeşme başında görüp aşık olduğu Hikmet Hanım’la evleniyor. Soysal, “Çok mutlu bir çocukluk geçirdim” diye başlıyor: “Baştan dördüncü, sondan üçüncü çocuktum. Ortanca çocuk olarak sürekli kendimi farklılaştırmaya uğraşırdım. Yetenekliydim; güzel konuşurdum, çok çalışkandım, çok sosyaldim, tiyatro kolundaydım, bütün aktivitelerdeydim.”
ALTI YAŞINDA İLK YÖRESEL TADIMLAR
Aile, babanın işi sebebiyle sık sık şehir değiştiriyor. Bundan en memnun olan ‘ortanca çocuk’, zira her gittikleri yerde babasıyla yörenin lokantalarını, özel tatlarını keşfe çıkıyorlar. İlk durakları, Elazığ oluyor. Soysal, “İlk gurme gezilerim ben altı yaşımdayken başladı” diyor: “Bingöl’de koyun sütüyle yapılmış olağanüstü bir sütlü çay içmiştim… Bugün bile tadı damağımda. İçine tereyağı koymuşlardı ve ‘macchiato-cappucino’ tadındaydı. Hafızam da kuvvetlidir. Çocukluk tatlarını hiç unutmadım. Tattığım her şeyi de aklımda tutardım.” Sahrap Hanım mutfağın dışıyla olduğu kadar içiyle de ilgiliymiş… Daha küçük yaşlarda annesinin çırağı olduğunu anlatıyor: “Apartmanımızda İtalyanlar vardı. Onlardan ‘garnitür’ kelimesini duymuştum. Herkese garnitürler servis ederdim. Annem de çok yemek pişirirdi. Aile kalabalık olduğundan gelenimiz gidenimiz çok olurdu.”
Bütün o muhteşem pastoral tablolar bugünlerde İstanbul’da yaşadığı atölyesinden çıkıyor… 25 yıla yakın resim yaptığı Ankara’dan sonra artık İstanbul’da. Ancak fiziki olarak! Zihniyse çocukluğunun geçtiği kırsal Anadolu’da… Ressam Yalçın Gökçebağ, bizi de tablolarından birinin içine doğru çekiyor, zamanda yolculuk yaptırıyor… 1940’ların Anadolu’sundayız… Gökçebağ, Denizli’nin Çal ilçesine bağlı bir köyde Tahir Bey ile Hayriye Hanım’ın üç çocuğundan ikincisi olarak dünyaya geliyor. Babası, gezici başöğretmen. Günleri at üzerinde köyleri gezerek geçiyor. Gökçebağ dört yaşındayken ailece Zeyve Köyü’ne geliyorlar. Gökçebağ, “Çocukluğum orada geçti” diye başlıyor anlatmaya: “İki tepenin böğründe kurulmuş tam bir köydü! Üzümü meşhurdu. Bize de devamlı üzüm hesabı yaptırırlardı; ‘Bir kilo üzüm, şu kârdan ne kadar olur? Bana üzüm sepetlerini toplama işi verilirdi. Eşeğin sırtından hiç inmez, bağlarda dolaşır dururdum!”
AL YOYOYU, VER BOYAYI
Ancak Gökçebağ’ın tarımdan ve üzüm hesabından daha ilgili olduğu bir alan vardı; resim! İlkokul birinci sınıfta öğretmeni annesine, ‘Yeteneği var çünkü bu yaştaki çocuklar genelde resimleri karşıdan bakarak yaparlar. Yalçın hep profilden yapmış’ diye bilgi vermişti. İkinci sınıftaysa, dış güçlerin müdahalesiyle işin rengi değişmiş! Gökçebağ anlatıyor: “Okula Marshall Planı doğrultusunda yardım yapıldı. Bana mavi bir yoyo, arkadaşım Hüseyin Akdede’ye de pastel boya seti düştü. O devirde daha pastel boya diye bir şey yok. Hüseyin’le kurcaladık, tadına baktık şeker mi diye… Sonra ben ‘Boya mı acaba? Enteresan…’ dedim ve biz Hüseyin’le hediyeleri değiştik. O pastel boyayla ben açıldım ve okulun ressamı oldum! Derslerim de kötü değildi ama aşağı yukarı bütün okul boyunca resim ağırlıklıydım.” Bir diğer ilgi alanı müzikti… Bunda da babasının evde çaldığı cümbüş ve udun etkisi vardı.
Sene 1948, Başöğretmen baba Tahir Bey ve anne Hayriye Hanım ile...
KÖY ENSTİTÜSÜ’NÜN
En son bundan 10 yıl önce, Ankara’daki evinde, yine aynı koltuklarda oturmuştuk. O zamanlar CHP Genel Başkan Yardımcısı’ydı. Söyleşi vesilemiz siyasetle birlikte yürüttüğü faal müzisyen kimliğiydi. Bu sefer bütün hayat hikayesini dinlemek üzere karşısındayım! Emrehan Halıcı, “1956 senesinde Konya’da, büyük bahçeli güzel bir evde doğdum” diye başlıyor… Dedesi Sabri Halıcı, tıpkı soyadları gibi, halı dükkanı sahibi. Babası Feyzi Halıcı şehrin kültür hayatına yaptığı katkılarla tanınıyor… Emrehan Halıcı, Halıcı Apartmanı’nda Feyzi Bey ile Nermin Hanım’ın ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Çocukluğu, dedesine dükkânda yardım ederek geçiyor. Kepenkleri açıyor, hesaplara bakıyor, öğleden sonra yumuşacık halılar üzerinde yarım saatlik şekerleme yapmayı seviyor!
Sene 1965-66
‘KONYA’DAN ZEKİ ÇOCUK SORUYOR!’
Gazi Mustafa Kemal Paşa İlkokulu’nda da sevilen bir öğrenci… Maharetleri dışarıdan ziyade içeride… Emrehan Bey’den dinleyelim: “İlkokulda çok çelimsizdim. Arkadaşlarım hep benden daha gürbüz, daha ataktı. Mideme denk gelen bir futbol topu sonrası nefes sorunu yaşadım. Toptan korkar hale gelince yetkin olduğum başka alanlar aradım. Mantık soruları ve matematiğe ilgim olduğunu anladım. İlk sorum şuydu; ‘Her şeye lazım. Bu nedir?’ Cevap; İsim! İsmi olmayan hiçbir şeyden bahsedemeyiz. Ablam Gülhun’la bu bilmeceyi radyoya yolladık. Bir akşam, ‘Konya’dan zeki çocuk Emrehan Halıcı soruyor’ diye bizim bilmeceyi duyunca çok sevindim! Çözümü zor görülen ama cevabı verildiğinde gülümseten soruları sevdim; mutlu sonlu sorular!”