1) Jilber Barutçiyan, 1962 senesinde eski İstanbullu bir Ermeni ailesinin ferdi olarak dünyaya geliyor. Baba Rober Barutçiyan sanayici, küçük atölye ve fabrikaları var. Bulgar göçmeni annesi Meliha Toydemir ev hanımı. Barutçiyan, çiftin tek çocuğu olarak ‘O zamanlar oralar gerçekten bağ, bahçe ve dutluktu!’ diye tarif ettiği Kadıköy civarında büyüyor. Aile doğaya meraklı. Oyun alanı kâh komşu köşklerin bahçeleri oluyor, kâh ormanda kestane topluyorlar, kâh hep beraber denize dalmaya gidiyorlar. İlkokuldan sonra Galatasaray Lisesi’ne giriyor. 13 yaşından itibaren yatılı okuyor. Okulda herkes takım sporlarına ilgi duyarken Barutçiyan doğadan vazgeçmiyor; takım aktivitesi olarak izciliği seçiyor. Üniversite eğitimi için yine ‘keşif’ barındıran bir alanı, İstanbul Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nü tercih ediyor. Ancak burada okumaya pek hevesi yok… Barutçiyan, “Arkeolojiye merakım vardı ama daha çok girmesi kolay bölüm diye tercih ettim” diyor: “İki sene devam ettim. Ailem vefat edince 22 yaşında İsviçre’ye taşındım. Lozan’da yakınlarımız vardı. Amacım okulu burada bitirmekti ama üniversite çarkının içine bir türlü giremedim. Sonunda çalışma hayatın atıldım.”
‘NEREDEN BULDUN BU MANTARLARI KARDEŞİM’
Barutçiyan, “Herkes gibi genç yaşta bulaşıkçılık yaparak başladım” diye devam ediyor: “Sonra bir hastanede çalıştım, ithalat-ihracat işi yaptım, kendi şirketimi kurdum, uzun yıllar oranın Milli Piyango İdaresi’nde çalıştım, sonra bar, kafe işletmeciliği derken… 25 yıl geçti. Emekliliğim çıkınca Türkiye’ye döndüm.” Buraya kadarı kurumsal hayatı… Şimdi hikâyeyi biraz geriye sarıyor, 40 yıl önce çalıştığı hastane dönemine dönüyoruz. Hastane orman içinde. Doğa düşkünü Barutçiyan da iki, üç saatlik öğlen molalarını orman içinde yürüyüşlerle değerlendiriyor. Devamını kendisinden dinleyelim: “Yürüyüşlerimden birinde mantarlarla karşılaştım. Birkaçını toplayıp millete gösterince ‘Nereden buldun bunları kardeşim!’ diye delirdiler. Meğer tesadüfen kıymetli mantarları bulmuşum. Sonra baktım mantar merakı Avrupa’da milli spor gibi. Her yağmurdan sonra millet çoluk, çocuk mantar toplamaya gidiyor. Türkiye’deyken evimizde çok kozmopolit bir mutfak vardı. Mantar da yenirdi. Ben de böyle merakla başladım. Önce hobi oldu. Sonra tutku haline geldi.”
1 yaş
2) ÖLDÜRENİ DE VAR GÜLDÜRENİ DE
Mantarların en çok nesi onu büyülemişti? Barutçiyan, “Çeşitlilik, renklilik çok büyüleyici… Binlerce tür mantar var; öldüreni, zehirleyeni, güldüreni…” diye yanıtlıyor: “Dünyanın en zahmetsiz doğa sporu… Her yaşta yapılabiliyor.” Ancak öğrenmesi öyle kolay değilmiş… Barutçiyan, “‘Mantarcılık’ biliminin ismi ‘mikoloji’dir ama ‘Mikolog olacağım’ diye üniversiteye başvuramıyorsunuz. 1950’li yıllardan beri üniversitelerde kürsüsü yok. Değişik bilim dallarından gelen insanlar yapıyor bunu” diyor.
Onu dinlemek, Türkiye’nin dört bir yanında aynı anda bulunmaya ve zaman içinde seyahat etmeye benziyor. Gazeteciliğin bütün dinamizm ve heyecanını halen bünyesinde barındıran bir isim Yalçın Bayer! Dünyaya geliş hikâyesi de hareketli… Babası Rıfat Bey, Bulgaristan’ın Stefano köyünde doğuyor. O dönem orası Romanya içinde. Rıfat Bey 1934’te Köstence’den İstanbul’a gelen bir gemiye ‘kaçak’ olarak binip İstanbul’a geliyor. Buradan da akrabalarının bulunduğu Çorlu’ya geçiyor, Ermeni terzi Dikran Bey’in yanında çalışmaya başlıyor. Kalfalıktan sonra mesleğe dükkân sahibi olarak devam ediyor. Kendi gibi göçmen Hacer Hanım ile evleniyor. Hacer Hanım’ın ailesi Kosovalı. Onlar da Balkan Savaşları’ndan kaçarak ‘anavatan’a geliyorlar. Babası, Hacer Hanım henüz bir yaşındayken bütün aileyi bir manda arabasıyla 15 günde Çorlu’ya getiriyor. Acı dönemler geçiriyorlar.
Yalçın Bayer’in, gazete almayan veya okumayana çok kızdığı bilinir. “Gazete kağıttır” der: “Eline değmedikçe ve kokusunu hissetmedikçe okudum denmez.”
KOLA KUTULARINDA FESLEĞEN
Bayer, Rıfat Bey ile Hacer Hanım’ın altı çocuğundan ilki olarak 1944 tarihinde dünyaya geliyor. Yalçın Bey, “Hüzünlü bir çocukluktu” diye başlıyor anlatmaya: “Göçmenlere verilen kerpiç evlerde büyüdük. Ninemle oruç tutardım. Annem, bahçeyi çok severdi. Ayçiçek kafalarından ve kabaktan tekerlek yapmak oyuncağımız sayılırdı. Maksutlu Köyü’ne gidip dövene binmeyi unutamam. Sonra NATO çerçevesinde Çorlu’ya radar-dinleme aygıtları yapılınca Amerikalılar geldi. Bir Amerikalı personelin giyilmiş blucinini almak modaydı! Ben ilk kola kutularını orada görmüştüm. Annem bu kutuların içinde fesleğen yetiştirirdi.”
SENE 1975 Eşim Türkan ile nikah...
İLK MİTİNGİ 14 YAŞINDA İZLEDİ
1) Doğduğu yerin de haşmetli isminin de bir hikâyesi var… Bendevi Palandöken, 1948 yılında Malatya’da dünyaya geliyor. Anlatmaya, “Palandöken tabii Malatya’yı çağrıştırıyor” diye başlıyor: “Büyük dedem Erzurumlu. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılında dedem süvari kaymakam, amcam da zabıt kâtibiydi. İkisi de Ruslara esir düşünce babaannem, baba ocağı olan Malatya’ya kendi ailesinin yanına dönüyor. Babam Malatya’da doğuyor. Torunlara isimler aile büyükleri tarafından verilirdi. Rahmetli babaannem de manalı isimler olsun istemiş. Büyük ağabeyimin adı Penahi. Benimki Farsça ‘yücelmek, yükselmek, azad edilmek’ anlamına gelen Bendevi. Bir de kız kardeşimiz var. O da Serpil…” Aile, özellikle de babaanne, ‘Agah Efendi’nin kızkardeşi’ olarak Malatya’da çok tanınıyor. Ticaretle uğraşıyorlar. Baba Selahattin Palandöken’in bakkal dükkânı var. Ayrıca Malatya’nın meşhur bahçeleri için alım, satım işleri yapıyor… Ancak Bendevi Bey 7-8 yaşlarındayken, baba ani bir rahatsızlıkla hayatını kaybediyor…
Dükkâna aldığı ilk teraziyi de saklıyor…
KADERİ BABA MESLEĞİ
Anne Nazire Hanım, önce bir süre üç çocuğuyla Malatya’da kalıyor. Sonra 1956 senesinde bir diğer amcanın ‘Buraya gelin, çocuklar okula devam etsin’ çağrısıyla Ankara’ya taşınıyor. Malatya’daki mal mülk satılıyor. Ankara’nın Cebeci semtinde mütevazi bir giriş kat dairesi satın alınıyor. Büyük çocuk Penahi ve Serpil, planlandığı üzere okula devam ediyorlar. Ortanca çocuğun kaderindeyse baba mesleği var! Henüz ortaokul ikinci sınıftayken ticarete atılıyor. Mahalledeki ‘Bakkal Amca’dan aldığı sakızları okulda satarak günlük harçlığını çıkarıyor. Bu arada ailenin gelir ihtiyacı artıyor. Bendevi Bey devam ediyor: “1962’de Cebeci’de bir bakkal dükkânı açtık. Sonra da hayat mücadelesi başladı… Hem okula gidip gelir hem iş geliştirmek için fikirler üretirdim. Ailenin tüm yükünü taşıyan kişiydim. 13 yaşında esnaf oldum. Çok haşarı olmamakla birlikte işkoliktim! ”
‘KİRDEN’DEN SOĞUK GAZOZ
1- Önce yeni albümü konuşalım… ‘Elli Buçuk’, iki bölümden oluşuyor. ‘Elli’de yeni dört şarkı ve 1986 tarihli ‘Ak Kuşlar Kara Kuşlar’ın yeniden kaydı, ‘Buçuk’ta ise, Ortaçgil’in TRT İzmir Radyosu’nda Ümit Tunçağ tarafından 1969 yılında kaydedilen ‘Anlamsız’, ‘Niçin’, ‘Şık Latife’ gibi şarkıları var. Ortaçgil, “Başlangıçla bitiş arasındaki serüvenin kayda geçmesini istedim” diye başlıyor: “Zamanla insan öyle bir doygunluk durumuna geliyor ki eski tabirle ‘velut (bereketli)’ olamıyor. Şarkılar güzel olmuyordu veya tamamlanmıyordu… Yeni albümün itici gücü 11 yıl önce ezgisi hazır olan ‘Elli’ şarkısı… Şimdiye kadar yazdığım bütün şarkı isimlerinden bir ‘sudoku’ yapıp yeni bir anlam yükleme fikri beni çok heyecanlandırdı ve bir anda şarkıları bitirme gücü geldi. ‘Buçuk’ tarafı ise nasıl yayınlayacağımı yıllardır bilemediğim 1969 yılındaki şarkılarım… Meraklıları için ‘Bu adam 50 yılda nereden nereye gelmiş görsünler’ diye koyduk.”
‘TV’DE ELVIS’İ SEYREDERDİM…’
Peki ya kendi kişisel hikâyesi nerede, nasıl başlamış? Bülent Ortaçgil, tıp doktoru bir baba ve ev hanımı bir annenin üç çocuğundan en büyüğü olarak 1950’de Ankara’da dünyaya geliyor. Çocukluğu, Selanik ve Arnavutluk’tan Osmanlı Dönemi’nin son yıllarında Türkiye’ye göç etmiş anneanne ve dedelerinin de oturduğu Ulus’taki evde geçiyor. Aile, Ortaçgil dokuz yaşındayken doktor babanın ihtisası için Amerika’ya gidiyor. İçe kapanık bir çocuk olan Ortaçgil’in hayatına müzik ilk burada giriyor… Bülent Bey anlatıyor: “Televizyonda Elvis Presley’i seyrederdim. Babam da müzik seven ve dinleyen birisiydi. Evde pikap ve dönemin Elvis Presley, Dean Martin gibi popüler isimlerinin olduğu plaklar vardı. Aynı zamanda klasik müzik ve opera da dinlenirdi. Başta sevmesem de sonra hepsinden hoşlanmaya başladım. Dolayısıyla tek boyutlu olmayan bir müzik beğenim oluştu. Bu arada ilk müzik enstrümanıma kavuştum; oyuncak bir ksilofon! Sesler çıkarıp çalmaya çalışırdım.”
Sene 1950’ler / Baba Zafer Kemal, anne Nesrin ve kardeşi Ercüment Ortaçgil’le, Ankara
‘SPARTALILAR GİBİ BİR DÜNYA’
1- New York’ta dünyaya gelen, çocukluğu Tayvan’dan Venezüela’ya yerkürenin dört bir yanında geçen yönetmen ve senarist Canan Gerede için ‘dünya vatandaşı’ desek yanlış olmaz. Ancak merkez üssünün İstanbul olduğunu söylüyor; “İnsan her zaman köklerine döner. Kalbim İstanbul’da” diyor. Söyleşimizi de Nişantaşı’nda evinde yapıyoruz. Bize, sayısı 10’u geçen kedileri de eşlik ediyor. Gerede, hepsini tek tek takdim ederken bahçedeki 20 kedi de bizi dışarıdan izliyor. Canan Gerede’nin biyografisi, “Diplomat Cemil Vafi ve Reşiha Akman’ın tek çocuğu olarak New York’ta dünyaya geldi” diye başlıyor. Gerede, “Baba tarafım Giritli” diye anlatıyor:
“Annemle babam bir tren seyahatinde karşılaşıyorlar. Bir ay sonra evli olarak New York’a gidiyorlar. Annem o sırada İngiliz Edebiyatı okuyor. Eğitimi yarıda kalıyor ama hep piyes tercüme ediyor. Çoğu halen Şehir Tiyatrosu’nda gösterilir.”
Canan Gerede, Zeynep Bilgehan
“Dedem Ali Vafi’nin 10 çocuğu vardı. Çocuklarını iyi okutabilmek için deri, sabun, zeytinyağı fabrikalarını Girit’te bırakıp İstanbul’a göç etmiş. Kuruçeşme’deki Memduh Paşa korusuna yerleşmişler. Babam önce yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne gidiyor. Oradan Sorbonne Üniversitesi’ni bitirip Dışişleri Bakanlığı’na giriyor. Annemle bir tren seyahatinde karşılaşıyorlar. Bir ay sonra Başkonsolos olarak görev yapacağı New York’a evli gidiyorlar. Sene 1943. Ben de orada doğuyorum.”
Baba Cemil Vafi, anne Reşiha Akman ve 4 yaşındaki Canan...
İLK İŞİM: KARAKAS’TA BAR DEKORASYONU
Üç yaşına gelene kadar New York’ta kalıyorlar. Sonra sırasıyla Ankara, Yunanistan, Londra, Arjantin, Formosa’ya gidiyorlar. Menderes döneminde babası merkeze çekiliyor. Gerede bu esnada İstanbul’da anneannesi Necla Öke’nin yanında kalıyor. İki sene sonunda yeniden yollar görünüyor: Tayvan, İsviçre, Venezüela... Canan Gerede, “Ayrılıklar hep duygulu oluyordu” diye anlatıyor:
1- Moda’daki atölyesi ne kadar çok yönlü bir kişilik olduğunu hemen ele veriyor… Bir tarafta sayısı 600’ü bulan renkli emayeleri, diğer yanda tuvali duruyor. Çizim masasının üzerinde dünyanın en prestijli dergilerinden New Yorker için tasarladığı kapaklar asılı. Eski fotoğraflarını çıkarırken aynı anda yeni sergisinin lojistiğini organize ediyor… Karşımda uluslararası üne sahip grafik sanatçımız Gürbüz Doğan Ekşioğlu var. Hikâyesi, bu ara çok revaçta olan sosyal medyada paylaştığı ‘Gecenin Rüyası’ serisindeki yıldızlara ilham veren Karadeniz’de başlıyor. Ordu’nun Mesudiye ilçesinde memur bir baba ve ev hanımı bir annenin beş çocuğundan en küçüğü olarak dünyaya geliyor. Ekşioğlu anlatmaya başlıyor: “Mesudiye kıraç bölgeydi. Karadeniz’in bereketi olmadığından, para da hazır gelmediğinden tek çare okumak. O yüzden herkes çok aydınlanmacıydı. Babam ilkokul mezunuydu ama okumayı seven, tarih meraklısı biriydi. Şiirler, destanlar yazardı.”
ÖDEVİ OLAN SIRAYA GİRDİ
Baba Şevket Bey şiire olduğu kadar mizaha da meraklı… Çocuklara sık sık şakalar anlatıyor. Anne Hatice Hanım da ailenin sanatçı kolunu oluşturuyor. Ailesinde Zehra Aral gibi ressamlar var. En küçük çocukları Gürbüz Doğan da ebeveynlerinin mizah ve sanat özelliklerini alıyor. Sorunlara sürekli çözüm bulmaya çalışan, mantıklı, becerikli bir çocuk oluyor. Yazın köye gittiklerinde çamurdan heykeller yapmayı, kalın dal parçalarını yontarak yaptığı kayıkları yağmur birikintileri üzerine inşa ettiği barajlarda yüzdürmeyi seviyor. İlkokula Ordu’da başlıyor. El becerileri burada önce bir öğretmeninin dikkatini çekiyor; ‘Sen çok güzel resim yapıyorsun, seni mutlaka yarışmalara sokmak lazım’ diyor. Onu, mahalledeki arkadaşları izliyor. Namı yayılınca resim ödevleri için herkes Ekşioğlu Ailesinin kapısını çalıyor!
Sene 1956/Memleketi Mesudiye, Aşağı Gökçe köyünden aile fotoğrafı...
DÜNYALAR BENİM OLDU
Ekşioğlu, “Sürekli resim yapardım” diye devam ediyor: “Lise resim öğretmenimiz Necati Yeşilyurt resimleri çok beğenip ‘Sen mutlaka Akademi’ye gitmelisin’ deyince hazırlanmaya başladım. O arada Milliyet Gazetesi sanat eki vermeye başlamıştı. Karikatürist Turhan Selçuk, Ali Ulvi Ersoy, Tan Oral, Semih Balcıoğlu karikatürlerinden beslenirdim ama asıl hedefim ressam olmaktı. Bu gayeyle üniversite sınavına girdim ancak yerimi bulmam biraz maceralı oldu. İlk sene sınav iptal edildi. İkinci seferde önümde oturan aday bana ‘Tatbiki’ yi önerdi. İlk sınavı geçtim. İkinci aşamadaki mesleki sınavı geçemeyince fındık bahçelerimize faydası olur diyerek Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde Ziraat Fakültesi’ne kaydoldum. Oradan Yıldız Üniversitesi İnşaat Fakültesi’ne geçtim. İki sene orada okudum ama aklım Tatbiki’de kalmıştı. Çok üzülmüştüm. Yeniden sınava girdim. Bu sefer Grafik Sanatlar Bölümü’nü dereceyle kazandım. Dünyalar benim oldu.”
1- Bilmeyenler için önce kısaca tanıtalım… Lokantası ‘9 Ece Aksoy’, Asmalımescit’in hemen girişinde yer alıyor. Tuğla duvarları dışında bir dekorasyonu yok. Mönüsü de minimalist; zeytinyağlılar, hamur işleri… Hafta sonu gecelerinde içerideki kalabalık dışarı taşar. Lokanta, bara dönüşür. Gastronomi yazarı Vedat Milor, burayı ‘şahsiyetli bir mekân’ diye tanımlıyor: “Yaratıcısının imzasını çok güçlü olarak taşıyan, nevi şahsına münhasır bir mekân. Ece Hanım’ın evinin uzantısı gibi bir yer.” İşte bu ‘şahsiyetli’ mekânın sahibi Ece Aksoy, geçen ay sektördeki 40. yılını geride bıraktı…
BUGÜN KOCANLA YARIN SEVGİLİNLE...
Söyleşimize, “Dükkânımı her gün 40 yıl önceki o ilk gün gibi açıyorum” diye başlıyor: “En büyük prensibim, bana takılan isimle, hep ‘karakutu’ olmak. Bugün sevgilinle, yarın kocanla gelirsin. Bugün geldiğin arkadaşınla yarın küsersin…. Beni hiçbiri ilgilendirmez! Beni sadece bana sevgiyle gelmen ilgilendirir. Ben de sevgiyle hizmet ederim.”
Gizlilik uyarısını yaptıktan sonra filmi başa sarıyoruz…
Soldaki Ece Aksoy, sağdaki Zeynep Bilgehan
KITLIK ZAMANI
Kendi de adı gibi neşeli! Diyor ki, “Babam herhalde ismimi bu yüzden ‘Neşe’ koymuş… Adımı hak etmek için hep neşeli olmayı tercih ediyorum!” Neşe Erberk, mimar bir baba ve ev hanımı bir annenin ikinci çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya geliyor. Yaşıyla ilgili hiçbir sıkıntı yaşamadığını söyleyerek tam tarihi de veriyor; “14 Ekim 1964! Terazi burcuyum!” Rumeli göçmeni ailesinden anneannesinin renkli gözlerini ve göbek adını (Beria) alıyor. Neşe ve ağabeyi Cengiz, kalabalık bir ailenin içinde yetişiyorlar. Ancak Erberk, “Okuldan eve, evden okula sadece ders çalışan, pek de sosyal olmayan bir çocuktum” diye başlıyor: “Teşvikiye İlkokulu’ndan sonra Robert Kolej’e girdim. Lisede uzun boyum sebebiyle voleybola başladım. O zaman açıldım.”
Sene 1970'ler: Baba Sedat Bey, anne Gülsen Hanım ve ağabeyi Cengiz Erberk ile...
AMATÖR MANKEN ARANIYOR...
Asıl açılmasıysa lise sonuncu sınıftayken annesinin onu bir defileye götürmesiyle oluyor. Erberk, “O zamanlar Halit Kıvanç’ın sunuculuk yaptığı defileler vardı” diye anlatıyor: “Mankenlerin giydikleri kıyafetleri, ‘Bu gördüğünüzün kumaşı şu, detayı şöyledir’ diye tarif ederdi. Podyumda dönemin meşhurları Hülya Yiğitalp, Merih Akalın ve Nergis Kumbasar yürüyordu. Müzik eşliğinde yürümeyi çok heyecan verici bulmuş, çok özenmiştim… Sene 1982’ydi. Bu defileden altı ay sonra ‘Zeki Triko amatör manken arıyor’ diye bir ilan gördüm. Denemek için başvuru yaptım ve seçildim! İlk defile Pera Palas’taydı. Podyumda müzik eşliğinde yürümek, çeşitli kimliklerle farklı giysileri tanıtmak fikri çok hoşuma gitti. Her tür ruha bürünebilmek beni heyecanlandırıyordu. Bu defileden sonra moda yayını Vizon Dergisi’nin yarışmasına katıldım. Kazanırsam modelliği daha ‘profesyonel’ olarak yapabilirdim. ‘Bayan Vizon’ da seçildikten sonra annem beni hemen güzellik yarışmasına hazırlamaya başladı.”