Zeynep Bilgehan

Futbol bu kardeşim, astronomi ilmi değil ki!

5 Aralık 2021
Spor basınının duayen ismi Şansal Büyüka, nam-ı diğer ‘Şansal Abi’ ile buluştuk... Hem eski albümleri karıştırdık hem Türk sporunun dününü, bugününü konuştuk. Üç yıl önce kendini ‘televizyondan emekli’ eden Büyüka, “İnsanlar zaten seyrediyor, futbolu da herkes biliyor. Astronomi ilmi değil ki kardeşim... Uzaya adam yollamıyoruz sonuçta, burada maç seyrediyoruz! İzleyici kim taraflı kim samimi hemen anlıyor. Fanatizm inanılmaz boyutlarda” diyor.

Beni, bir gazeteciye yakışır şekilde onlarca albümle karşılıyor. Yolculuğa aile kökenlerinden başlıyoruz. Büyüka, 1800’lerde Kafkasya’dan Düzce’ye göç etmiş bir ailenin dördüncü ve en küçük çocuğu olarak 1947 yılında Sivas’ta dünyaya geliyor. Neden Sivas? Çünkü baba Ömer Büyüka yüksek orman mühendisi ve memuriyet icabı memleketin her yanını dolaşıyorlar. Şansal Bey, “Hani ‘Edirne’den Van’a her yeri gezdim’ derler ya, bu bizim ailede gerçekleşmiş” diye gülüyor. Ortaokul son sınıfa kadar fidanlıklardan elma topladığı, sert geçen kışlarda okula atlı kızakla gittikleri, kendi deyimiyle ‘Doktor Jivago filmi gibi bir çocukluk’ geçiriyor.

Gazeteciliğe 1973’te Milliyet’te muhabir olarak başlıyor. 1990’lardan itibaren televizyonlarda spor yayıncılığının hem temelini atıyor hem de bugünlere getiriyor. Neredeyse 50 yıllık bir macera!

TEMBEL AMA KÜLTÜRLÜ BİR ÖĞRENCİ

Bir sonraki tayin yeri anne memleketi Sakarya oluyor. Küçük Şansal Büyüka, uzun süre buraya alışamıyor. Bazı günler özlem gidermek için Sakarya’dan Sivas’a giden otobüsleri takip ediyor. Sakarya Lisesi’nde tembel ama kültürlü bir öğrenci... Büyüka, “Her sene üç, beş dersten ikmale kalır, eylüldeki imtihanlarında geçerdim. Roman severdim” diye devam ediyor: “Hikâyeler yazardım. Türk dili ve edebiyatına düşkündüm. O niyetle İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girdim ama Farsçalar, Arapçalar, gramerler benim gibi tembel bir talebeyi hiç açmadı. Yarım dönem İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ne gittim. Orası da beni kesmedi. Sonra Gazetecilik Yüksekokulu’nu bitirdim. Üçüncü denemede aradığımı buldum!”


SENE 1966: “Amcamın 70’li yıllara damga vuran Kızıltoprak sahil lokantası önünde küçük amcam ile birlikte.”

ÖNCE LOKANTADA, SİNEMADA ÇALIŞTIM

Üniversitede zaman sadece derslerle geçirmemiş... Büyüka: “Amcamın Kadıköy’de işletmeleri vardı; sinema, lokanta. Her işi yaptım; gişede bilet kestim, film çuvallarını sırtıma yükleyip iki günde bir Beyoğlu’nda film değiştiriyorduk. Lokantada kasaya bakardım.”

Yazının Devamını Oku

‘Ben bir oyun çocuğuyum!’

28 Kasım 2021
İstanbul’un kültür sanat hayatının kalbi Beyoğlu’na komşu, tiyatro dekoru gibi bir mahallede doğuyor. Sahne tozunu hem izleyici hem oyuncu olarak daha çok küçük yaşta yutuyor. Şehir Tiyatrosu’nun sanatçı kadrosuna gir-diğinde henüz 16 yaşında! Bugün sahnede 45’inci yılını geride bırakmasına, 100’e yakın farklı oyunda rol almasına rağmen ‘tiyatro’ dendiğinde halen heyecanlanan Cem Davran ile eski albümleri karıştırdık…

Sahne hayatında 45’inci yılını geride bırakan Cem Davran, “Ben bir oyun çocuğuydum. Allah beni tiyatro geleneğinin ortasına atmış!” diye başlıyor… 3 Mart 1964 tarihinde Kasımpaşa’da Mehmet ve Naciye Davran çiftinin ikinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Işıltılı Beyoğlu’nun hemen komşu ilçesindeler. Kültür-sanat da bir aile işi… Babası Mehmet Bey, Şehir Tiyatroları’nın aksesuar şefi. Davran, “Babam çok küçük yaşta Yeşilçam’da çalışmaya başlamış. Lakabı ‘Altınkafa Mehmet… Kasımpaşa’da kendinden büyüklerin bile akıl danıştığı, öngörüsü, zekâsı dikkat çeken bir genç. Dönemin en büyük film şirketi sahibi, yönetmen Nevzat Pesen’in yanında başlıyor. İlk işi Türk sinemasının 1950’li yıllardaki efsane filmleri Samanyolu, Bulunmaz Uşak, Küçük Hanımefendi gibi filmlerin yapım amirliği… Sonra 1962’de Muhsin Ertuğrul ve Behzat Budak, babamı Darülbedayi’ye yani Şehir Tiyatrosu’na ‘aksesuar şefi’ olarak transfer ediyor. Dedem Emek Sineması’nın bekçisi. Amcam var, o da Yeni Melek Sineması’nın makinisti…” diye anlatıyor. 

6 YAŞINDA TECRÜBELİ BİR TİYATRO İZLEYİCİSİ

Davran da Kasımpaşa-Tepebaşı arasında, Şehir Tiyatrosu’nun önemli oyuncularının da komşuları olduğu, çok kültürlü Aynalıçeşme Mahallesi’nde büyüyor. Kendi anlatımıyla ‘adeta bir tiyatro setinin içinde’: “Cumbalı evlerin, Rumların, Ermenilerin, Türklerin, mükemmel komşuluk ilişkilerinin olduğu bir yerdi. Tam dibinde Darülbedayi’nin en önemli sahnesi Dram Tiyatrosu vardı. Çok beğenilen ‘Kulüp’ gibi bir ortam… Zaten o hikayenin sahibi benim çocukluk arkadaşım, menajerim Rana Denizer… Bu büyülü atmosferden etkilenmeme ihtimaliniz yoktu.” Aklı fikri tiyatroda… Gece gözlerini kapıyor; rüyasında dönemin ünlü oyuncuları Suna Pekuysal’ı, Agah Hün’ü, Feridun Karakaya’yı görüyor. Babasıyla İstiklal Caddesi’nde yürürken gözü hep afişlerde… ‘Yeni Komedi Tiyatrosu’nda oynanan ‘Hacıyatmaz’ı izlemek istiyor. Beşinci defa! Babası, ‘Matematikten pekiyi almak’ şartıyla onu tiyatronun arka kapısından sokup teknisyenlere emanet ediyor. Salondaki koltuklarda bir yandan oyunu seyrediyor bir yandan da kendini sahnede hayal ediyor. Henüz altı yaşında…

Ortaokul yılları... Takdirname belgesi alırken...

‘İLK KAZANCIM 75 KURUŞU ANNEME VERDİM’

İlk sahne tecrübesi ilkokul dördüncü sınıfta; ablasının mezuniyet müsameresinde, gelmeyen bir öğrencinin rolünü alıyor. Ondan sonra okul piyeslerinin aranılan ismi oluyor! 12 yaşında, Şehir Tiyatroları’nın Çocuk Eğitim Birimi’ne giriyor ve yevmiyeli oyuncu olarak çalışmaya başlıyor. Oyun başına kazancı; 75 kuruş. Davran, “Bu parayı anneme verirdim” diye ekliyor... Oyunculuğu öğrenirken, aksesuar şefi babası sayesinde bir yandan da sahne arkasında çalışıyor. Davran anlatıyor: “Kasımpaşa’da Şehir Tiyatroları’nın yüz binlerce aksesuarının durduğu bir deposu vardır. Yaz aylarında babamla oranın düzenlenmesine yardım ederdim. 30 küsur yıllık eşyaların envanter numaralarını metal üzerine kırmızı yağlı boyayla ben yazmıştım! Bu tecrübe sayesinde bugün herkes gitse, ben kendi dekorumu kurabilirim.” 13 yaşında turnelere gitmeye başlıyor. 1980’de 16 yaşındayken ‘stajyer sanatçı’ olarak devlet memuru kadrosuna alınıyor. Henüz reşit olmadığından, kendisi için ‘özel yetenek maddesi’ işletiliyor ve aylık maaşa bağlanıyor. 

Yazının Devamını Oku

Andican’dan Akşehir’e, fabrika işçiliğinden devlet bakanlığına... Bir azim hikâyesi

21 Kasım 2021
Doktor, akademisyen, yazar, siyasetçi… İYİ Parti İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Ahat Andican ile buluştuk. Bizi, iki sezonluk bir diziye konu olabilecek kadar çok ve çeşitli maceralarla dolu hayatında bir yolculuğa çıkardı! Andican, “Zorluklarına karşın hayat, senaryosunu kendi çabalarımızla yazabileceğimiz bir mucizedir. Onu dolu dolu yaşayıp yaşamamaksa bizim seçeneğimiz…” diyor.

Sene 1910... Rus İmparatorluğu’nun, bugün Özbekistan sınırları içinde yer alan Andican şehrindeyiz. Bölgenin ileri gelenlerinden ‘Hacı Galip’ küçük oğlu Yoldaş’ı da alarak hacca gidecek. Mekke ve Medine’den önceki durak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ‘Halife şehri’ İstanbul… Bu ziyaret vesilesiyle 8-9 yaşlardaki oğlunun ismi ‘Hacı Yoldaş’ oluyor. Hacı Yoldaş, İstanbul’dan büyülenerek memleketine dönüyor. Andican’daki güzel hayatları 1917’deki Bolşevik Devrimi’ne kadar sürüyor. Rus İmparatorluğu, Sovyetler Birliği’ne dönüşürken bölgedeki çiftlik sahiplerinin malları ellerinden alınıyor. Hacı Galip hayatını kaybediyor. Oğlu Hacı Yoldaş ise 1928’de başlatılan kolhozlaştırma (kolektivizasyon) uygulaması sonucunda ‘kulak’ yani ‘halk düşmanı’ ilan ediliyor. Çalışma kampına gönderilmekten kıl payı kurtuluyor ama Emir Timur döneminden bu yana ailesinin yaşadığı toprakları terk etmek zorunda kalıyor. Yolda eşini kaybeden Hacı Yoldaş iki çocuğuyla komşu ülkeye, ‘Afgan Türkistan’ındaki Kunduz Bölgesi’ne yerleşiyor.

KUNDUZ’DAN TÜRKİYE’YE GEMİ GÜVERTESİNDE GÖÇ…

Burada kalmaya niyeti yok; aklı henüz küçük bir çocukken gördüğü İstanbul’da… Fakat İkinci Dünya Savaşı patlak veriyor ve sınırlar kapatılıyor. Dolayısıyla Türkiye hayali bir süre beklemek zorunda kalıyor… Şeker ve sabun imalatı işine giren Hacı Yoldaş burada iyi bir hayat kuruyor. Oğlu ve kızını evlendiriyor. Kendisi de yeniden evleniyor. 1951 yılında oğlu ‘Ahat’ dünyaya geliyor. Derken, Türkiye’de iktidar değişiyor ve Adnan Menderes hükümeti sınırları açıyor! Hacı Yoldaş, yeni eşi ve küçük çocuğuyla yeniden yollara düşüyor; bir yük gemisiyle Pakistan’dan Basra’ya, Bağdat’tan sonra da trenle Adana’ya ulaşıyorlar. Bir süre Seyhan Nehri’nin kenarında çadırlarda konakladıktan sonra ‘iskânlı göç’ politikasıyla Konya’nın Akşehir ilçesine yerleşiyorlar. Hacı Yoldaş burada kendine ikinci kez ‘yeni bir hayat’ kuruyor. Kunduz’dan getirdiği üç balya Türkmen halısını sermaye yapıyor. Kendilerine verilen arazilerle ailesine iyi bir hayat sunuyor.



Yazının Devamını Oku

‘Unkapanı’nda bir Batılı kemancı’

14 Kasım 2021
Sene 1980. İstanbul’da, AKM’deyiz. 12 yaşlarında konservatuvar öğrencisi iki arkadaş ellerinde notalar, gözlerinde dürbün balkondan aşağıdaki konseri izliyordu; solist hangi parmakları kullanıyor, tellere nasıl basıyor… Arkadaşlardan biri dört yıl sonra kendini bu sahnede ‘solist’ olarak bulacaktı. Bu genç, dünyaca ünlü keman virtüözümüz Cihat Aşkın’dan başkası değildi! Aşkın ile kendi müzik tarihinde bir yolculuğa çıktık, AKM’den Unkapanı’na pek çok durağa uğradık…

Türkiye’nin kültür-sanat gündeminin son iki haftadır en çok konuşulan olayı, 13 yıllık bir aranın ardından yeniden kapılarını açan Atatürk Kültür Merkezi oldu… Açılış haftasında ilk senfonik konserin solist sanatçısı da dünyaca ünlü keman virtüözümüz Cihat Aşkın’dı. En sonuncusu geçen ay İKSV’den aldığı ‘Onur Ödülü’ olmak üzere sayısız ödülü olan Aşkın, bugüne kadar dört kıtada verdiği üç binden fazla konserler, resitaller, seminerler, dersler ve yayınların yanı sıra İTÜ İleri Müzik Araştırmaları Merkezi (MİAM) ve Türk Müziği Devlet Konservatuvarı’nda dersler veriyor; Türk bestecilerinin eserlerini tanıtarak ilk seslendirme, arşiv ve yayın faaliyetleri yürütüyor. Onu iki konser arası MİAM’daki ofisinde yakaladım. 

İLK DERS: DO, RE, Mİ; GERİSİNİ SEN ÇÖZ

Cihat Aşkın, hafız bir baba ile ev hanımı bir annenin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1968 yılında İstanbul’da dünyaya geliyor. İki katlı bir evin içinde, huzurlu bir aile ortamında büyüyor. Çok küçük yaştan itibaren merakı belli ve tek: müzik! Radyodan çıkan ahenkli sesleri dinlerken kendinden geçiyor. Sokakta top oynamayı ‘çocukluk’ olarak gördüğü için sevmiyor. Onun yerine televizyonda halk dansları izlemeyi tercih ediyor; ezgileri ve sonrasında atılan adımları takip edip çözdüğü koreografiyi Dikilitaş İlkokulu’ndaki arkadaşlarına öğretiyor. Besteler yapıyor, koro kurup yönetiyor. Henüz sekiz yaşında! Ailesi de bu muazzam ilginin farkında. Okuldan eve geldiği bir gün onu bir sürpriz karşılıyor; bir mandolin! Aşkın, “Sevinçten havalara uçtum!” diye anlatıyor: “Hemen telleriyle oynamaya, çalmaya başladım. İlkokul öğretmenim Gülnigar Gündem bana üç nota öğretti; ‘Do, re, mi… Gerisini sen çözersin’ dedi. Bu yolla keşfetmeyi öğrendim. Telleri kendime göre akort edip melodiler çıkarmaya çalıştım. Sesler zaten kulağımdaydı…”

SENE 1981: Babası Sami ve annesi Remziye Aşkın ile...

HAFIZ BABANIN VİRTÜÖZ OĞLU...

Ailesinde müzisyen yoktu. Ancak müziğe karşı özveri ve algı vardı. Aşkın, “Hafız olan babam Sadettin Kaynak gibi büyük ustalardan eğitim almıştı ve nota okumasa da makamların hepsini çok iyi bilirdi. Annemin de sesi güzeldi” diye devam ediyor: “Yetenekli olduğumu gören anne ve babam beni ilkokul dördüncü sınıfta TRT Çocuk Korosu imtihanlarına soktu. Sınavda benden çocuk şarkısı söylememi istediler ama ben daha olgun şeylerden hoşlanıyordum. Onlara televizyonda dinlediğim yabancı ezgilere bir kitapta gördüğüm şiiri uydurup yaptığım besteyi anlatınca bana ‘Sen koroya hiç girme, konservatuvar sınavına gel ve bizi bul’ dediler.” Konservatuvardan önce Aşkın’ın bir durağı daha olacaktı… Babası onu ‘Beşiktaş Turizm ve Güzelleştirme Derneği’nin korosuna yazdırdı.

SENE 1983: AKM izleyicisi, geleceğin müzisyenleri Cihat Aşkın ve Hakan Şensoy“Keman benim için bir aşk... Bir tutku. Bir şeyi sevdiğiniz zaman nasıl peşinden giderseniz ben de 10 yaşındayken o sesi duyup onun peşinden gittim. İnsanın hayattaki yolunda karşısına bir sürü güçlük çıkabiliyor. Bu güçlükleri yenebildikleri takdirde daha olgunlaşmış, daha üstün seviyelere taşınıyorlar. Ama her şey o ilk aşkla, elektrikle başlıyor. Sevgi olmadan yürümek imkansız.”

Yazının Devamını Oku

Çocukken de yerimde duramazdım

7 Kasım 2021
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Malatya Milletvekili Veli Ağbaba ile çocukluk ve gençlik günlerine yolculuk yaptık… Bugün TBMM’nin en hareketli isimlerinden olan Ağbaba eskiden de bir türlü yerinde duramazmış. Öyle ki, sürekli kolunu kırdığından köyün kırık çıkıkçısının müdavimi olmuşlar! Ağbaba, “Artık tecrübeli milletvekili oldum ama Genel Kurul’da da halen hiç yerimde duramam, herkese laf atarım” diyor.

Malatya’ya bağlı Yazıhan ilçesinin Karaca Köyü’ndeyiz… Sene 1968. Aylardan, köy takvimine göre ‘koç salımı’ dönemi. Veli Ağbaba, kerpiç bir evin salonunda Hüseyin-Elif Ağbaba çiftinin beşinci çocuğu olarak dünyaya geliyor. Baba Hüseyin Bey çiftçilikle uğraşıyor; çift sürüyor, koyunları, inekleri var. Aileleri de bir hayli geniş; dayılar, amcalar... Ancak 1970 yılında köyün erkeklerine gurbet yolu görünüyor. Diğerleriyle birlikte Hüseyin Bey de ailesini geride bırakarak ‘gurbete’ gidiyor. Veli Ağbaba, çocukluk günlerini “Babamı çok özlediğimi hatırlıyorum” diye anlatmaya başlıyor: “Yılda bir kez geldiğinde hediyeler getirirdi. Beni en mutlu eden hediye bisikletti. Bizim köye beş kilometre uzaklıkta Kuruçay diye bir yer vardı; günde dört kez gidip gelirdim! Çok yaramaz bir çocuktum. Sürekli kollarım kırılırdı. Köydeki kırık çıkıkçı Ali Dayı bana hemen çubuk yapardı. O yüzden iki kolum da düz değildir!”




ANNEMLE DAMDA UYURDUK
Hasret uzun sürmüyor. Veli Ağbaba, annesi Elif Hanım ile beraber 1973 yılında Almanya’ya gidiyor. Stuttgart’a yakın bir kasabada, bir çiçek üreticisinde işçi olarak çalışan babalarının yanına yerleşiyorlar. Küçük Ağbaba burada da sürekli hareket halinde; hızlıca Almanca öğreniyor. Annesi ve diğer akrabalarına tercümanlık yapıyor. Sekiz aylık Almanya macerasından sonra aile çocuklarını okula yazdırmak üzere yeniden Türkiye’ye götürüyor. Götürüyor ve geri Almanya’ya dönüyorlar… Ağbaba, evde büyük abla ve ağabeyleri Cemile, İsmail, Zehra ve Hür’e emanet ediliyor. Yine hasret günleri başlıyor… Ağbaba, “Özellikle annemi çok özlerdim çünkü yazları onunla damda beraber uyurduk” diye anlatıyor: “Karaca Köyü İlkokulu’na yazdırıldım. Her öğlen eve koşar tarhana çorbası içerdim. Bizde köyün çerezi tarhanadır. Kışın sobanın üzerine koyar, ısıtır, yeriz… Okulu da arkadaşlarımı da çok seviyordum. Yaramazlıklarım da devam ediyordu. Traktörden atlar başımı yarar, dana gütmeye gidip danalarla kavga edip dönerdim. Yazları anneannemle bahçede kalırdık. Babaannem beni ‘kara danam’ diye severdi…”

Yazının Devamını Oku

Ayda 500 bin takım elbise satan Abdullah Kiğılı: Düğmem kopsa dikemem!

31 Ekim 2021
Bir zamanlar Pera’da… Takım elbise ve şapkasız dolaşılmayan yıllarda… Takım elbiseler ‘hazır’ satılmaz, kumaş alınır terziye gidilirdi. Kapalıçarşı’da bir genç adam, bir kumaş dükkanında “Ne yapabilirim?” diye dört dönüyordu… Tecrübesi azdı ama girişken ve çalışkandı. Aradan 55 sene geçti… Bugün 70 ilde, 200’den fazla mağazasıyla ayda 500 bin takım elbise satan Türkiye’nin duayen perakendecilerinden Abdullah Kiğılı, “Bana ‘Al şu gömleğin düğmesini dik’ desen dikemem ama ‘Fabrikasını idare et dersen’ en iyisini yaparım!” diyor...

Sohbete büyük ünlü uyumuna uymadığı için söylemekte zorlandığımız soyadıyla başlıyoruz! Abdullah Bey, “İnsanlar artık yavaş yavaş alıştı ama Türkçe’de ‘i’, ‘ğ’ ve ‘ı’ harflerinin yan yana geldiği pek fazla kelime yok. Kiğı böyle bir yer! Benim aile kökenim de orada” diye gülümseyerek açıklıyor. Kiğı, ünlü uyumuna başkaldırdığı gibi bir türlü bir vilayete de bağlanamıyor. Erzincan’dan alınıyor, Elazığ’a veriliyor. Oradan alınıyor, Bingöl’e geçiyor. Bugün beş bin kişinin yaşadığı bir ilçe ama dede Ahmet Kiğılı, 1936 yılında, soyadını aldığı ilçeden ümidi kesiyor ve ailesini Malatya’ya taşıyor. Abdullah Bey, Süleyman-Kifaye Kiğılı çiftinin üç çocuğundan en küçüğü olarak 1943 yılında Malatya’da dünyaya geliyor. Ancak burada da fazla kalmıyorlar ve 1952’de İstanbul’a göç ediyorlar. Aile kumaş işi yapıyor. Baba Süleyman Bey’in Ermeni bir ortakla 1938’de açtığı ‘Kiğılı’ isimli ufak dükkân da İstanbul’da kumaş ticaretinin kalbi olan Kapalıçarşı civarındaki Sultanhamam’a taşınıyor.

‘ÇEKOSLOVAK MENDİL BEYİM SOLMAZ BUNLAR!’

Abdullah Kiğılı, 1950’lerin İstanbul’unda, Beyazıt semtinde sıcak komşu ilişkileriyle mutlu çocukluk geçiriyor. En büyük zevki futbol oynamak. İleri uçta iyi bir santrafor oyuncusu! Dersleri pek parlak değil… Her sene bir, iki dersten ikmale kalıyor ama sonunda sınıfı geçmeyi başarıyor. İstanbul Erkek Lisesi’nden mezun oluyor. Edebiyata meraklı. Bu alanda eğitim düşünüyor. Ancak bir talihsizlik sonucu baba Süleyman Bey hastalanıyor. Dükkan üç çocuktan birine emanet edilecek ama kime? Kiğılı, “Benden altı yaş büyük ağabeyim Zeki, eczacılık fakültesi öğrencisiydi, ‘Dükkanın kapısından girmem!’ dedi. Ablam da olamazdı. İş başa düştü, çaresiz başladım” diye anlatıyor. Tecrübesiz değildi. Babası onu yaz tatillerinde bir manto dükkanına ‘staj’a yolluyordu: “Hanın girişinde çığırtkanlık yapardım; kadın müşterileri ‘Mantoya bak bayan!’ diye içeri alıyordum. Bir yaz kazandığım parayı sermaye yaptım. O dönem solmayan, buruşmayan Çekoslovak yapımı erkek mendilleri vardı. Bayramlardan önce tezgahı yere serer ve bağırarak satardım: ‘Çekoslovak beyim Çekoslavak, solmaz beyim solmaz!’”

SENE 1940: Malatya’da baba Kiğılı Süleyman Bey’in ilk dükkan açtığı Şirket Hanı.

‘BABAM İÇİN MASRAF İSRAF DEMEKTİ’

Ancak kendi işini yapmakla babanın dükkanı arasında fark vardı... Abdullah Bey, “Babam muhafazakar biriydi. Dükkanı da öyle işletirdi” diye devam ediyor: “Mevcutla iktifa eder, haline şükrederdi. Gelişmek gibi bir düşüncesi yoktu. Masrafı, ‘israf’ olarak görürdü. Bizim işimiz erkek kumaşıydı; takım elbiselik, pantolonluk, ceketlik... Babam kumaşları üç, beş toptancıdan alırdı. Yeni renkler bizde olmazdı çünkü ‘satılmaz’ diye bakılırdı. Sene 1964. Müşterilerimiz orta halli insanlardı; memurlar, öğretmenler… Aldıkları kumaşları mahalle aralarındaki terzilere götürür, elbise diktirirlerdi. Hazır giyim diye bir şey yoktu. İlk iş, anacığıma rica ettim, babamı akraba ziyareti diye 15 günlüğüne Malatya’ya gönderdim. O arada dükkanı yeniledim, mağazayı çiçek gibi yaptım! Dönüşte babam, ‘Eyvah gitti paralar!’ diye sitem etti…”

Yazının Devamını Oku

'Yemeklerimi bir tek annem beğenmez!'

24 Ekim 2021
Yemek hazırlamak, onun için yalnızca karın doyurmak için yapılan bir eylem değil... Sorunca, “Hayatımdaki en büyük tutkum” diyor. ‘MasterChef Türkiye’nin jüri üyelerinden Somer Sivrioğlu ile buluştuk... Bize büyüdüğü Kadıköy sokaklarını, kimsenin bilmediği hobi ve meraklarını, anneannesinin mutfağını, en sert jürisi olan annesinin restoranlarını ve Avustralya günlerini anlattı. Ayrıca iyi restoran seçimi ve lezzet sırlarından küçük tüyolar verdi.

Hikâyesi 1971’de Kadıköy’de başlıyor... Baba tarafı Eskişehir kökenli ama yıllar önce İstanbul’un Kadıköy ilçesine yerleşiyorlar. Somer Sivrioğlu, “Kadıköy’de, tam olarak Rexx Sineması’nın karşısına” diye detaylandırıyor çünkü bu detayın hayatında önemli bir yeri olacak! Annesi de Kadıköylü... Çift çok geçmeden boşanıyor. Somer Şef de Kadıköy sınırları içinde biraz anne, biraz baba evinde ama daha da çok sokaklarda büyüyor. Hem yemekle hem de hayatla ilgili ilk hatıralarının Rexx Sineması’nın karşısındaki aile apartmanında olduğunu söyleyerek başlıyor: “Apartmanda kapılar hiç kapanmazdı. Yemeği o sırada nerede oynuyorsak o evde yerdik. Anneannem Balkan göçmeniydi. Onunla çok zaman geçirirdim. Çok iyi börek ve karnıyarık yapardı. Halen en sevdiğim yemek karnı yarıktır. Çok güzel Balkan yemekleri yapardı. ‘Şekerpare yaptım, gelin’ diye çağrı yapar, bütün aile onun evinde toplanırdı. Yemeğin birleştirici gücünü ilk kez orada gördüm.”



‘EVİMİZİN ÜNLÜ MİSAFİRLERİ’

Somer Şef’in anneannesiyle bir başka ortak keyfi daha vardı; Rexx Sineması’nda film seyretmek... Öğreniyoruz ki ilk aşkı da aslında yemek değil sinemaymış! Anlatıyor: “Sinemaya çocukluğumdan beri düşkünüm. Anneannemle haftada bir mutlaka Yeşilçam filmlerine giderdik. Bir Cüneyt Arkın hastasıydım. Halen Hollywood ve Yeşilçam filmleri üzerine çok bilgim vardır. Yarışmaya girsem iyi derece alırım! Liseden itibaren okulun kültür-edebiyat kolu başkanıydım. Piyeslerde oynardım. Annem üçüncü kez evlendiğinde bana başka bir kapı açıldı. Annemin eşi Altın (Pınar) ağabeyin arkadaşları sanatçılardı. Savaş Dinçel, Müjdat Gezen, rahmetli Tuncel Kurtiz, Ferhan Şensoy hep bizim evdeydi. Onlardan çok etkilendim.”

'ANNEM HERKESİ KOVUNCA...'

Yazının Devamını Oku

‘Kırık kalpler’in usta tamircisi... “Türkiye’de yaratıcılığı, Amerika’da fırsatı buldum”

17 Ekim 2021
Sene 1960’lar… Amerika Birleşik Devletleri’nin Delaware eyaletinde bir erkek çocuğu söylene söylene bahçedeki çimleri biçiyor. Babası, kendi memleketi Türkiye’de alışık olduğu üzere oğlunun da bahçeyle ilgilenmesini istiyor. Onunsa aklı fikri harekette! Öyle tutkulu bir spor aşığı ki sürekli vücudun nasıl çalıştığını kurcalıyor; acaba ne yaparsa daha kuvvetli kaslara sahip olup daha hızlı koşabilir, dizi incinirse bunu nasıl tamir edebilir? Bu merak sonunda onu dünyanın en ünlü doktorlarından biri yapıyor… Prof. Dr. Mehmet Öz ile beraberiz!

Onu New York’taki stüdyosunda, ofisinde yakalıyorum. Tıpkı yaşadığı şehir gibi kendisi de çok hızlı! Sevimli bir aksanla konuştuğu mükemmel Türkçesi, beyninin çalışma hızına yetişmekte adeta zorlanıyor. İnternetteki biyografileri ‘Babasının görevi nedeniyle 1960’ta Cleveland’da doğdu’ diye başlıyor. Ancak biz filmi daha geriye saracağız… Prof. Dr. Öz, “Babam Mustafa Öz Konya’nın Bozkır ilçesindendi. 1925’te doğmuş ve orada büyümüş” diye başlıyor: “Annem Suna Öz’ün ailesiyse saray kökenli. Çerkez olan anneannemin anneannesi haremdeymiş. Anneannemin annesi haremde doğmuş. Onları alan Abdülmecit Efendi 1861’te ölünce haremden ayrılmışlar ama hep İstanbul’da kalmışlar. Babam ile annem, İstanbul’da terzilik yapan halam sayesinde tanışmış. Babam devlet bursuyla tahsil için Amerika’ya gidecekmiş. Annemin elbiselerini diken halam, anneme babamdan bahsetmiş. Robert Koleji mezunu olup Amerika’yı hep çok merak eden annemin ilgisini çekmiş. Yaz aylarında babamla tanışmışlar. Kısa müddet sonra nişanlanıp evlenmişler ve 1955’te Amerika’nın yolunu tutmuşlar.”

SENE 1961: Atlanta

‘ÇOCUKLUĞUM İKİ ÜLKE ARASINDA GEÇTİ’

Çiftin üç çocukları oluyor. Mehmet Öz, 1960’ta Cleveland’da doğuyor. Bir yıl sonra kız kardeşi Seval Atlanta’da doğuyor. Aslında ailenin niyeti bundan sonra Türkiye’ye dönmek ama… Prof. Öz anlatmaya devam ediyor: “Babam verem üzerine çalışmalar yapıyordu. Türkiye’de o dönemler imkanlar çok kısıtlıydı ve babam gördü ki orada pek istikbal yok. Maaş da daha iyi olduğundan biz Delaware’de kaldık. Diğer kız kardeşimiz Nazlım da burada doğdu. Benim çocukluğum kış aylarında Delaware’in Philadelphia kentinde, yaz aylarındaysa hiç kaçırmadan, her sene üç aylığına, imtihanlar biter bitmez soluğu aldığımız Türkiye’de geçti. Yaz sonu da okullar açıldıktan ancak bir hafta sonra gelirdik çünkü annem hiç dönmek istemezdi. Yazları ilk seneler annemin ailesiyle Erenköy’deydik ama sonra babam hem Türkçe’yi ilerletmem hem de Türkiye’yi daha iyi anlayabilmem için kendi akrabalarının yanında vakit geçirmemi istedi; Ankara, Bozkır, Konya, Küçükçekmece…”

Yaş 2

‘ABD’DE İLERLEME, TÜRKİYE’DE KÜLTÜR VARDI’

İki ülke arasında büyümek Prof. Dr. Mehmet Öz’ü nasıl etkilemiş acaba? Beni, “İkisi bambaşka dünyalardı” diyerek yanıtlıyor: “Amerika çalışmak içindi… Başarılı olmak için ders çalışırdım, iyi bir öğrenciydim, spor takımlarında oynardım. Türkiye’ye döndüğümdeyse bambaşka bir yerdi… İstanbul zaten çok özel, dünyada ona benzeyen şehir yok. Philadelphia ise Amerika’nın kalbinde, endüstrinin merkeziydi. Fabrikalar var ama Beyoğlu yok, Boğaz yok… Bunları gördüğümde hem çok sevdim hem de Türklüğümü hissetmeye başladım ama bir ayağımı Amerika’da tutmakta menfaat gördüm. 1960’larda Amerika bir numaralı ülkeydi. İkinci Dünya Savaşı’nın galip devletiydi. Avrupa fakirdi, savaş yüzünden çok kayıp olmuştu. Amerika toprakları üzerinde savaş olmadığından inanılmaz bir ilerleme vardı ama bu ilerlemenin içinde Türkiye’nin kültürel zenginliği yoktu. İkisini birden anlamak benim için çok faydalı oldu. Dünyayı hem Batı’dan hem de Doğu’dan gördüm. Amerika’da istikbalimiz açıktı. Türkiye’de kültürel zenginliği benimserken fırsatlar çok daha azdı. Para yoktu, yatırım azdı.” Bu iki farklı tarzın Öz’e ne bakımdan katkı sağladığını biraz sonra dinleyeceğiz…

Yazının Devamını Oku